Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İs Kan Dil
İs Kan Dil

İs Kan Dil

Mehmet Atilla

“Bir dilim aşk, ne mezarlar açtırır insana!” İstanköy’den Bodrum’a, Savaşın Gölgesinde… Düşlerin kurulduğu, aşkların yaşandığı Ege kıyılarında, İkinci Dünya Savaşı’nın acımasız izlerini sürüyoruz bu…

“Bir dilim aşk, ne mezarlar açtırır insana!”

İstanköy’den Bodrum’a, Savaşın Gölgesinde…

Düşlerin kurulduğu, aşkların yaşandığı Ege kıyılarında, İkinci Dünya Savaşı’nın acımasız izlerini sürüyoruz bu kez. Batan gemiler, parçalanan yaşamlar ve her şeye karşın varlığını sürdüren tutkular…

Mehmet Atilla yakın tarihimizin bilinmeyen bir gerçekliğinin üzerine oturttuğu iki katmanlı kurmacayla hem geçmişe hem de günümüze yelken açıyor ve Yunanistan’ın İstanköy adasından Bodrum’un Akyarlar köyüne uzanan iki aşk hikâyesini etkileyici bir dil ve akıcı bir gerilim eşliğinde okurlarına sunuyor.

“İS KAN DİL… Bu üç sözcük, savaşın isli karanlığını, ihanetin kanlı öyküsünü, tutkulu bir aşkın dile yansımasını özetliyor. Olayların perde arkasında ise Halikarnas Balıkçısı’nın unutulmaz rehberliğiyle İkinci Dünya Savaşı’nın Bodrum kıyılarına vuran dalgalarını görüyorsunuz. Bir yapıtın iyi bir edebiyat ürünü olması için çok güçlü yazılması gerekir. Edebiyat iyiyle yetinmez çünkü. İşte İS KAN DİL bu bilinçle ve özenle yazılmış bir roman.”
Ayla Kutlu

“Senden böyle bir şey isteyemem Merih, buna hakkım yok.” “Senin bir şey istediğin yok ki. Böyle olmasını ben istiyorum. Neden karşı çıkıyorsun, anlamıyorum.” “Aramızdaki ilişkinin sınırları henüz buna izin vermiyor da ondan.” Sınırlar! Ah o sınırlar… Hafifçe doğruluyor Merih. Burcu’ nun az önceki cümlesine tümüyle egemen olan çöküntünün katılığını ölçmek istercesine oturuşunu değiştiriyor. Kulaklarındaki çınlama belli ki bu yeni yabancılaşma yüzünden. O hiç sevmediği sözcük zıplayıp duruyor beynindeki bulanık suda: Sınırlar… Ah o sınırlar! Bu küçük huzursuzluk Burcu’nun da keyfinin kaçmasına yetiyor. Başını Merih’in ayar tutmayan omzundan alıp uzaklara bakıyor. Karanlıkla boğuşan denize, dağınık yıldızlara… Saçları birbirinin üstünden pırıltılı demetler halinde kayarak iki yana dökülüyor, eski dengelerine kavuşur kavuşmaz ortaya çıkan sağlıklı salınım gerçekten göz alıcı! Karşıda İstanköy’ün yanıp sönen ışıkları. Sarılı beyazlı onlarca kristal böcek göz kırpıyor denizin öte yakasından. Çok değil birkaç mil ileride kimsenin görmediği, bilmediği, elle tutulamaz, boyanıp parlatılamaz bir sınır çizgisi uzanıyor: Türkiye-Yunanistan ya da tersi, Elada-Turkia.

Tatlı bir inatlaşmanın tam olarak kestirilemeyen sonucunu görmek istercesine dönüp bakıyor Merih. Burcu’nun alacakaranlık yüzünde tuhaf bir renk değişikliği… Bildik görüntüsünden ne kadar da uzak. Az önce deliler gibi konuşan, çarpışarak öpüşen o değil sanki; geleceğe ilişkin tasarıları un ufak eden kudretli bir gölge olarak oturuyor şimdi balkonun köşesinde. Merih zamanı biraz daha hızlandırmak istercesine yeniden şansını deniyor:

“Demek öyle! Aramızdaki ilişkinin sınırları henüz buna
izin vermiyor ha?”
“Evet.”
“Hem de henüz?”
“Evet.”

Yan yana duran bedenlerini sarıp kuşatan coşku, sabahtan bu yana etkisini sürdüren tazelik birdenbire siliniyor. Balkonun her yerinde alışık olmadıkları bir suskunluk gezinmeye başlıyor şimdi. Karşıda çalkalanıp duran denize sessizce bakmak, aralarındaki akıntının yönünü değiştirir belki; öyle geliyor ikisine de. Yakamozların pırıltısı güçlenmiş nasıl olsa, gecenin dengesini o kocaman kıpırtı tek başına sağlıyor. İçerideki bilgisayardan Bach ezgileri gelmeye başlıyor bu sırada. Merih’teki Bach tutkusunu biliyor Burcu. Seviniyor. Variations Goldberg… Yayılan her ezgi kendince bir beceriyle ikisini de gereksiz ayrıntılardan sıyırıyor. Az önceki tatlı çekişmenin tortusu seyreliyor böylece. Merih önerisinin aynı coşkuyla karşılanmamasının yol açtığı kilitlenmeden, Burcu da ağırlığını hiçbir zaman kestiremeyeceği bir yükün altında yaşam boyu ezilip kalmanın verdiği tedirginlikten kurtuluyor yavaş yavaş. Kendiliğinden yapışan omuz başlarının, sık sık buluşup ayrılan çıplak dizlerinin içlerindeki boşluğu ısıtmasını önlemek olası değil bundan sonra.

Zaman zaman farklı düşünmenin yarattığı o ince uçurumu kapatan büyülü bir tutku bu. Olmadık anlarda insanı çılgınlığa sürükleyebilen önüne geçilmez arzu, giysileri bir anda görünmez kılan çekim gücü. Ah bir yalnız olsalar, hemen içeriye geçip raydan çıkıverecekler çabucak. Birbirlerine belli etmeden bir yandan ortalığı gereksiz eşyalardan temizleyip bir yandan da üzerindekileri çıkaracaklar. Ama şu anda olanaksız bu. Arkadaki yarı karanlık odada kesik horultularla uyuyan biri var: Burcu’nun babası. Yunus Bey altmış yaşında. Onulmaz hastalığına her ne kadar günün yorgunluğu eklenmiş de olsa uyanabilir her an. Uyanıp da esnek bir birleşmenin tam ortasına başını uzatabilir hiç çekinmeden.

Zihnin berraklığını, belleğin depolarını allak bullak eden o acımasız çatallık -şizofreni- yaşama ilişkin ne kadar sıralama varsa hepsini kasıp kavurarak geziniyor adamcağızın çökkün bedeninde. Kimi zaman sağlıklı bir insandan ayırmak olası değilken kimi zaman da ilginç saklambaçlar geliştirip insanlarla kendisinin arasına karmakarışık bir duvar örebiliyor. İşte o anlarda önünü arkasını düşünmüyor giyeceği ceketin. Kısacası her şey yaşadığı istasyona bağlı; bu dünyadakine değil ama, zihnindeki istasyona… “Israr edersem kızar mısın bana?” diye soruyor Merih. “Yoo, niye kızayım? Israr aşkın içindedir diyen sen değil misin? Fakat boş yere koşup durmanı da istemem doğrusu. Çok üzülürüm sonra.” Merih bilgisayarın ekranından saçılan renklerin balkondaki yansımalarını izliyor bir süre. Ayaklarını demirlere dayamış, denizin ürpertici karanlığına bakıyor. Saat gecenin ikisi.

Sehpadaki bira hızla ısınıyor. Yaptığı öneriye Burcu’nun uzak durmasını anlamakta zorlanırken dudaklarındaki nem de azalıyor. Dokuz ay öncesi geliyor aklına. Fakültenin kapısından son kez çıkışı… Sıvası yer yer dökülmüş binaların, o güne değin adını öğrenemediği ağaçların, rastgele ekilmiş çiçeklerin arasında ilk kez başıboş ve amaçsız dolanışı… İki yıl süren bir birlikteliği bir türlü aşka dönüştürememiş olmanın yorgunluğuyla da yılgın üstelik. Burayı geçelim diyor içinden bir ses. Geçelim. Eline tutuşturulan çıkış belgesi yorucu yılların özeti gibi duruyordu çantasında, o daracık bölmede ikiye katlanmış olarak: “Dört yıllık lisans eğitimini tamamlayarak fakültemizin Tarih bölümünü…”

Altında mühür, imza, bir imza daha. Kocaman bir yalanmış meğer hepsi. Geçip giden birbirine benzer aylar tanık ki, doldurduğu onca başvuru belgesi, yaptığı sayısız görüşme, bulduğu bütün aracılar gitgide sessizliklerini arttırmış ve sonunda anlamsız birer anıya dönüşmekten kendilerini kurtaramamışlardı. Geleceğe ilişkin düşleri yerini tatlı bir vurdumduymazlığa bırakmak üzereyken -şans ya da yazgı, kim ne derse desin- baba dostlarından biriyle karşılaşmıştı kocaman bir işhanının asansörünü beklerken. Ayaküstü üç beş cümleden sonra yepyeni bir harita açmıştı adam önüne. “Bir turizm acentem var Bodrum’da,” demişti. “Akyarlar’daki evim de boş, kiracılardan bıktım usandım, orada kalmayı da düşünürsen…” Hem iş hem de ev veren birine rastlayıp da sarılmamak… Ağlayacaktı neredeyse. “Ne zaman başlayayım?” “Ben akşama dönüyorum. Sen ne zaman istersen gel.”

“İki gün sonra oradayım.” İki gün sonra Bodrum’daydı gerçekten. İşe başladığı günü ve turizmciliğe çabucak ısınmasını anımsıyor şimdi. Hiçbir zaman tazeliğini yitirmeyen ilişkiler, renkli bir yaşantı, oradan oraya savrulurken zamanın bile doğru dürüst bölümlenemediği o lezzetli kaos iyi gelmişti yalnızlığına. On beş günde bir karşıdaki Yunan adasına düşüyordu yolu. Önceden adını duymadığı, duysa da belleğinde yer etmeyen bu adaya Yunanca adından yola çıkarak hemen hemen tüm turizmciler Kos dese de, Merih eski adını kullanmayı daha şiirsel buluyordu:

İstanköy! Burcu bu yolculukların armağanıydı işte ona. Psalidi’nin güzel kumsalındaki Hotel Panorama’da çalışıyordu, orada tanışmışlardı. Birkaç buluşmadan sonra turuncu bir akşamüstü, rıhtımın en salaş yerinde balıkları bile gerileten bir vahşilikle öpüşmüşlerdi ilk kez. Sonrası çorap söküğü… “Bize gidelim,” demişti Burcu bir gün. Öylesine, o anda aklına gelmiş gibi. Karmakarışık bakışlarla karşılamıştı bu öneriyi Merih. İçinde gezindikleri duygusal mevsimin kalıcılığından emin değildi çünkü. Üniversite yıllarından kalan tortunun acılığı henüz damağından silinmemişken başka bir denize açılıp da yeni su yutmalarla karaya çıkmak. Bunu göze alamıyordu bir türlü. “Korkuyor musun yoksa babamdan?” “Yoo, neden korkayım?” “Hani demiştim ya, zihinsel bir sorunu var. Unutmadın herhalde.” “Hayır, unutmadım.” “Hadi, kalk o zaman.”

Yarım saat sonra İstanköy’ün iç kesimlerindeydiler. Platani sokaklarında yürüyorlardı. Mavi bir kapının önünde durmuşlardı ilkin. Geniş bir avlu, sağda solda maydanoz, marul, soğan bölmeleri, sukabakları, begonviller, sardunyalar; birbirine karışmış onca yeşilliğin oluşturduğu karmakarışık bir görüntü. Kapıdan adımını atarken derin bir soluk aldığını anımsıyor Merih. Bambaşka bir tanışmanın eşiğinde olduğunu biliyordu çünkü. Eskiden her tanışmayı günübirlik ilişkilerin köşe taşlarından biri olarak algılarken, okulun bitmesiyle başlayan süreçte yaşamın gözenekleri de değişivermişti nedense. Sürekli geleceğe bakıyor olmanın hesaplı kitaplı duygularıyla biçimlenen günler gelip dayanmıştı işte. Büyümenin öteki adı. Burcu birkaç adım önünde yürüyordu. Girişte siyah benekli bir köpek karşılamıştı onları. Sofanın duvarından telaşla aşağıya atlamış, başı ön ayaklarının arasında, daracık patikanın taşlarını koklayarak gelmiş ve Merih’e aldırmadan Burcu’ya yönelmişti sevinçli bir inildemeyle. Tam bu sırada sağ taraftaki bir kanadı açık pencerede çakıp duran tuhaf bakışları fark etmişti Merih. İnsanı delip geçen iki çakır göz. Korkuyla sevincin, acıyla heyecanın kesiştiği, bir koyulaşıp bir açılan buzdan noktalar. Altmışlı yaşların verdiği durgunluğa ve görmüş geçirmişliğe yaşamdan alacaklı olmanın hırçınlığını da ekleyerek saplanıyorlardı insanın derinliklerine.

“Babam,” demişti Burcu. “Bak, nasıl merak ediyor seni! Aslanım benim!”
Sonra da sesini yükseltmişti azıcık: “Nasılsın baba?”
“İyiyim.”
“Annem yok mu?”
“Yok. Gelir birazdan.”

Merih bir şizofrene ilk kez bu kadar yaklaşıyordu. Daha önce yolda, vapurda, hastane koridorlarında benzer hastalara rastladığı olmuştu elbet, ama hiçbiriyle doğrudan bağ kurmayı aklına bile getirmemişti. Bir çukurun üstünden geçer gibi toplamıştı dikkatini, yanlış adım atmamaya özen gösteriyordu. Yeşil koltukları, ceviz kaplamalı mobilyaları olduğundan da fazla karartan loş bir aydınlık vardı içeride. Yaşlı adam, Merih’i görünce ayağa kalkmıştı. Önündeki yıpranmış halının üzerinde kendine özgü bir rota çizmeye çalıştığı her halinden belli oluyordu.

Merih ürkmüştü biraz, fakat geri dönülmez bir yolda olduğunun da bilincindeydi. Yana çekilip bundan sonrasını Burcu’nun yönlendirmesine bırakmıştı. Neyse ki düşündüğü gibi olmamıştı o gün yaşananlar. Sıradan bir yaşantıyı benimsemiş yaşlı birinin dinginliği vardı Yunus Bey’de. Bildik sözcüklerle karşılamıştı Merih’i. Ne bir istemezlik ne de bağrına basış. Hafif uzamış sakalları, dudaklarının iki yanından sarkan sivri bıyıkları ve birbirine karışmış kulak tüyleriyle her an ağlayacak ya da her an gülecekmiş gibi bakıyordu çevresine.

Belli belirsiz, incecik, griyle mavi arası bir duman fışkırıyordu ara sıra gözlerinden ve bu duman yüzünü inanılmaz bir uzaklığın arkasına gizliyordu nasıl oluyorsa. Çok geçmeden Burcu’nun annesi de gelmişti, elindeki bir yığın alışveriş torbasını yorgun bir yüzle bırakmıştı yere. Açık seçik bir tanışma yaşanmıştı bu kez evin içinde. Merih… Leyla… Her karşılaştığına ayrı bir dikkatle bakmasını bilen kadınlara benziyordu Leyla Hanım. Duruşu ve yürüyüşü alımlı. Yaşama karşı kızgın olsa da küskün değil. O gelince ilişkilerin sıcaklığı da artmıştı, disiplini de. Bir köşeye geçip oturmuşlardı. Sonrası birbirini aralayarak ilerleyen sözcükler, içinde soruları da barındıran kahkahalar ve art arda içilen çaylar…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap Adıİs Kan Dil
  • Sayfa Sayısı240
  • YazarMehmet Atilla
  • ISBN9786052349908
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hayal Rüzgârları ~ Mehmet AtillaHayal Rüzgârları

    Hayal Rüzgârları

    Mehmet Atilla

    Ege sularında barışı arayan hayal rüzgârları… Mehmet Atilla, mutlak barışın kırılgan gerçekliğine vurgu yaptığı Hayal Rüzgârları’nda, sevginin ve kardeşliğin egemen olacağı çok daha mutlu bir gelecek...

  2. Tansel Tozan Serüvenleri: Uçan Dalgalar ~ Mehmet AtillaTansel Tozan Serüvenleri: Uçan Dalgalar

    Tansel Tozan Serüvenleri: Uçan Dalgalar

    Mehmet Atilla

    Kapıyı çalan biri var. Yavaşça açıyoruz. Karşımızda ilginç bir adam duruyor. Görüyoruz, konuşuyoruz fakat bir türlü dokunamıyoruz. Bir şimşek hızıyla hareket ediyor ve istediği...

  3. Tansel Tozan Serüvenleri: Havlayan Harfler ~ Mehmet AtillaTansel Tozan Serüvenleri: Havlayan Harfler

    Tansel Tozan Serüvenleri: Havlayan Harfler

    Mehmet Atilla

    Tansel Tozan arkadaşı Kayra Oğuz ile birlikte bir doğa kampına katılmıştır. On beş gün süreli bu kampta Kıvırcık Ender sorumluluğunda doğanın gizlerini gözlemleyeceklerdir. Kampta...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Köpekler İçin Gece Müziği ~ Faruk DumanKöpekler İçin Gece Müziği

    Köpekler İçin Gece Müziği

    Faruk Duman

    “Köpekler İçin Gece Müziği”nde Filiz ile Tarık yollarını kaybederek aralarına düştükleri kişilerin ve hayvanların (Murat, Hızır, Kara Zühre, Avcıatmaca, Timsah, Kahve, Akçatopal, Deli Fahri,...

  2. Sodom ve Gomore ~ Yakup Kadri KaraosmanoğluSodom ve Gomore

    Sodom ve Gomore

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu

    Mütareke döneminin İstanbul’u. Batı hayranı Türkler, düşman subaylarıyla aşk serüvenleri yaşamak için çırpınan Türk kızları, çıkarlarını emperyalist İtilaf Devletleri’nin zaferine bağlamış adamlar… Çöküşü ve...

  3. Güz Gelmeden ~ Selçuk BaranGüz Gelmeden

    Güz Gelmeden

    Selçuk Baran

    “Yeryüzünde büyük insanlar var: Peygamberler, başkomutanlar, vatan kurtaranlar, insanlığa hizmet eden bilim adamları… Küçük insanlar da var: Fener bekçisi Affan gibi. Ama hepsi yataklarını...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur