Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İşaretleri İzle
İşaretleri İzle

İşaretleri İzle

Emily France

Riley iki sene önce annesini kaybettiğinden beri yas destek grubunda edindiği tuhaf ailesi onun en büyük sığınağı olmuştu. Jay, Kate ve Noah acısını anlıyorlardı;…

Riley iki sene önce annesini kaybettiğinden beri yas destek grubunda edindiği tuhaf ailesi onun en büyük sığınağı olmuştu. Jay, Kate ve Noah acısını anlıyorlardı; hepsi sevdikleri birini kaybetmişti ve farklılıklarına rağmen yalnızca kendilerinin anlayabileceği trajedilerle birbirlerine kenetlenmişlerdi.

Riley, annesini bir markette alışveriş yaparken gördüğünü sandığında aklını kaçırdığını düşünmüştü. Jay ve Kate’in de benzer tecrübeler yaşaması, Noah’yı onlardan uzaklaştırmış gibiydi ve onun birden ortadan kaybolması tüm grubu alarma geçirmişti.

Çılgınca onu aramaya koyulduklarında, ölümden sonraki yaşama dair birtakım ipuçları barındıran bir gizemin içine çekildiler. Riley bir yandan da içinde uzun zamandır büyüyen hisleriyle boğuşmak zorundaydı. Eğer sevdiklerine ve kendine yardım etmek istiyorsa, önce zincirlerinden kurtulmalıydı.

1. BÖLÜM
Onu Gördüğüm An

ONU MARKETTE GÖRDÜĞÜMDE, öleli iki yıl olmuştu. Banyo köpüğü şişelerine bakıyordu. Pembe bir şişe alıp kapağını açtı ve kokladı. Yüzünü buruşturup şişeyi tekrar rafa koydu. O farklı bir koku ararken ben gözlerimi kırpıştırdım. Aklımı kaçırıyor olmalıydım. Tekrar baktım. Gerçekten oydu. Her şeyi tıpkı hatırladığım gibiydi: kahverengi küt saçları, pürüzsüz bronz teni, çıkık elmacıkkemikleri, fermuarı yarısına kadar çekilmiş o tanıdık mavi hırkası.

Üzerinde, onu gömerken giydirdiğimiz açık mavi küçük çiçek desenli elbise vardı. Tekrar tekrar gözlerimi kırptım. Gerçekten de oydu. Anneme bakıyordum. En son bir tabutta gördüğüm, iki yıl önce geçen hafta Richfield Mezarlığı’na gömdüğümüz anneme. Benim yüzümden ölen anneme. Eline başka bir banyo köpüğü şişesini alıp etiketini okudu. Ona bir adım yaklaştım. Kafasını kaldırıp gülümsedi. Göz göze geldiğimizde, söylemem gereken her şeyin ağırlığı altında ezilecekmişim gibi hissettim.

O akşam için üzgün olduğumu, ona en son söylediğim sözcüklerin öfkeli, kötü ve korkunç olduğunu söylemem gerekiyordu. “Senden nefret ediyorum,” demiştim. Nefret, nefret, nefret. Ayrıca üzgün ve kalbi kırıkken, hepimizin bildiği gibi rahatsızlığı nedeniyle araba sürmemesi gerekirken, kapıdan koşarak çıkıp direksiyonun başına geçmesine engel olmaya çalışmadığım için üzgün olduğumu da söylemeliydim. Annemin, benim yüzümden araba kullanmaması gerekiyordu.

Beni doğururken bir rahatsızlık yaşamış. Doğum sırasında tansiyonu fırlamış ve felç geçirmiş. Küçük bir felçmiş ama görmesini, bazen de hafızasını etkileyecek kadar büyükmüş. Bana hep çok fazla şeyi kaçırdığını söylerdi. Bana nasıl makyaj yapılacağını, bisiklete binmeyi, arabayı paralel park etmeyi öğretmeye yetecek kadar iyi göremediğini de…

Ama bunları söylerken bana hitaben ya da hatta benimle ilgili bile konuşmadığını biliyordum. Araba sürmeyi bırakmak, sevdiği hemşirelik işinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir sürü güzel şeyden, hayalini kurduğu, olması gereken şeylerden geri kalmıştı. Bunların hepsi ben doğduğum için olmuştu. Benimse ona, yani hayatını mahvettiğim anneme en son söylediğim sözler, Senden nefret ediyorum, olmuştu.

Bu sözcükleri haykırmak yetmiyormuş gibi odama koşup Twitter’a da yazmıştım: Annemden nefret ediyorum. Nefret. #ciddiyim. Bunu paylaşmıştım çünkü o kadar takipçim yoktu. Hâlâ da yok. İnternette ya da herhangi bir yerde hiçbir zaman o kadar da popüler olmadım. Ama insanlar yazdığım şeyi öğrendiler.

Retweetlediler. Sonra Facebook’ta paylaştılar. Aniden, öldüğü gece annesini azarlayan kız oldum. Yaşadığım sürece Twitter’dan bir daha asla hiçbir şey paylaşmamaya yemin ettim ama bunun bir faydası olmuyordu.

Yazdığım şeyi ne kadar insanın gördüğünü asla bilmeyecektim. Geri alıp onu kendi içimde yaşayacağım utancım hâline de getiremezdim. Yazdığım şey kabak gibi ortadaydı. Ama annem şimdi markette birkaç adım ötemde duruyordu ve bir şansım daha vardı. Tek düşünebildiğim üzgün olduğumdu. Beni doğurduğun için özür dilerim. Hayatını mahvettiğim için özür dilerim. Öyle dediğim için özür dilerim. Onun sesini duymak, parfümünü koklamak, kollarımı aynı kanı taşıdığım bu kadına sarmak istedim. Anne, demek istedim. O yüzden koştum. Yani koşmaya çalıştım. Ayaklarım doğru dürüst hareket etmedi. Elimden geldiğince hızlı hızlı bir ayağımı diğerinin önüne koydum ama sersem gibiydim ve başım dönüyordu. Ona yaklaştığımda, güzel gülümsemesi bir dehşet ifadesine dönüştü. Banyo köpüğü şişesini rafa geri bıraktı ve uzaklaştı.

Hızlandım. O da hızlandı. Bir köşeyi döndü ve piramit şeklinde kocaman bir kraker panosunun arkasında onu gözden kaybettim. Koşup panoyu kenara ittim ve neredeyse ona çarpacak gibi oldum. Bana doğru döndü. Ama karşımda duran kadının annemle alakası yoktu. Sarışındı ve pespembe bir ruj sürmüştü. Elbisesindeki o tanıdık çiçek deseni yok olmuştu. Artık üstünde kot pantolon vardı.

“Size yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Yanaklarım marketin yakıcı floresan ışıkları altında kıpkırmızı oldu.
“Hayır, hanımefendi. Ben… ben özür dilerim. Sizi başka biri
sandım,” dedim.
Kadın onu durdurduğum için kızmış gibi görünüyordu. Kızmış, belki biraz da korkmuş gibiydi. Kafasını salladı ve hızla
uzaklaştı. Onun gidişini izledim. Aklımı kaçırdığımı düşünmem
gerektiğini biliyordum. Ama aklımı kaçırmamıştım. İlk başta sadece tek bir şey düşünebildim:
Anne, geri gel.
Sonra kafamda başka bir düşünce daha belirdi:
Sanırım seni neden gördüğümü biliyorum.

HEINEN’IN OTOPARKINA park ederken berbat bir hâldeydim. Avuçlarım terliydi. Direksiyonu doğru düzgün kavrayamıyordum. Sinirlerim yıpranmıştı, içim dışım birbirine karışmıştı ama hız yapmak yerine çok yavaş sürüyordum. Yola odaklanamadığım için sanki her an bir şeye ya da birine çarpmaktan korkuyo gibiydim.

Arkamdan bir araba geldi. Şoför kornaya bastı. Direksiyonun başındaki adamı tanıyıp tanımadığımı görmek için dikiz aynama baktım ama tek görebildiğim direksiyonu kırıp bana el hareketi çekerek yanımdan geçen adamın cipinin bulanık bir görüntüsü oldu. Tekrar, bu kez biraz daha hızlı ilerlemeye başladım ve dikiz aynasında ela gözlerimi gördüm. Belki de vicdan azabı, sonunda sinirlerimi altüst etmişti. Kavgamızdan sonra koşarak dışarı çıktığı akşam, annemi durdurmak istemiştim.

Elinde araba anahtarlarıyla bana değip geçtiğinde, Lütfen gitme! diye bağırmak istemiştim. Bu sözcükler dilimin ucundaydı. Tenime binlerce iğne saplanır gibi tüylerim diken diken olmuştu. Onun kapıdan çıkışını izlerken bir yanım bir daha asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Ya da öyle olduğunu hatırlıyordum. Belki de onu gerçekten kaybetmeden önce kaybedeceğimi bildiğime kendimi ikna etmek daha kolaydı. Böylesi bu durumu daha az korkutucu kılıyor gibiydi.

Bilmiyorum. Kesin olarak bildiğim tek şey, ona hiçbir şey söylemediğimdi. Öylece gitmesine izin vermiştim. Birkaç saat sonra polis gelmişti. Annemin I-77 yolunda karşı şeride girip doğruca karşıdan gelen bir tıra çarptığını söylemişti. İçki içip içmediğini sormuştu. Babam, “Hayır, hayır,” demişti. Sesi gergin… ve kontrollüydü. Benim hatırıma kendine hâkim oluyordu. Ama titremeye başlamıştı. “O asla içki içmezdi. Belki Noel’de yarım kadeh.” Sesi çatlamış ve kafasını çevirince derinden gelen bir hıçkırık omuzlarının sarsılmasına neden olmuştu. Babamın ağlama sesinin dünyadaki en korkunç ses olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Ödümü patlatmıştı. Beni anında yerle bir etmişti. Kollarımı ona dolayıp sıkıca sarılmıştım. Polise, “İçki içtiği için çarpmadı. Benim yüzümden çarptı,” demiştim.

BU ANIYI Z İH N İMDEN uzaklaştırdım ve önümdeki yola odaklandım. Doğruca, daha önce milyonlarca kez gittiğim yere, yani Jay’in evine gittim. Dış kapıyı es geçtim çünkü onu dokuzuncu sınıftan beri kullanmıyordum. Jay hep penceresinden içeri girmeme izin veriyordu. Aslında dış kapıyı kullanmamam için bir neden yoktu. Gece geç saatlerde bile. Annesinin genelde internette tanıştığı tuhaf bir tiple dışarıda randevusu olurdu.

Ama Jay’in yatak odası birinci kattaydı, yani onun penceresi benim kişisel VIP girişim gibiydi. Pencereden içeri baktım ve Jay, üstünde altın rengi harflerle Bastır W.L. Arıları yazan en sevdiği tişörtüyle yatağında yatıyordu. W.L. Arıları yani Woodhull Lisesi Arıları, bizim lisenin beyzbol takımının adıydı. Tişörtün üstündeki küçük, iğneli arılar da Cleveland’ın iki banliyösünü birleştiren ve giderek büyüyen bir Ohio lisesi için uygun bir maskottu galiba. Yani sırf sayımız bile bir tehdit oluşturmamıza neden oluyordu ama yine de bir sineklikle öldürülebilirdik. Ya da bir kutu böcek ilacıyla.

Üzerindeki beyzbol tişörtü, bizim evin önündeki verandanın basamaklarında otururken ona annemle ilgili ne kadar vicdan azabı duyduğum konusundaki hislerimi ilk kez açtığım gün üzerinde olan tişörttü. O an ne hissettiğimi hemen anlamış gibiydi. Bana annesinin annelik konusunda hiçbir zaman başarılı olmadığını anlatmıştı. Ben de ona kendi annemin mutlu olmak konusunda hiçbir zaman başarılı olmadığını anlatmıştım.

Cama vurmak için uzandım ama durdum. Ona neden buraya geldiğimi söylemekten çok korkuyordum. Orada öylece donup kalmış bir hâlde durup izledim. Arkasına birkaç yastık koymuş, iPhone’unun parlayan ekranına bakıyordu. Gitarı yatağının başına yaslanmıştı ve arkasındaki duvarda Pink Floyd, Led Zeppelin, The Doors gibi grupların posterleri vardı. İlk tanıştığımızda ona neden eski müzikleri dinlediğini sormuştum. “Çok basit,” demişti. “Daha efsanevi oldukları için hoşuma gidiyor.”

Gülümsediğimi ve Ondan çok etkileniyorum. Ondan nasıl aşırı derecede etkilenmeyebilirim ki? diye düşündüğümü hatırlıyorum. Derin bir nefes alıp cama vurdum. Jay yataktan kalkıp elini gür kahverengi saçlarında gezdirdi. “Selam,” diye fısıldayarak camı açtı. “N’aber?” Ben pencerenin pervazından tırmanıp yumuşak mavi halısının üstüne atlarken elimden tuttu. “Selam.” Tek diyebildiğim bu olmuştu. Sanki huzursuz edici bir sessizlikte boğuluyormuşum da ağzımdan daha başka bir kelime çıkmıyor gibiydi. “Konuş benimle. Hiç iyi görünmüyorsun,” dedi. Beni, endişelendiğinde hep incelediği gibi incelerken, açık kahverengi gözleri, Bu durumu çözebilirsem çözeceğim, der gibi bir ifadeyle parlıyordu.

Ona her şeyi, annemi gördüğümü, nedenini sanırım bildiğimi anlatmak istedim ama kulağa ne kadar da delice geleceğinin farkına vararak birdenbire donup kaldım. Bugün sanırım annemi gördüm. Onu bulmak istiyorum. Bence sen yardım edebilirsin. Hem zaten ben sana her zaman her şeyi anlatıyorum… Yani senden çok etkilendiğim gerçeği dışında her şeyi.

Ama bu… BU… Sana BUNU anlatmanın bir yolunu bulamıyorum. Zaman kazanmak için oyalanarak, “İyiyim. Sadece stresliyim,” dedim. “Hangi konuda?” Hayatımdaki, iki yıl önce ölen birini görmeyi içermeyen diğer potansiyel stres unsurlarını aklımdan geçirdim. Odam darmadağınık. Sanırım babamın telefonda bir kadınla flört ettiğini duydum ve bu kusmak istememe neden oldu. Resmen yüz yıldır sutyen bedenim büyümediği için endişeliyim.

“Tarih sınavı yüzünden endişeli değilsin, değil mi?” diye sordu. Tarih sınavı… Mükemmel. Eskiden hep A alan bir öğrenciydim ve tarihten biyolojiye, hatta fiziğe kadar her konuda bir numaraydım. Annem öldükten sonra, bir türlü odaklanamadım ya da umursayamadım ya da eskiden neden umursadığımı bile hatırlayamadım. “Evet. O yüzden berbat bir hâldeyim. Polk da kim? Beni bütün gece uyutmuyor.” Jay kocaman gülerek, “Henry Clay kampanyasının sloganını tam yerinde kullanmış oldun. Aferin. Normal bir konuşmada bunu yapmak çok zor,” dedi. Yumruklarımızı tokuşturup sonra ellerimizi yavaşça açtığımız her zamanki selamlaşmamızı yapmak için bana doğru uzandı.

Biraz uyduruk bir hareketti ama bir filmde görmüş ve bunun, özellikle de ben söz konusu kişi olduğum için mükemmel bir selamlaşma şekli olduğuna karar vermiştik. Annemin cenazesinden sonra beni gördüklerinde insanların yüzlerindeki acıma ifadesi ve hemen ardından gelen, Senin yerinde olmak istemezdim, sarılışlarından içime fenalık gelmesi çok uzun sürmemişti. O yüzden Jay’le ben, herkesin acıma selamlaşmalarına olan eğilimini protesto etmek için iyi ya da kötü her zaman yumruk tokuşturmaya karar vermiştik. “Ben bu akşam çalışmana yardım ederim. Endişelenme. Halle–” Bir çan ve kıyıya çarpan şiddetli dalga sesleri sözünün yarım kalmasına neden oldu. “Bu da ne?” diye sordum.

Jay kendini tekrar yatağa bıraktı ve cep telefonu aldı. “Mesaj geldi. Bu yeni bildirim tonum. Adı Zen çanları.” Mesajı gönderen her kimse yüzünü güldürdü. Hatta cevap yazarken ufak bir kahkaha bile attı. Ben de yatağa çıktım ve ayak ucundaki başlığa yaslandım. Kafamda da ona annemi gördüğümü anlatmanın farkı yollarını düşünüyordum. İşte, bugün marketteydim. Hayır. Salonunuzdaki haç var ya hani? Olmaz. Ölümden sonraki hayatla ilgili ne düşünüyorsun? HİÇ OLMAZ! Jay cevabını gönderdi. Gözleri telefon ekranında ışığında parlıyordu. “Sana daha önce kimse gözlerinin diyet akçaağaç şurubu rengi olduğunu söyledi mi?” diye sordum. Olumsuz anlamda kafa alladı ama başını kaldırmadı. Parmakları ekranda kıpırdayıp duruyordu. “Merak ettim sadece. Tamam. Hemen geliyorum. Tuvalete gitmem lazım,” diye yalan söyledim.

Kafasını kaldırmadan, “Peki,” dedi. Yataktan hemen kalkıp koridora çıktım. Ama doğruca tuvalete gitmek yerine önce salona uğradım. Karanlıkta koltukları ve üstlerinde uyumlu pirinç lambaların olduğu ceviz sehpaları görebiliyordum. Annesinin orta yaşlı insanlara özgü bir kırıştırma seansı için çıktığı bir ton adamı buraya, bembeyaz koltuk minderlerine getirdiğini hayal edebiliyordum. Bu düşünce bir parça midemi bulandırsa da aslında daha çok kızdırıyordu. Jay’in annesi öyle berbattı ki.

Çocuk sahibi olmadan önce kendinizi kanıtlamanız gerektiğine dair bir tür kural olmalıydı. Çocuk sahibi olmak isteyen kişinin, hayatta karşısına çıkacak ölüm, dolambaçlı yollar, hayal kırıklıkları gibi önemli olaylarla nasıl başa çıkacağını bilmesi gerekiyordu. Ne tür bir sınava tabi tutulması gerektiğini bilmiyorum ama en az yüzde yetmişle geçmek zorunda olmalıydı. Koltuğun etrafından dolanıp pirinç lambalardan birini yaktım. Pencerenin yanındaki uzun ince masanın üstünde daha önce milyonlarca kez gördüğüm cam bir kutu vardı. İçine baktım.

Küçük kadife bir minderin üstünde lekeli gümüş bir haçlı kolye duruyordu. Her yeri çizilmişti ve üstünde Latince olduğunu düşündüğüm bir kelime yazıyordu: Magis. Ama bunun ne anlama geldiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Yanında da pirinçten bir plaka duruyordu. Üstünde loyolalı aziz ıgnatıus’un 1556 yılı civarında bulunan kayıp haçı yazıyordu.

Jay’in babası Case Western’de ünlü bir teoloji hocası olan Howard Bell’di. Jay’in anlattığına göre bütün hayatını (Jay’le geçirse daha iyi olacağı kısımları da dahil) Ignatius isimli eski Katolik bir azizin çalışmalarını inceleyerek geçiriyormuş. Babası Jay’in bebekliğinden beri, en son 1500’lü yıllarda görülen Aziz Ignatius’un Kayıp Haçı’na kafayı takmış. O haçı gerçekten bulması da onun bir tür üne kavuşmasına neden olmuş. Ama bu keşif alkol tüketimini körüklemiş. Jay, insanların bütün alkoliklerin pis yağmurluklar giyip köprü altında kese kâğıtlarından içki içtiklerini sandığını ama bunun doğru olmadığını, birçok farklı alkoliğin olduğunu, hatta aralarında gece çocuklar yattıktan sonra evde içki içerlerse kimseye bir zararlarının dokunmayacağını düşünen çok başarılı, akıllı öğretim üyelerinin bile olduğunu söylüyordu. Jay on yaşlarındayken, babası bir gece geç saatte entelektüellerin yoldaşı olarak adlandırdığı viskiden neredeyse bir şişe mideye indirmiş ve bodrum kata inen merdivenlerden düşmüş. Kafasını beton zemine çarpmış. Jay sabah onun cesedini kurumuş bir kan gölünün ortasında bulmuş. Küçük bir erkek çocuğu olan Jay’in babasını bulduğu âna dair görüntüyü zihnimden uzaklaştırdım. Çok berbat bir şeydi bu. Cam kutunun içindeki haça tekrar baktım ve cama kazınmış yazıyı okudum. dokunmayınız. Dün en yakın arkadaşım Kate ve ben tam da bunu yapmıştık.

TOPLAMDA ÜÇ TANE EN yakın arkadaşım vardı: Kate, Jay ve Noah. Annesinin evde olmadığı neredeyse kesin olduğu için de çoğunlukla hep Jaylerde takılıyorduk. Bu aptal sıfat, onların benim için ne anlam ifade ettiklerini açıklamaya yaklaşamasa bile onları en yakın arkadaşlarım olarak adlandırıyordum.

Dilimizde bunu tam mânâsıyla ifade edebileceğim hiçbir sözcük yoktu. Onlarla birinci sınıfta dersler bittikten sonra gitmek zorunda bırakıldığımız Tekrar Yola Girdim adında bir tür özel ders/rehberlik programında tanışmıştım. Hepimizin iki ortak noktası olduğu için o programa gönderilmiştik. Bir zamanlar muhteşem olan notlarımızın aniden düşüşü ve niyeti serserilik etmek olan insanlarınkine benzeyen davranışlarımızla tutumlarımız.

Hepimizin hayatında başarısızlıklar boy gösteriyordu ama dördümüz tamamen farklı bir nedenle bağ kurmuştuk. Çocukların çoğu, bocalamalarına neden olan çok fazla marihuana içmek, çok fazla içki içmek, çok fazla marihuana ve içki içmek ya da teşhisi konulmamış aşırı … (buraya hoşunuza giden psikolojik bir problemi ekleyebilirsiniz) gibi tipik sorunlar nedeniyle Tekrar Yola Girdim’e geliyorlardı. Ama biz dördümüz öyle değildik. Hayır. Bizim sorunumuz hem daha tuhaf hem de daha trajikti. Hepimiz bir yakınımızı kaybetmiştik. Jay’in babası, benim annem, Noah’nın üç yıl önce evlerinin bodrum katında kendini asan abisi Cam ve Kate’in onun için bir anne gibi olan ve cani eski kocası tarafından öldürülen teyzesi.

Ve Woodhull Lisesi’nin Tekrar Yola Girdim programının, beyzbol takımı gibi bir tişörtü yoktu. Ama olsaydı, üstünde okulumuzun arı maskotunun kanatları zincirlenmiş, içi Prozac dolu bir bal kavanozunun yanında kafasında huniyle oturan hâli olurdu. Özel derslerle rehberliğin notlarımıza ya da hayata bakışımıza bir faydası dokunmamıştı ama kayıpla ilgili bir şey öğrendiğimizi biliyordum.

Bu durumu bilen, yaşamış, kemiklerinizin içine işleyip orada kalan sızıyı gerçekten anlayan arkadaşlar bulduğunuzda bu, her şeyi biraz daha kolaylaştırıyordu. O arkadaşlarla paylaştığınız şeyler, onlarla ilgili bildiğiniz şeyler, onların da sizle ilgili bildiği şeyler “en yakın arkadaş” kavramının koca bir şakadan ibaret kalmasına neden oluyordu.

O yüzden dün Noah dişçi randevusundayken, Kate’le ben Jaylere onsuz gitmiştik. Jay gitarını alıp amatör Pink Floyd saatinin beşinci şarkısına gelince Kate’le bir ara verip evde dolanmaya başlamıştık. Burada olağandışı bir durum yoktu. Noah’nın yanımızda olmaması dışında. Genelde Jay, Wish You Were Here’ı üst üste çalma gereği duyduğunda ortamı terk etmek zorunda kalırdık. Olağandışı olan, yaptığımız şeydi.

Mutfakta fasulye konserveleriyle küflü pikan cevizli kurabiyeler gibi her zamanki atıştırmalıklardan vardı. O yüzden biz de televizyon izlemek için salona geçmiştik. Ama televizyonda neredeyse hiçbir şey olmadığı için, Kate içinde haçlı kolyenin olduğu cam kutunun yanına gitmişti.

Sonradan kutuyu sırf sıkıntıdan eline aldığını ve her zamanki sakarlığı yüzünden yere düşürdüğünü iddia etmişti. Kutunun alt kısmı çatlamış, kilitli kutu açılmıştı.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Türkiye’nin Kalbi Ankara ~ Koray Avcı ÇakmanTürkiye’nin Kalbi Ankara

    Türkiye’nin Kalbi Ankara

    Koray Avcı Çakman

    Keşif Kulübü ile İstikamet Ankara! Koray Avcı Çakman’ın yazıp Kıymet Ergöçen’in resimlediği Keşif Kulübü: Türkiye’nin Kalbi Ankara, tarihin farklı dönemlerinde pek çok farklı uygarlığa ev...

  2. Ruhlar Akademisi 1 – Gizli Hayatlar ~ Gabriella PooleRuhlar Akademisi 1 – Gizli Hayatlar

    Ruhlar Akademisi 1 – Gizli Hayatlar

    Gabriella Poole

    RUHLAR AKADEMİSİ‘NİN SİZİ ALIP GÖTÜRMESİNE İZİN VERİN! Akademi bir okuldan çok daha fazlasıdır. Hayatınızı değiştirir. Sonsuza kadar! Darke Akademisinin Gerçek Mezunları Hayatı Dolu Dolu...

  3. Çirkinler ~ Scott WesterfeldÇirkinler

    Çirkinler

    Scott Westerfeld

    Kusursuz görünmelisiniz, çünkü herkes öyle. Neden mi? Çünkü Tally’nin dünyasında, 16 yaşına basan herkes bir dizi estetik operasyon geçirerek muhteşem bir güzelliğe kavuşuyor. Üstelik...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur