Kaplanın Karısı, savaşın paramparça ettiği Balkanlar’dan yükselen seslerle genişleyen, çarpıcı, sarsıcı ve biraz da efsunlu bir roman. Genç bir doktor olan Natalia, çok sevdiği büyükbabasının ücra bir köyde ölümü ardından onun eşyalarını almak için yola çıkar. Eşyaları bulsa da, inanışa göre ölümün ardından kırk gün geçmeden onlara dokunulmaması gerekmektedir. Ölümsüzlükle cezalandırılmış ölmez adamın, bombardıman sırasında şehrin hayvanat bahçesinden kaçıp ücra bir Balkan köyünün sırtlarına sığınan bir Sibirya kaplanının, kendi öyküsünü dillendiremeyen sağır ve dilsiz bir kadının ve büyükbabasının öyküleri eşliğinde Natalia, sadece büyükbabasının ölümü ardındaki gizemi aydınlatmakla kalmayacak, söylenceler, hurafeler ve hayal kırıklıklarıyla örülü yolculuğunda kuşaklar boyu süregiden savaşlara ve acılara da ışık tutacaktır.
*
Anımsadığım en eski şey, büyükbabamın kabak gibi kel kafası ve beni kaplanları görmeye götürmesi. Şapkasını takıyor, iri düğmeli yağmurluğunu alıyor ve ben yeni boyanmış ayakkabılarımla kadife elbisemi giyiyorum. Mevsimlerden sonbahar, ben dört yaşındayım. Bütün bunları net olarak anımsıyorum: büyükbabamın eli, tramvayın neşeli ıslığı, sabah nemi, suriçi parkına doğru yokuş yukarı yürüdüğümüz kalabalık yol. Oldum olası büyükbabamın göğüs cebinde, altın varaklı kapağı ve eskimiş sarı sayfalarıyla Orman Çocuğu. Dokunmama izin yok, ama büyükbabam bütün öğleden sonra içinden bazı bölümleri bana ezbere okurken kitap dizlerinin üzerinde açık duracak. Steteskopu ya da beyaz önlüğü üzerinde değil ama girişte, bilet gişesindeki kadın ona “Doktor” diye hitap ediyor.
Ve sonra patlamış mısır satıcısı, şemsiye standı, bir de kartpostal ve resim satılan küçük kulübe var. Merdivenleri inip kulağı keskin baykuşların uyuduğu kafesleri geçiyor ve kafeslerle çevrili surlar boyunca devam eden dolambaçlı yoldan yürüyoruz. Bir zamanlar bir kral varmış burada, bir sultan ve onun yeniçerileri. Şimdi sokağa bakan top mazgallarının diplerinde durgun sularla dolup tıkanmış oluklar var. Kafeslerin demirleri dışa kavisli ve pashi turuncu renkte. Büyükbabam boşta kalan diğer elinde büyükannemin bizim için hazırladığı mavi poşeti taşıyor.
İçinde: suaygırı için altı günlük lahana göbekleri; koyun, karaca ve muazzam görünümlü Amerikan geyiği için havuç ve kereviz. Parktaki faytonun midillisi için de birkaç küp şeker gizlemiş büyükbabam ceplerine. Ben bunu, duyarlılığına değil, yüce gönüllülüğüne veriyorum.
Kaplanlar, surların dışındaki hendekte yaşıyor. Merdivenleri tırmanıyor, su kuşlarını ve maymun yuvasının buğulanmış camlarını, kış postuna bürünmeye başlamış kurdu geçiyoruz. Sakallı akbabaların ve bütün gün uyuyan, nemli toprak ve leş gibi kokan ayıların yanından geçiyoruz. Büyükbabam beni kucağına alıyor ve aşağıya bakıp hendekteki kaplanları görebileyim diye ayaklarımı korkuluğa dayıyor.
Büyükbabam kaplanın karısını hiç adıyla anmıyor. Kolu belime dolanmış, ayaklarım korkuluğun üzerindeyken büyükbabam şöyle diyor bana mesela, “Bir zamanlar bir kız tanırdım. Kaplanları öyle çok severdi ki kendisi de az kalsın kaplan olacaktı.” Küçük olduğum ve kaplanlara karşı duyduğum sevgi doğrudan büyükbabamdan kaynaklandığı için benden bahsettiğine, bana içinde kendimi hayal ettiğim ve yıllar, yıllar boyunca da hayal edeceğim bir masal sunduğuna inanıyorum.
Kafesler avluya bakıyor, biz de merdivenden iniyor ve bir kafesten diğerine yavaşça yürüyoruz. Yağ gibi kaygan postunu solduran gölgemsi benekleriyle bir panter var burada ve Afrikalı miskin, şişko bir aslan. Ama kaplanlar uyanık ve haşinler, gözleri hınçla parlıyor. Çizgili-kırçıllı omuzlarını kıvırıp dar taş geçitte bir baştan bir başa salınırken birbirlerine kafa tutuyorlar; kokuları ekşi ve sıcak, her yanı kaplıyor. Kokuları gün boyu, banyo yapıp yatağıma yattıktan sonra bile benimle kalacak, durduk yere aklıma düşecek: okulda, bir arkadaşın doğumgüda nü partisinde, hatta yıllar sonra; patoloji laboratuvarında ya Galina’dan eve döndüğüm sırada.
Bir şey daha hatırlıyorum: bir arbede. Küçük bir kalabalık, kaplan kafesinin etrafını sarmış. Aralarında, papağan şekilli balonuyla bir çocuk, mor ceketli bir kadın ve kahverengi hayvan bakıcısı üniforması giymiş sakallı bir adam var. Adamın elinde süpürge ve uzun saplı bir faraş, kafes ile kafesin dışındaki korkulukların arasında kalan bölgeyi süpürüyor. Meyve suyu kutularını ve şeker kâğıtlarını, insanların kaplanlara atmaya çalıştıkları patlamış mısır parçalarını süpürerek bir yukarı bir aşağı yürüyor. Kaplanlar da onunla birlikte bir yukarı bir aşağı yürüyor. Morlu kadın bir şey söyleyip gülüyor ve adam ona gülümseyerek karşılık veriyor. Kadının saçları kahverengi. Faraşlı bakıcı durup süpürgesinin sapına dayanıyor; büyük kaplan, kafesin demirlerine sürtünüp homurdanıyor ve sallanarak önünden geçiyor. Bakıcı, bir elini parmaklıkların arasından uzatıyor ve kaplanın böğrüne dokunuyor. Önce hiçbir şey olmuyor. Ama sonra kıyamet kopuyor.
Kaplan adama saldırıyor, kadın çığlık atıyor ve bir anda faraşlı bakıcının omzu parmaklıkların arasında; adam kafasını döndürüp duruyor, tutunacak bir şey bulabilmek için dıştaki korkuluklara ulaşmaya çalışıyor. Kaplan, bakıcının kolunu bir köpeğin iri bir kemiği tutacağı biçimde tutmuş, pençelerinin arasına dik bir şekilde yerleştirip üst kısmını ısırarak. Çocuklarla birlikte orada duran iki adam parmaklıklara doğru atılıyor ve belinden tutup kolunu çekiştirerek bakıcıyı kurtarmaya çalışıyorlar. Üçüncü bir adam şemsiyesini uzatıyor ve kaplanın kaburgalarını dürtüklemeye başlıyor. Kaplan öfkeli bir feryat koparıyor, sonra arka ayaklarının üzerinde doğrulup bakıcının koluna sarılıyor ve sanki bir halata asılırmışçasına kafasını bir o yana bir bu yana sallıyor. Kulakları geriye yatmış, lokomotif gibi sesler çıkarıyor. Faraşlı adamın yüzü bembeyaz ve bu sırada çıtı bile çıkmıyor.
Sonra aniden, artık değmez gibisinden, kaplan adamı bırakıyor. Üç adam da yere düşüyorlar, etrafa kanlar sıçrıyor. Kaplan kuyruğunu kamçı gibi yere vuruyor ve faraşlı bakıcı gerideki korkuluğun altından emekleyerek geçip ayağa kalkıyor. Morlu kadın ortadan kaybolmuş. Büyükbabam arkasını dönmüyor. Dört yaşındayım, ama bana da arkamı dönmemi söylemiyor. Her şeyi görüyorum ve sonraları, görmemi istediğini de anlıyorum.
Bakıcı, yırtık gömleğinden bir parçayı kolunun etrafına dolayarak önümüzden hızla geçip gidiyor. Revire doğru ilerlerken yüzü kıpkırmızı ve çok öfkeli. O zaman bunu korku sanıyorum ama daha sonra mahcubiyet, hatta utanç olduğunu anlayacağım. Kaplanlar tedirgin bir halde, parmaklıklara doğru atılıp duruyorlar. Bakıcı, üzerinde yürüdüğü çakıllarda koyu bir iz bırakıyor. Yanımızdan geçtiği sırada büyükbabam, “Aptal mısın nesin be adam!” diyor ve adam ona benim tekrar edemeyeceğim bir sözle karşılık veriyor.
Ben de yeni boyanmış ayakkabılarım ve cırtlak sesimle kibirli bir tavır takınıyorum. Cesur hissediyorum kendimi; çünkü büyükbabam elimi tutuyor: “Adam amma da aptalmış, değil mi büyükbaba?”
Ama büyükbabam, beni de sürükleyerek, ona yardım edebilmesi için durmasını söyleye söyleye adamın peşi sıra yürümeye başlamış bile.
1
SAHİL
Ruhun kırk günü, ölümden sonraki sabah başlar. Kırk günü başlamadan önceki ilk gece ruh, terini akıtmış olduğu yastıkların üstünde kıpırtısız yatar. Yaşayanların ellerini kavuşturup gözlerini kapamalarını, evden su gibi akıp gitmesin diye odayı duman ve sessizlik ile doldurmalarını ve onu kapılardan, pencerelerden ve yerdeki çatlaklardan uzak tutmaya çalışmalarını izler. Yaşayanlar ruhun gün ağardığında orayı terk ederek geçmişinde bulunduğu mekânlara doğru yola çıkacağını bilirler. Gençliğindeki okul ve yurt odalarına, askeri kışla ve meskenlere, yerle bir edilip yeniden yapılmış binalara; sevgi ve suçluluk duygusu, sıkınti ve sevinç, iyimserlik ve coşku uyandıran, başkalarına bir şey ifade etmese de onun güzel anılarını canlandıran yerlere doğru. Bazen bu yolculuk onu öyle yerlere götürür ki ruh geri dönmeyi unutur. Yaşayanlar bu yüzden kendi ritüellerini askıya alırlar. Hasret duygusunun onu evine yine geri getireceğini ve bir mesajla, bir işaretle ya da onları bağışlamış halde geri dönmesini sağlayacağını umarak, henüz serbest kalmış ruhu hoşça karşılamak için kırk gün boyunca temizlik yapmaz, çamaşır yıkamaz ya da ortalığı toplamaz ve onun eşyalarını yerinden oynatmazlar.
Eğer doğru yönlendirilirse, günler sonra çekmeceleri karıştırmak, dolapların içine bir göz atmak, bulaşıklığa, kapı ziline ve telefona yeniden bakarak yaşamış benliğinin sahip olduğu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKaplanın Karısı
- Sayfa Sayısı312
- YazarTéa Obreht
- ISBN9786055903336
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Abim Benjamin ~ Peter Carnavas
Abim Benjamin
Peter Carnavas
Luke ve abisi Benjamin, yaz tatillerini Lahana Ağacı Körfezi kıyılarında geçirirler. Daha sessiz sakin olan Luke kuşları gözlemleyip resimlerini çizer. Maceraperest ve cesur Benjamin...
- Güle Güle ~ A.S.King
Güle Güle
A.S.King
“Zekice. Komik ve kesinlikle özel.” Ellen Hopkins “Gerçekten dudak uçuklatan, harika bir kitap. Bayıldım!” Terry Trueman Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar...
- Oyuna Devam ~ Holly Chamberlin
Oyuna Devam
Holly Chamberlin
Yeniden başlamak için geç kaldığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz !.. Önce aşk, sonra evlilik ve ardından da sıkıcı ve sıradan bir hayat, sadakatsizlik, tatsız sürprizler ve...