“‘İki keredir benim hikâye anlatıcısı olduğumu söylüyorsun,” dedi; “ama ben Dünyazat’tan başka hiç kimseye hikâye anlatmadım, hem uyumadan önce ona anlattığım hikâyeler de herkesin bildiği şeyler. Kendi kendime uydurduğum tek hikâye şu hazinenin anahtarı hikâyesi ki onu da anladığım söylenemez…”
Binbir Gece Masalları’nın kahramanı Şehrazat’ın küçük kız kardeşi Dünyazat, kendisinin ve onu tutsak eden prensin kaderini elinde tutmaktadır. Medusa’yı öldüren yarı tanrı Perseus, kırk yaşında, sıradan bir ölümlü gibi orta yaş kriziyle baş etmeye çalışırken itibarı için de mücadele etmektedir. Bir zamanlar kanatlı at Pegasus’u evcilleştiren Bellerophontes ise kendini sürekli kuzeni Perseus’la mukayese ederken kahramanlık mitini güçlendirmeye çalışmaktadır.
John Barth, adını Bellerophontes tarafından öldürülen üç başlı canavar Khimaira’dan alan ve postmodern edebiyatın önemli yapıtlarından biri olan eserinde söz konusu üç hikâyeyi farklı bakış açılarıyla yeniden anlatıyor.
“Pırıltılı, büyülü bir eser… Barth’ın yazdığı en iyi kitap.”
National Review
Dünyazatname
1
“Tam o sırada her zamanki gibi ablamın sözünü kestim, ‘Hikâye anlatmakta üstüne yok Şehrazat. Sen Şah’la sevişip ona hikâyeler anlatırken yatağınızın ayakucunda oturduğum bininci gece bu; anlattığın son hikâye de bir cinin bakışı gibi beni yerime mıhladı. Tam bitirmeden önce böyle araya girmek aklımın ucundan bile geçmezdi, ama doğudan ilk horozun ötüşü geldi kulağıma, falan filan, hem Şah’ın da gün ağarmadan önce biraz olsun uyuması gerek. Keşke senin yeteneğin bende de olsaydı.’ Şehroş da her zamanki gibi karşılık verdi, ‘Sen mükemmel bir dinleyicisin Dünyazat. Ama bu daha bir şey değil; bekle de gör bak yarın akşam hikâye nasıl bitecek! Tabii şayet, bu haşmetli Şah, otuz üç ay on gündür niyetlendiği gibi kahvaltıdan önce beni öldürmezse.’ ‘Hıh’, dedi Şehriyar. ‘İlle de iyi eleştiriler alacağını zannetme; beni daha kandıramadın. Ama şu sonuncunun iyi olduğu konusunda kardeşine katılıyorum, o inişler çıkışlar, aslında doğru olduğu anlaşılan yalanlar, başka dünyalara kaçamaklar. Bunları nasıl uyduruyorsun hiç aklım ermiyor.’
‘Sanatçıların hileleri vardır,’ diye karşılık verdi Şehroş. Sonra üçümüz de birbirimize iyi geceler dedik, toplam altı iyi geceler. Sabah, abin, Şehroş’un öyküsünden büyülenmiş bir vaziyette saraya gitti. Babam da, koltuğunun altında palası, kızının kafasını kesmesi söyleneceği zannıyla bininciye saraya geldi; vezirlikte üstüne yoktur ama üç yılın gerginliği onu biraz sapıttırdı; hem saçları beyazladı hem de dul kaldı. İlk elli geceden sonra Şehroş ve ben, Şehriyar, ‘Allah biliyor ya hikâyenin sonunu duymadan onu öldürmeyeceğim,’ dediğinde ferahlıyorduk; ama babam her sabah şaşkına dönüyordu. Âdet olduğu üzere minnettarlığını dile getiriyordu; Şah âdet olduğu üzere bütün gününü huzuruna binleri kabul ederek, erkek erkeğe kâh bir şeyler emredip kâh bir şeyleri yasaklayarak geçiriyordu; o gider gitmez Şehroş’un yanına yatardım ve âdetimiz olduğu üzere günü uyuyarak ve sevişerek geçirirdik.
Birbirimizin dillerinden ve parmaklarından bıktığımızda hadım ağalarını, hizmetçileri, köleleri, evcil köpek ve maymunları alırdık odaya; son faslı da Şehroş’un harikalarıyla geçerdik: Bağdat’tan küçük, ağır toplar. Fildişi Adaları’ndan dildolar, falan filan. Ettiğim bir yemini bozmamak için ben Basra’dan gelen Anka kuşu şeklinde küçük bir aletle idare ederdim, ama Şehroş hiç sınır tanımazdı. En sevdiği hikâye, düğün gecesinde bir kızı kaçırıp, onu yedi çelik anahtarla kilitlenen bir hazine sandığına koyan, sonra sandığı kristal bir küreye koyup onu da okyanusun dibine yerleştiren domuz bir ifriti anlatan hikâyeydi. İfrit bunu kıza kendisinden başka hiç kimse sahip olmasın diye yapar. Ama ne zaman bütün bu alet edevatı kıyıya çekip yedi anahtarla kilitleri açsa ve onu dışarı çıkarıp ırzına geçse kucağında uykuya dalar; kız usulca altından kalkıp, oradan geçen bütün erkeklerle onu boynuzlar, kanıt olarak da adamların mühürlü yüzüklerini alır; hikâyenin sonunda kızın elinde tam beş yüz yetmiş iki tane yüzük birikmiştir ve aptal ifrit hâlâ onun sahibi olduğunu düşünüyordur! Aynı şekilde Şehroş da senin abini günde yüz kere boynuzluyordu:
Demek ki şimdiye kadar yüz bin boynuz filan olmuş. Aynı zamanda her gün hikâyesini başlatan ve bitiren hazine anahtarını sona saklıyordu. Üç yıl dört ay önce Şah Şehriyar her gece bir bakirenin ırzına geçip her sabah onu öldürmekteyken; insanlar Allah’a bütün hanedanı yerle bir etmesi için dua etmekteyken ve bir sürü aile kızlarını alıp kaçtığından Hindiçin adalarında düzülecek doğru düzgün genç kız kalmamışken benim ablam, Banu Sasan Üniversitesi’nde FenEdebiyat öğrencisiydi. Güzellik kraliçesi, öğrenci temsilcisi ve rekorlar kaydetmiş bir atlet olmasının yanı sıra bin kitaptan oluşan özel bir kütüphaneye ve kampüs tarihindeki en yüksek ortalamaya sahipti.
Doğu’daki bütün mezun dernekleri ona burs vermek için yarışıyordu – ama ülkedeki durum o kadar canını sıkmıştı ki Şehriyar’ın bütün kız kardeşlerimizi öldürmesini ve ülkeyi mahvetmesini engellemek için bir araştırma yapmak üzere son dönemde okuldan ayrıldı. İlk başta ilgilendiği siyaset bilimi onu hiçbir yere götürmedi. Şehriyar’ın gücü mutlaktı, subaylarının ve belli başlı bakanlarının (babamız gibi) kızlarına dokunmayıp kurbanlarını liberal entelektüeller ve diğer azınlıklar arasından seçerek orduyu ve kabineyi kendisine bağlıyor ve bir darbe olasılığını ortadan kaldırıyordu. Devrim söz konusu bile olamazdı, çünkü Şah’ın kadın düşmanlığı ifrata kaçmasa bile, bütün geleneklerimiz ve kurumlarımız tarafından alttan alta destekleniyordu ve katlettiği kızlar üst sınıflardan seçildiği müddetçe gerilla savaşı türünden bir şeye de zemin oluşmuyordu. Son olarak senin Semerkant’tan hemen yardımına koşacağın kesin olduğu için bir işgal ya da suikast da olası görünmüyordu: Şehroş senin intikamının Şehriyar’ın gecede–bir–bakire politikasından daha kötü olacağını tahmin etti. Bunun üzerine siyaset bilimini bir kenara bırakıp (ben de onun kitaplarını getiriyor, kalemlerini açıyor, çayını demliyor ve fişlerini düzenliyordum) psikolojiyi denedik – o da başka bir çıkmaz sokaktı.
Önce senin, karın tarafından boynuzlanmaya verdiğin tepkinin öfkeye kapılıp onu öldürmek, sonra da ümitsizliğe düşüp krallığını terk etmek olduğunu, Şehriyar’ın tepkisininse bunun tam aksi olduğunu belirledi; bunun da aranızdaki yaş farkından ve olayı ayrı zamanlarda fark etmenizden kaynaklandığını saptadı; söz konusu patolojinin bir ruhsal sorundan ziyade kültürden ve mutlak hükümdar konumundan kaynaklandığına karar verdi, falan filan. Yani buradan da bir şey çıkacağı yoktu. Her geçen gün daha da ümitsizliğe kapılıyordu; bekâreti bozulmuş ve kafası uçurulmuş Müslüman kızların sayısı dokuz yüzü geçmişti ve babamın adayları tükenmek üzereydi. Şehroş’un kendini düşündüğü yoktu – Şah’ın, vezirine ve kızının marifetlerine duyduğu saygı yüzünden kendisine dokunmadığını tahmin etmemiş olsaydı bile düşünmezdi kendini. Ama durumun iğrençliğinin yanı sıra, özellikle benim adıma endişeleniyordu.
Doğduğum günden itibaren, ki o zaman dokuz yaşındaymış, sanki onun kızıymışım gibi bana ihtimam göstermişti; anam babam olmasa da olurdu; aynı tabaktan yemek yer aynı yatakta uyurduk; kimse bizi ayıramazdı; hayatımın ilk on iki yılında bahse girerim bir saat bile ayrı kalmamışızdır. Ama ne onun kadar güzel ne de yetenekliydim – dahası ailenin en küçüğüydüm. Memelerim büyüyordu; âdet görmeye başlamıştım bile: Babamın Şehroş’u kurtarmak için beni feda etmesi an meselesiydi. Hiçbir şey işe yaramayınca, son çare olarak, her ne kadar aptalca görünse de ilk aşkı olan folklor ve mitolojiye döndü ve bulabildiği bütün bilmece/bulmaca/gizem motiflerini inceledi. ‘Bir mucizeye ihtiyacımız var Dünya,’ dedi (o bininci kez notlarına göz gezdirirken saçlarını örüyor ve boynuna masaj yapıyordum), ‘karşılaştığım yegâne cinler de yüzüklerde ya da lambalarda değil hikâyelerde boy gösteriyor.
Büyü kelimelerde –Abrakadabra, Açıl Susam Açıl, falan filan– ama bir hikâyede büyülü olan sözler diğerinde büyülü değil. Gerçek büyü hangi kelimelerin, ne zaman ve ne için işe yaradığını anlayabilmek; işin hilesi, hileyi öğrenmek.’ Heyecan dolu araştırmamız sürerken bu son cümle onun sloganı, hatta saplantısı haline geldi. Kendisi hikâye, Şehriyar da bakire stokunun sonuna yaklaştıkça, prensibinin doğru olduğuna gitgide daha fazla ikna oldu ama bütün dünya hikâyeleri arasında hiçbiri bunu doğrulamadığı ya da sorunu çözmek için nasıl kullanacağımızı göstermediği için ümitsizliğe kapılmaya başladı. ‘Anahtarını hiç kimsenin bulamadığı hazineler hakkında binlerce masal okudum,’ dedi bana; ‘bizim anahtarımız var ama hazineyi bulamıyoruz.’ Açıklamasını istedim. ‘Hepsi burada,’ dedi mürekkep hokkasını mı yoksa ona doğru uzattığı tüy kalemi mi kastettiğini anlayamadım.
Artık onu pek az anlıyordum; kriz büyüdükçe okumak yerine düş kurmaya başladı, kalemini de dünya edebiyatındaki Büyülü Anahtar motiflerini not etmek yerine alfabemizin harflerini rasgele çiziktirmek ve kendini kaşımak için kullanıyordu. ‘Küçük Dünya,’ dedi düşteymişçesine ve beni öptü: ‘Varsayalım ki bütün bu vaziyet okuduğumuz bir hikâyenin olay örgüsü olsun, sen, ben, babam ve Şah da hikâye kişileri. Bu hikâyede, Şehrazat, Şah’ın kadınlar hakkındaki fikirlerini değiştirip onu sakin, sevgi dolu bir kocaya dönüştürmenin bir yolunu buluyor. Böyle bir hikâye düşünmek zor değil, di mi? Şimdi, bulduğu çözüm ne olursa olsun –ister bir tılsım, ister cevabı içeren büyülü bir hikâye, ister büyülü herhangi bir şey– iş gelip okuduğumuz hikâyedeki belli sözcüklere bağlanıyor, di mi?
Bu sözcükler de alfabemizin harflerinden oluşuyor: Şu kalemle çizebileceğimiz iki düzine kıvrık çizgi. Anahtar bu, Dünya! Erişebilirsek, hazine de bu! Sanki – sanki hazinenin anahtarı, hazine!’ O bu son kelimeleri söyler söylemez kütüphanemizin ortasında bir cin belirdi. Şehroş’un uyumadan önce okuduğu hikâyelerdeki şeylerden hiçbirine benzemiyordu: Bir kere korkutucu değildi ama bayağı tuhaf görünüyordu: Kırk yaşlarında açık tenli birisi, sinek kaydı tıraş olmuş, Anka kuşunun yumurtası gibi kabak kafalı. Kıyafetleri sade ama bir acayipti; uzun boylu ve sağlıklıydı, gözüne taktığı çerçeveli tuhaf camlar dışında oldukça hoş bir görünüşü vardı.
O da bizler kadar ürkmüş görünüyordu –Şehroş’un elindeki kalemi düşürüp eteklerini toplayışını bir görseydin!– ama çok geçmeden korkusunu yendi ve önce ikimize sonra da elindeki küçük büyülü çomağa bakarak dostça gülümsedi. ‘Sen gerçekten de Şehrazat mısın?’ diye sordu. ‘Hiç bu kadar net ve gerçekçi bir rüya görmemiştim! Sen de küçük Dünyazat olmalısın – tam hayal ettiğim gibisiniz! Korkmayın: Sizi böyle görmenin ve sizinle konuşmanın benim için ne demek olduğunu anlatamam; rüyada olsam bile rüyam gerçekleşti. İngilizce anlayabiliyor musunuz? Ben hiç Arapça bilmiyorum. Şu işe bak, bunun gerçek olduğuna inanamıyorum!’ Şehroş ve ben birbirimize baktık.
Cin tehlikeli görünmüyordu; sözünü ettiği dilleri bilmiyorduk; söylediği bütün sözcükler bizim dilimizdeydi ve Şehroş, onun kaleminden mi yoksa sözcüklerinden mi geldiğini sorunca soruyu anlamış gibi gözüktü ama cevabı bilmiyordu. Dünyanın öte tarafındaki bir ülkede yaşayan bir hikâye yazarı olduğunu söyledi yani eski bir hikâye yazarı. Anladığımıza göre bir zamanlar ülkesindeki insanlar okumaktan hoşlanıyorlarmış; ama şimdilerde iyi edebiyatın yegâne okuyucuları eleştirmenler, diğer yazarlar ve kendi hallerine bırakıldıklarında müzik ve resmi kelimelere tercih eden isteksiz öğrencilermiş. Kalemi (o büyülü çomak, daha doğrusu içinde büyülü bir mürekkep haznesi olan o büyülü divit) kurumak üzereymiş; ama geceleyin bu ilk sohbetimizi yeniden kurarken o mu edebiyatı bırakmış yoksa edebiyat mı onu bir türlü hatırlayamadık, çünkü ya onun ya da bizim zihinlerimizde bir dizi kriz iç içe geçmiş gibiydi. Şehriyar’ınki gibi Cin’in hayatı da karman çormandı ama kadınlara karşı bir husumet beslemek şöyle dursun, bir çift hatuna delicesine vurulmuş ve ancak bu yakınlarda aralarında bir seçim yapmayı başarabilmişti.
Mesleği de bir durgunluk dönemine girmişti, dönebileceği bir yol olduğunu sezse buna bir dönüm noktası demek işine gelecekti: Geçmişte yaptıklarını ne reddetmek ne de tekrar etmek istiyordu; tek arzusu onların ötesine geçip öncelemedikleri bir geleceğe kavuşmak ve her nasılsa, aynı zamanda anlatının esas kaynaklarına dönmekti. Şehriyar sorununu nasıl çözeceğimiz bizim için ne kadar muğlaksa bu işi yapmayı nasıl başaracağı da onun için o kadar muğlaktı – hatta çok daha fazla, çünkü çektiği güçlüklerin ne kadarının kendi zaafları, yaşı, konumu ve kişisel değişiminden; ne kadarının bulunduğu çağdaki ve yerdeki edebiyatın genel gerilemesinden; ne kadarının ülkesini (ve iddiasına göre insanlığı) kuşatmış olan diğer krizlerden kaynaklandığını bilmiyordu. Dediğine göre bu krizler bizimkiler kadar ümitsiz ve sorunluydu ve büyük sanat eserleri oluşturmak için gereken zihin açıklığına ya da onları değerlendirmek için gereken sükûnete düşmandılar. Bu sorunlara kendini öylesine kaptırmıştı ki işi, hayatı, her şeyi bir duraklama noktasına gelmişti.
Dostlarından, ailesinden ve işinden (bir edebiyat doktoruydu) ayrılmış ve bataklıklarda inzivaya çekilmişti, sadece ona en bağlı olan sevgilisi geliyordu oraya. ‘Projem,’ dedi, ‘eskiden nerede olduğumu – hepimizin nerede olduğunu gözden geçirerek şu an nerede olduğumu keşfedip buradan nereye gideceğimi öğrenmek. Maryland bataklıklarında öyle bir salyangoz var ki –belki de onu ben uydurdum– önüne ne gelirse kendi salgılarıyla yapıştırarak yapıyor kabuğunu, aynı zamanda içgüdüsel olarak kabuğu için en uygun maddelerin bulunduğu tarafa doğru yöneliyor; tarihini sırtında taşıyor, onun içinde yaşıyor, büyüdükçe içinde bulunduğu andan ona yeni ve daha geniş halkalar ekliyor. Ben de o salyangozun hızıyla gidiyorum – ama durmadan daire çizerek kendi izimi sürüyorum!
Okumayı yazmayı bıraktım; kim olduğumu bilmiyorum; ismim bir harf yığınından başka bir şey değil; edebiyat da öyle: Bir sıra harf, bir sıra boşluk, anahtarını kaybettiğim bir şifre.’ Burnunun üzerindeki o tuhaf camları yukarı itti –sık sık yaptığı bu harekete gülmeden edemiyordum ve sırıttı. ‘Neredeyse bütün edebiyat. Anahtar diyorum da, sanırım buraya bu yüzden geldim.’ Sonra Şehroş’un kaleminden mi yoksa sözlerinden mi çıktığı sorusuna cevaben araştırmalarının, onunkiler gibi, kendisini bir açmaza götürdüğünü söyledi; hemen elinin altında yeni bir kurmaca hazinesinin yattığını hissediyordu, anahtarı bir bulabilseydi. Bu benzetme üzerinde öylesine düşünürken, içine battığını hissettiği notlar bataklığına, aradığı hazine anahtarının hazinenin kendisi olduğunu fark eden bir adamla ilgili bir hikâye taslağı daha eklemiş. Bunun nasıl bir şey olduğunu (ve onu kuşatan bütün sorunlara rağmen hikâyeyi nasıl anlatacağını) düşünmeye fırsat bulamamış, çünkü kâğıdın üzerine hazinenin anahtarı hazinedir kelimelerini yazar yazmaz kendini bizim karşımızda bulmuş ne kadarlığına, ne için, ya da nasıl olduğunu hiç bilmiyordu, sadece dünyada en sevdiği hikâyecinin Şehrazat olduğunu söyledi. ‘Amma da çenem düştü!’ diye bitirdi sözlerini gülerek. ‘Kusura bakmayın!’
‘Ablam bir süre düşündükten sonra, kafa yordukları şeylerin tuhaf bir biçimde çakışarak ikisini de aynı muammalı formüle çıkarmasının, Cin’in kütüphanesine ışınlanmasıyla bir ilgisi olduğunu öne sürdü. İşler sarpa sararsa beni kurtarmak için, tersine bir ışınlanmanın başarılıp başarılmayacağını denemeye can attığını söyledi; kendisine gelince, bu iş ilgisini çekse bile ülkesini kasıp kavuran kadın kıyımından hayalî kaçışlar yapacak vakti yoktu: Her ne kadar takdire şayan olsa da bu büyünün ikisinin de sorunlarını çözemeyeceğini düşünüyordu.
‘Ama çözümün kendi ellerimizde olduğunu biliyoruz!’ diye bağırdı Cin. ‘İkimiz de hikâyeler anlatıyoruz: Bunun hazinenin anahtarının hazine olmasıyla bir ilgisi olduğunu en az benim kadar kuvvetle seziyor olmalısın.’ Ablam burun deliklerini kıstı. ‘İki keredir benim hikâye anlatıcısı olduğumu söylüyorsun,’ dedi; ‘ama ben Dünyazat’tan başka hiç kimseye hikâye anlatmadım, hem uyumadan önce ona anlattığım hikâyeler de herkesin bildiği şeyler. Kendi kendime uydurduğum tek hikâye şu hazinenin anahtarı hikâyesi ki onu da anladığım söylenemez…’ ‘Aman Allahım!’ diye bağırdı Cin. ‘Yani daha bin bir geceye başlamadın mı?’ Şehroş sertçe başını salladı. ‘Bildiğim yegâne bin gece bizim domuz şahın Müslümanların bakire kızlarını öldürdüğü bin gece.’ Gözlüğünü çıkaran ziyaretçimiz bunu duyunca o kadar heyecanlandı ki bir süre konuşamadı.
Sonra ablamın elini tuttu ve hayatı boyunca ona hayranlık beslediğini söyleyerek ikimizi de şaşkına çevirdi, bu sözleri yanaklarımızı kızartmıştı. Demesine göre seneler önce, eğitimini sürdürebilmek için üniversite kütüphanesinde çalışan beş parasız bir öğrenciyken, Şehrazat’ın Şah Şehriyar’ı oyalamak için anlattığı hikâyeleri okur okumaz ona büyük bir tutkuyla bağlanmıştı ve bu tutku o kadar güçlenmişti ki diğer ‘gerçek’ kadınlarla ilişkileri ona sahte, yirmi yıllık evliliği Şehrazat’a karşı yapılmış uzatmalı bir sadakatsizlik; kendi yazıları da basit taklitler, ablamın Binbir Gece’sindeki gerçek hazinenin solgun kopyaları gibi gelmişti.
‘Şah’ı oyalamak!’ dedi Şehroş. ‘Bunu düşünmüştüm! Babam, ülke çöküntüye uğramadan Şehriyar’ın bu işe bir son vermek istediğine inanıyor, ama erkek kardeşi karşısında mahcup duruma düşmemek için bir bahaneye ihtiyacı varmış. Onunla sevişmeyi, sonra ona heyecanlı hikâyeler anlatmayı, beni öldüremeyecek kadar iyi tanıyana kadar da hikâyelerin sonunu ertesi geceye bırakmayı düşünmedim değil. Hatta o ve kardeşinden çok daha büyük zorluklarla karşılaştıkları halde intikam hırsına kapılmayan şahlarla ilgili hikâyeleri de araya sokuşturacaktım; ya da vefalı âşıklar ya da karılarını kendilerinden çok seven kocalarla ilgili. Ama kim inanır! Hem hangi hikâyenin işe yarayacağı ne belli? Hele o ilk birkaç gecede! Belki rahatlamak için iki-üç gün bana dokunmaz; ama sonra kendini bıraktığı için öfkelenip eski politikasına geri döner. Ben de bu fikirden vazgeçtim.’ Cin gülümsedi; ne düşündüğünü ben bile anlamıştım. ‘Ama kitabı okuduğunu söyledin!’ diye bağırdı Şehroş. ‘Öyleyse içinde hangi hikâyelerin, ne sırayla anlatıldığını hatırlıyorsundur!’ ‘Hatırlamama gerek yok,’ dedi Cin. ‘Hikâye yazdığım seneler boyu kitabın, çalışma masamın üzerinden eksik olmadı. Sadece orada tutmakla bile, binlerce kez faydalandım ondan.’
Şehroş kendisinin sözde anlatmış olduğu, daha doğrusu anlatacağı hikâyeleri Cin’in uydurup uydurmadığını sordu. ‘Nasıl uydurayım ki?’ dedi Cin gülerek. ‘Ancak on iki yüzyıl sonra doğacağım! Hem onları sen de uydurmadın; sözünü ettiğin, şu ‘herkesin anlattığı’ eski hikâyeler onlar; “Denizci Sinbad”, “Alaaddin’in Lambası”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”…’ ‘Başka neler var?’ diye bağırdı Şehroş. ‘Hangi sırayla? “Ali Baba” hikâyesini bilmiyorum ki! Kitap yanında mı? Karşılığında her şeyimi veririm!’ Büyülü kelimeleri yazarken kitabını elinde tuttuğu ve onu düşündüğü halde kitap onunla birlikte kütüphaneye ışınlanmadığına göre, büyü tekrarlansa bile ona bir kopya veremeyeceği sonucunu çıkardığını söyledi Cin. Ama çerçeve hikâye dediği şeyi gayet iyi hatırlıyordu:
Şehriyar’ın kardeşi Şahzaman’ın, karısının sadakatsizliğini fark edip onu öldürüşünü, Semerkant krallığını terk edip Şehriyar’ın yanına, Hindiçin adalarında yaşamaya gelişini; Şehriyar’ın karısının da bir o kadar sadakatsiz olduğunu öğrenince kardeşlerin çölde inzivaya çekilmelerini, ifrit ve kaçırdığı kadınla karşılaşmalarını, bütün kadınların sadakatsiz olduğuna karar verip her gece bir bakirenin ırzına geçme ve sabaha onu öldürme sözü vererek krallıklarına geri dönmelerini; Vezir’in kızı Şehrazat’ın, babasına karşı gelerek bu kıyımı durdurmak için gönüllü olmasını ve –seksle uyku arasındaki o can alıcı noktada ondan bir hikâye anlatmasını isteyen ve gün ışımadan önce, tam en heyecanlı yerinde hikâyeyi keserek Şah’ın merakını kabartan– kardeşi Dünyazat’ın yardımıyla Şehriyar’ın yanında onun kalbini kazanacak, aklını başına getirecek ve ülkeyi çökmekten kurtaracak kadar uzun zaman kalabilmesini. Ablamı kucaklayıp ona yardım etmeme izin vermesi için yalvardım. Başını salladı: ‘Anlatmam gereken hikâyeleri sadece bu Cin okumuş, o da hatırlamıyor.
Dahası kaybolmaya başladı bile. Hazinenin anahtarı hazine olsa bile, onu hâlâ ele geçiremedik.’ Gerçekten de kaybolmaya başlamıştı; ama Şehroş o büyülü cümleyi söyler söylemez geri döndü, öncesinden daha da fazla sırıtıyordu, tam biz kaybolmaya başladığımızda ve kendi odası belirmeye başladığında aynı kelimeleri düşündüğünü söyledi. Öyle anlaşılıyordu ki, hazinenin anahtarının hazine olduğunu aynı anda düşünerek Şehroş’la ikisi büyüyü tekrar edebileceklerdi. Anlaşılan bütün dünya tarihinde bunu düşünmüş olan yegâne iki kişi onlardı. Dahası, deyim yerindeyse uyanıp da kendini Amerika’nın bataklıklarında bulduğunda Binbir Gece’nin birinci cildinin açık duran içindekiler sayfasına şöyle bir göz atma fırsatı bulmuş ve ilk hikâyenin ‘Tacir ile İfrit’ adındaki çok bölümlü bir hikâye olduğunu saptamıştı – eğer yanlış hatırlamıyorsa, bu hikâyede öfkeli bir ifrit, bazı şeyhler hikâyelerini anlatana kadar masum bir tacirin ölümünü erteliyordu. Şehrazat ona teşekkür etti, başlığı bir yere yazdı ve ciddi bir havayla kalemini masaya bıraktı. ‘Kız kardeşlerimi, ülkemi ve deliliğine yenik düşmeden önce Şah’ı kurtarmak sadece senin elinde,’ dedi.
‘Yapman gereken tek şey, bana gelecekten geçmişin hikâyelerini getirmek. Ama belki alttan alta Şah’ın kadınlar hakkındaki duygularını paylaşıyorsundur.’ ‘Hiç de değil!’ dedi Cin sıcak bir sesle. ‘Şu anahtar hilesi işe yararsa, senin hikâyelerini sana anlatmaktan onur duyarım. Tek yapmamız gereken belli bir saat kararlaştırıp büyülü kelimeleri aynı anda yazmamız.’ Ellerimi çırptım – ama Şehroş’un yüzünde hâlâ soğuk bir ifade vardı. ‘Sen bir erkeksin,’ dedi; ‘bir kadının ihtiyaç duyduğu bir hazinenin anahtarını elinde tutan her erkeğin istediği şeyi istiyorsundur herhalde.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKhimaira
- Sayfa Sayısı312
- YazarJohn Barth
- ISBN9789750763489
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gözlerini Sımsıkı Kapat ~ John Verdon
Gözlerini Sımsıkı Kapat
John Verdon
SANA BİR SÜRPRİZİM VAR… GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında,...
- Kulübemiz Tehlikede! ~ Jean-Claude Lalumière
Kulübemiz Tehlikede!
Jean-Claude Lalumière
Bernie ve arkadaşları Félix, Pierre, Simon, Quentin ve Hugo’nun bir dertleri vardır: Yaşadıkları kasabanın yakınlarına yapılacak yeni otoyol, ormandaki kulübelerinin tam ortasından geçecektir. Burası...
- Böcekleri Seven Kadın ~ Selja Ahava
Böcekleri Seven Kadın
Selja Ahava
1600’lü yıllarda dünyaya gelen Maria çocukluğundan beri böceklerle haşır neşir olmakta ve sanatla ilgilenmektedir. Etrafındaki dünya değişirken Maria böceklerin evrelerini resmetmeye, onlarla ilgili kayıtlar...