Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kilitli Oda / New York Üçlemesi 3
Kilitli Oda / New York Üçlemesi 3

Kilitli Oda / New York Üçlemesi 3

Paul Auster

Paul Auster Kilitli Oda’da kahramanlarını soyut ya da somut kilitli odalara sokarak, özgürlüklerini ancak oradan kaçmakla elde edebilecekleri bir dünya kuruyor. Romanın kahramanı, romancı…

Paul Auster Kilitli Oda’da kahramanlarını soyut ya da somut kilitli odalara sokarak, özgürlüklerini ancak oradan kaçmakla elde edebilecekleri bir dünya kuruyor. Romanın kahramanı, romancı olmayı isteyen ama o yaratıcı yeteneğe sahip olmayan biri. Umutsuzluğunun son noktasına geldiği sırada çocukluk arkadaşı olan ama uzun zamandır görmediği bir yazar, geride karısını, çocuğunu ve kilit altında sakladığı roman, oyun ve şiir dosyalarını bırakarak ortadan kayboluyor. Romancı olmaya heveslenen kahramanımız kaybolan kişinin kimliğiyle özlediği şan ve şöhrete kavuşabilir mi? yoksa kendi kurduğu bir tuzağın tutsağı mı olur? Paul Auster polisiye tadındaki bu romanında benliğin kilitli kapılarını zorluyor.

1

Şim­di ba­na Fans­ha­we hep vardı gi­bi ge­li­yor. Be­nim için her şe­yin baş­ladığı yer o, o ol­ma­saydı ben kim ol­duğu­mu pek bi­le­mez­dim.Tanıştığımızda he­nüz ko­nu­şamıyor­duk bi­le, alt­larında bez­ler­le çi­men­ler­de sürünen iki be­bek­tik, ye­di yaşına gel­di­ği­miz­de par­mak­larımızın ucunu iğ­ney­le de­lip öle­ne ka­dar kan kar­de­şi ol­muş­tuk. Şimdi ne za­man ço­cuk­lu­ğu­mu düşünsem Fan­sha­we’u görüyo­rum.Yanımda olan, düşünce­le­ri­mi pay­la­şan oy­du, gözle­ri­mi kaldırıp baktığımda gördüğüm oy­du.

Ama bu çok za­man öncey­di. Büyüdük, farklı yer­le­re git­tik, bir­bi­ri­miz­den kop­tuk. Bun­da tu­haf olan bir şey yok, sanırım.Ya­şam­larımız bi­zi alıp de­net­le­ye­me­ye­ce­ğimiz bi­çim­de sürükler ve he­men he­men her şey de­ği­şir. Biz ölünce her şey de ölür, ölüm her gün ya­şadığımız bir şey­dir.

Ye­di yıl önce­ki kasım ayında Sop­hie Fans­ha­we adlı bir kadından bir mek­tup aldım. “Siz be­ni tanımazsınız,” di­ye başlıyor­du mek­tup, “si­ze böyle dam­dan düşer gi­bi yaz­dığım için de özür di­le­rim. Ama bazı şey­ler ol­du, bu ko­şul­lar altında baş­ka se­çe­ne­ğim kal­madı.” Kadının Fans­ha­we’un karısı ol­du­ğu or­ta­ya çıktı. Ko­casıyla bir­lik­te büyüdüğümü bi­li­yor­du, New York’ta ya­şadığımı da, dergi­ler­de yayımla­nan yazılarımdan pek ço­ğu­nu oku­muş­tu.

Kadın, açıkla­mayı ikin­ci pa­rag­ra­fa bırakmıştı; doğ­rudan, lafı döndürüp do­laştırma­dan söylüyor­du.“Fan­shawe or­ta­dan kay­bol­du,” di­yor­du, “onu son gördüğümden bu ya­na altı ay­dan faz­la ol­du.” Bun­ca za­man hiç ha­ber çıkmamıştı Fans­ha­we’dan, ne­re­de ola­bi­le­ce­ği hakkında en ufak bir ipu­cu yok­tu. Po­lis izi­ni bu­la­mamıştı, onu bulması için tut­tu­ğu özel dedektif de eli boş dönmüştü. Kesin bir şey ol­ma­masına rağ­men görünen köy kıla­vuz is­temez­di: Fans­ha­we ölmüş ol­malıydı; ge­ri dönme­si­ni bek­leme­nin an­lamı yok­tu. Bütün bun­ların ışığında kadının be­nim­le ko­nuş­mak is­te­di­ği çok önem­li bir şey vardı, acaba onun­la görüşme­yi ka­bul eder miy­dim.

Bu mek­tup içim­de bir di­zi küçük şo­ka ne­den ol­du. Bir de­fa­da haz­me­de­me­ye­ce­ğim ka­dar çok bil­gi içe­ri­yordu; pek çok güç be­ni de­ği­şik yönle­re çe­kiş­ti­ri­yor­du. Fansha­we dam­dan düşer­ce­si­ne ye­ni­den ha­yatıma gir­miş­ti. Ama adı günde­me ge­lir gel­mez yi­ne kay­bo­lup git­miş­ti. Ev­len­miş­ti, New York’ta otur­muş­tu – onun hakkında bildik­le­rim bu ka­dardı. Be­nim­le te­mas kur­ma zah­me­ti­ne gir­me­di­ği için ona kırılmak­la ben­cil­lik edi­yor­dum. Bir te­le­fon, bir kart­pos­tal, es­ki günle­ri an­mak için içi­le­cek bir ka­deh iç­ki; bun­ları ayar­la­mak zor ol­ma­sa ge­rek­ti ama ben de onun ka­dar suç­luy­dum. Fan­shawe’un an­ne­si­nin ne­re­de otur­du­ğu­nu bi­li­yor­dum, ar­ka­daşımı bul­mak is­tesey­dim an­ne­si­ne so­ra­bi­lir­dim. İşin aslı şuy­du ki Fan­shawe’u def­te­rim­den sil­miş­tim. Her­ke­sin ken­di yo­lu­na git­ti­ği da­ki­ka­dan baş­la­ya­rak o be­nim için ölmüştü, artık geç­mi­şi­me ait­ti, bugünüme de­ğil. İçim­de taşıdığım bir ha­ya­let­ti, ta­rihönce­si bir ha­yal, ar­tık ger­çek ol­ma­yan bir nes­ney­di. Onu en son ne za­man gördüğümü anımsa­maya çalıştım, ama hiç­bir şey net de­ğil­di. Bir­kaç da­ki­ka düşünce­le­rim ora­dan ora­ya do­laştı, son­ra du­ra­kaldı, ba­ba­sının öldüğü güne odak­landı. O sıra­lar­da li­se­ye gi­di­yorduk, ol­sa ol­sa on ye­di yaşındaydık.

Sop­hie Fans­ha­we’a te­le­fon edip uy­gun bir za­man­da ken­di­si­ni zi­ya­ret et­mek­ten mem­nun ola­cağımı söyledim. Er­te­si günde ka­rar kıldık, Fans­ha­we’dan bir ha­ber al­madığımı, ne­re­de ol­du­ğu hakkında bir fik­rim ol­ma­dığını söyle­me­me rağ­men kadının se­si min­net­tar ol­du­ğunu bel­li edi­yor­du. Sop­hie Fans­ha­we, Chel­sea’de kırmızı tuğ­la­dan bir ki­ra evin­de otu­ru­yor­du, mer­di­ven boş­lukları ka­ranlık, du­var­larında­ki ba­da­na ta­ba­ka ta­ba­ka kalkmış, es­ki, asansörsüz bir bi­naydı bu­rası. Rad­yo ses­le­ri, kav­ga­lar ve si­fon gürültüle­ri arasında onun katına çıkan beş kat mer­di­ve­ni tırmandım, so­lu­ğu­mu düze­ne sok­mak için bi­raz dur­duk­tan son­ra kapıyı tıklattım. Kapıda­ki gözet­le­me de­li­ğin­den bir göz ba­na baktı, çe­ki­len sürgüle­rin takırtısı du­yul­du, son­ra karşımda Sop­hie Fans­ha­we’u bul­dum, ku­cağında küçük bir be­bek tu­tu­yor­du. O be­ni gül­ümse­ye­rek içe­ri da­vet eder­ken be­bek onun uzun, kah­ve­ren­gi saç­larını çe­kiş­ti­ri­yor­du. Bu saldırıdan ya­vaşça ken­di­ni kur­tardı, ço­cu­ğu iki eliy­le tut­tu ve yüzü ba­na ba­ka­cak bi­çim­de çe­vir­di. Ço­cu­ğun Ben ol­du­ğu­nu söyledi, Fans­ha­we’un oğ­luy­du, do­ğalı an­cak üç bu­çuk ay olmuş­tu. Kol­larını sal­la­yan, çe­ne­sin­den aşağı be­yazımsı sal­ya­lar akıtan be­be­ğe bayılmış gi­bi yaptım, ama an­ne­si da­ha çok il­gi­mi çek­miş­ti. Fans­ha­we şanslı adamdı. Ka­dın çok güzel­di, zekâ do­lu si­yah gözle­ri vardı, dim­dik bakışları ne­re­dey­se vah­şiy­di. Zayıftı, or­ta boy­lu sayılırdı, hare­ket­le­ri ağırdı, bu da ona hem şeh­vet­li hem de hep tetik­te bir ha­va ve­ri­yor­du, san­ki dünya­ya için­de taşıdığı de­rin bir tem­ki­nin tam mer­ke­zin­den bakıyor­du. Hiç­bir er­kek bu kadını is­te­ye­rek terk et­mez­di, üste­lik onun çocu­ğu­nu do­ğur­mak üze­rey­ken. Bu ka­darı ke­sin­di be­nim için. Da­ha eve adımımı at­ma­dan Fans­ha­we’un mut­la­ka ölmüş ol­ması ge­rek­ti­ği­ni bi­li­yor­dum.

De­mir­yo­lu­nun ke­narında dört odalı bir dai­rey­di, pek az eş­yay­la döşen­miş­ti, bir oda ki­tap­la­ra ve bir çalış­ma ma­sasına ayrılmıştı, ikin­ci­si sa­lon ola­rak hiz­met ve­riyor­du, son iki­si de ya­tak odasıydı. Her şey dökülüyor­du ama düzen­li bir ev­di, ge­nel ola­rak bakıldığında ra­hatsız de­ğil­di. En azından Fans­ha­we’un za­manını pa­ra ka­za­narak har­ca­madığını kanıtlıyor­du.An­cak ben es­ki püskülüğe bu­run kıvıra­cak bi­ri de­ğil­dim. Be­nim evim bun­dan da­ha kas­vet­li, da­ha ka­ranlıktı, her ay ki­rayı denk­leş­tirmek için nasıl ça­ba­la­mak ge­rek­ti­ği­ni bi­li­yor­dum.

Sop­hie Fans­ha­we ba­na otu­ra­cak bir kol­tuk göster­di, bir fin­can kah­ve hazırladı, son­ra da ep­ri­miş ma­vi ka­nepe­ye otur­du. Ku­cağında be­bek­le ba­na Fans­ha­we’un kaybo­lu­şu­nun öyküsünü an­lattı.

Üç yıl önce New York’ta tanışmışlardı. Bir ay geçme­den bir­lik­te ya­şa­ma­ya baş­lamışlar, bir yıla var­ma­dan da ev­len­miş­ler­di. “Fans­ha­we’la ya­şa­mak ko­lay de­ğil­di,” de­di Sop­hie, ama onu sev­miş­ti, Fans­ha­we’un tu­tu­munda da Sop­hie’yi sev­me­di­ği­ni göste­re­cek en ufak bir şey ol­mamıştı. Mut­lu ol­muş­lardı; Fans­ha­we be­be­ğin do­ğumu­nu he­ves­le bek­li­yor­du; hiç­bir ge­çim­siz­lik­le­ri yok­tu. Ni­san ayında bir gün, Fans­ha­we ona öğle­den son­ra an­nesi­ni görmek üze­re New Jer­sey’e gi­de­ce­ği­ni söyle­miş­ti, son­ra da ge­ri dönme­miş­ti. Sop­hie o ge­ce geç sa­at­ler­de kayınva­li­de­si­ne te­le­fon et­ti­ğin­de, Fans­ha­we’un onun evi­ne hiç git­me­di­ği­ni öğren­miş­ti. Da­ha önce hiç böyle bir şey ol­mamıştı, ama Sop­hie bi­raz bek­le­me­ye ka­rar ver­miş­ti. Ko­cası or­ta­lar­da görünme­yin­ce or­talığı aya­ğa kaldıran eş­ler­den ol­mak is­te­mi­yor­du, ayrıca Fans­ha­we’un baş­ka er­kek­ler­den da­ha faz­la özgürlük alanına ge­rek­si­nim duy­ ­du­ğu­nu bi­li­yor­du. Hat­ta ko­cası eve döndüğünde ona soru sor­ma­ma­ya bi­le ka­rar ver­miş­ti. Ama ara­dan bir haf­ta geç­miş, son­ra bir haf­ta da­ha geç­miş, so­nun­da Sop­hie poli­se baş­vur­muş­tu. Tah­min et­ti­ği gi­bi po­lis­ler onun so­runu­nu faz­la cid­di­ye al­mamışlardı. Suç iş­len­di­ği­ne iliş­kin or­ta­da bir kanıt ol­madığı süre­ce ya­pa­cak­ları pek bir şey yok­tu. Ne de ol­sa ko­ca­lar her gün eş­le­ri­ni terk eder­ler­di, pek ço­ğu da bu­lun­mak is­te­mez­di. Po­lis bi­raz ru­tin araştırma yaptı, hiç­bir şey el­de ede­me­di, son­ra da So­phie’ye özel dedektif tut­masını öner­di­ler. Mas­raf­ları üst­len­me­yi tek­lif eden kayınva­li­de­si­nin yardımıyla Qu­inn adında biri­ni tut­tu. Qu­inn beş-altı haf­ta ka­dar bu va­ka üze­rin­de se­bat­la çalıştı, ama so­nun­da işi bıraktı ve da­ha faz­la para­larını al­mak is­te­me­di. Sop­hie’ye, Fan­sha­we’un büyük olasılıkla hâlâ ülke­de bu­lun­du­ğu­nu, ama ölü mü di­ri mi ol­du­ğu­nu bi­le­me­ye­ce­ği­ni söyle­di. Qu­inn şar­la­tan de­ğil­di. Sop­hie onu sem­pa­tik bul­muş­tu, ger­çek­ten yar­dımcı olmak is­te­yen bir adamdı, son kez Sop­hie’yi zi­ya­re­te geldi­ğin­de Sop­hie onu ver­di­ği ka­rar­dan döndüre­me­ye­ce­ğini an­ladı. Yapıla­cak bir şey yok­tu. Fan­s­ha­we, So­phie’yi terk et­me­ye ka­rar ver­miş ol­sa tek bir sözcük et­me­den çe­kip git­mez­di. Ger­çek­ler­den kaç­mak, hoş ol­ma­yan yüzleş­me­ler­den kaçınmak onun ya­pa­cağı bir şey de­ğil­di. Orta­dan kay­bol­masının bir tek an­lamı ola­bi­lir­di: Başına korkunç bir şey gel­miş­ti.

Sop­hie yi­ne de bir şey­ler ola­bi­le­ce­ği­ne inanıyor­du. Bel­lek kaybı va­ka­ları hakkında yazılar oku­muş­tu, bir süre bu ko­nu umarsız bir olasılık ola­rak onu pen­çe­si­ne aldı: Fans­ha­we’un, kim ol­du­ğu­nu bil­me­den bir yer­ler­de yal­pa vu­ra vu­ra do­laştığını düşünüyor­du, ha­yatı elin­den alınmış ama yi­ne ha­yat­ta ola­rak, bel­ki de kim ol­du­ğu­nu anımsa­mak üze­rey­di. Ara­dan haf­ta­lar geç­ti, so­nun­da gebe­lik süre­si­nin bi­ti­mi yak­laş­ma­ya baş­ladı. Do­ğu­ma bir ay­dan da­ha az kalmıştı, ya­ni be­bek her an do­ğa­bi­lir­di, Sop­hie ya­vaş ya­vaş doğ­mamış ço­cu­ğun­dan baş­ka bir şey düşünme­me­ye baş­ladı, san­ki için­de artık Fans­ha­we’a yer kal­mamıştı.Ya­şadığı duy­gu­yu tanımla­mak için kul­lan­dığı sözcükler bun­lardı –için­de artık yer kal­mamıştı– son­ra bu de­di­ği­nin büyük olasılıkla her şe­ye rağ­men Fan­shawe’a öfke­li ol­du­ğu an­lamına gel­di­ği­ni söyle­di ba­na, ken­di­si­ni terk et­ti­ği için öfke­liy­di, bu Fans­ha­we’un su­çu olma­sa da. Bu ifa­de­nin dürüstlüğü et­ki­le­di be­ni. Da­ha önce hiç kim­se­nin, ken­di duy­gu­ları hakkında böy­le ko­nuştu­ğu­nu duy­mamıştım, böyle­si­ne sözünü sakın­ma­dan, alı­şılmışın dışında Tanrı’ya böyle­si­ne karşı ge­le­rek. Şim­di bu­nu ya­zar­ken, da­ha o ilk günde bi­le dünya­da­ki bir delik­ten kayıp geç­ti­ği­mi, da­ha önce hiç bu­lun­madığım bir ye­re düşmek­te ol­du­ğu­mu fark edi­yo­rum.

“Bir sa­bah,” di­ye de­vam et­ti Sop­hie, sıkıntılı bir gece­nin sa­bahında uyanmış ve Fans­ha­we’un ge­ri dönmeye­ce­ği­ni an­lamış. Ken­di­ni ansızın bel­li eden, mut­lak bir ger­çek­miş bu, tartışmasızmış. Ağ­lamış o za­man ve bir haf­ta bo­yun­ca hep ağ­lamış, san­ki ölmüş gi­bi Fans­ha­we’ un ya­sını tut­muş. Gözyaş­ları di­nin­ce hiç piş­manlık duymadı­ğını his­set­miş. Fans­ha­we’un ken­di­si­ne bir­kaç yıllığına ve­ril­di­ği­ne ka­rar ver­miş, hep­si buy­muş. Şim­di ço­cuğu düşünme­si ge­re­ki­yor­muş, bu­nun dışında­ki bir şe­yin öne­mi yok­muş. Bu sözün ku­la­ğa ol­duk­ça abartılı gel­di­ğini bi­li­yor­muş, ama o her şe­yi böyle his­se­de­rek ya­şa­ma­ya de­vam edi­yor­muş, bu duy­gu da onun için ha­yatı ya­şanılır kılma­ya de­vam edi­yor­muş.

Sop­hie’ye bazı so­ru­lar sor­dum, her bi­ri­ni sa­kin­ce, ace­le et­me­den yanıtladı, san­ki yanıtla­ra ken­di duy­gu­larını karıştırmak is­te­mi­yor gi­biy­di. Nasıl ya­şadıklarını sor­dum örne­ğin, Fans­ha­we’un nasıl bir iş­te çalıştığını, onu son gördüğümden bu ya­na ge­çen yıllar için­de başına ne­ler gel­di­ği­ni. Be­bek ka­ne­pe­nin üze­rin­de mız­mız­lan­­ ma­ya baş­ladı, Sop­hie soh­be­ti­mi­ze ara ver­me­den blu­zunun önünü açtı ve onu em­zir­di, önce bir me­me­sin­den son­ra öte­kin­den.

Fans­ha­we’la ilk bu­luş­masından önce hiç­bir şey­den emin ola­madığını söyle­di. İki yıl de­vam et­tik­ten son­ra üni­ver­si­te­yi bıraktığını bi­li­yor­du, as­ker­li­ği­ni er­te­let­me­yi ba­şardığını, bir süre bir ge­mi­de çalıştığını da. Bir pet­rol tan­ke­ri ola­bi­lir­di ya da bir yük ge­mi­si. Bu­nun ardından bir­kaç yıl Fran­sa’da kalmıştı, önce Pa­ris’te, son­ra da Güney­’de bir çift­lik evin­de, bek­çi ola­rak.Ama bütün bun­lar çok be­lir­siz­di Sop­hie için, çünkü Fans­ha­we geç­mi­şin­den pek söz et­mez­di. Tanıştıklarında Ame­ri­ka’ya döne­li sekiz-on ay­dan faz­la ol­mamıştı. Ke­li­me­nin tam an­lamıyla çar­pışmışlardı, iki­si de yağ­mur­lu bir cu­mar­te­si öğle sonrasında Man­hat­tan’da­ki bir ki­ta­be­vi­nin kapısında durmuş vit­ri­ne bakıyor­lar ve yağ­mu­run din­me­si­ni bek­li­yorlardı. Böyle baş­lamıştı, o günden Fans­ha­we’un kay­boldu­ğu güne ka­dar ne­re­dey­se hep bir­lik­te ol­muş­lardı.

“Fans­ha­we’un düzen­li bir işi hiç ol­madı,” de­di Sophie, sağ­lam bir iş de­ne­cek bir şey yok­tu. Pa­ra­ya pek değer ver­mi­yor­du ve pa­ra ko­nu­su­nu ola­bil­di­ğin­ce düşünmeme­ye çalışıyor­du. Sop­hie ile tanışma­dan önce­ki yıllar­da her türlü işe gi­rip çıkmıştı; ti­ca­ret ge­mi­le­rin­de çalışmış, bir de­po­ya gir­miş, gözet­men ol­muş, baş­kasının adına yazı yazmış, gar­son­luk, ev­ler­de bo­yacılık yapmış, bir nak­ ­li­ye şir­ke­tin­de ha­mallık et­miş­ti; ama bütün bu iş­ler ge­çiciy­di, bir­kaç ay ken­di­ni ge­çin­di­re­cek pa­rayı bi­rik­ti­rir birik­tir­mez işin­den ayrılıyor­du. Sop­hie ile Fans­ha­we bir­likte ya­şa­ma­ya baş­ladıklarında Fans­ha­we iyi­den iyi­ye çalışma­ma­ya baş­ladı. Sop­hie özel bir okul­da müzik öğretme­niy­di, aldığı ücret iki­si­ne de ye­ti­yor­du. Dik­kat­li ol­maları ge­re­ki­yor­du el­bet­te, ama ocak­ta hep ten­ce­re kaynıyor­du, iki­si­nin de bir şikâye­ti yok­tu.

Sop­hie’nin sözünü kes­me­dim. Bu bil­gi­le­rin yalnızca bir gi­rizgâh ol­du­ğu bel­liy­di, asıl ko­nu­ya gel­me­den sil­kele­mek is­te­di­ği ayrıntılardı. Fans­ha­we ha­yatını nasıl kullanmış olur­sa ol­sun bu lis­te­de­ki tu­haf iş­ler­le bir il­gi­si olmamıştı. Bu­nu he­men an­lamıştım, da­ha hiç­bir şey söylen­me­den önce. Ne de ol­sa her­han­gi bir ki­şi hakkında ko­nuş­mu­yor­duk. Ko­nu­muz Fans­ha­we’du. Onun kim oldu­ğu­nu anımsa­ya­ma­ya­cağım ka­dar ge­ri­de kal­mamıştı geç­miş. Sop­hie düşünce­le­ri­ni oku­du­ğu­mu, sıra­da ne­ler ol­du­ğu­nu bil­di­ği­mi an­layınca gülümse­di. Sanırım an­lamamı bek­li­yor­du, bu da o bek­len­ti­yi doğ­ru­lamış, bu­ra­ya gel­me­mi is­ter­ken kapılmış ola­bi­le­ce­ği kuş­ku­ları si­lip atmış­tı. Ba­na an­lat­ma­dan bi­li­yor­du bu­nu, bu da ba­na bura­da bu­lun­ma, Sop­hie’nin an­la­ta­cak­larını din­le­me hakkını ve­ri­yor­du.

“Yaz­ma­ya de­vam et­ti,” de­dim.“Ya­zar ol­du, de­ğil mi?” Sop­hie başıyla doğ­ru­ladı. Tam de­di­ğim gi­biy­di. Ya da en azından bir kısmı. Be­ni şaşırtan, Fans­ha­we’un adını ne­den hiç duy­madığımdı. Fans­ha­we yazmış ol­sa adına mut­la­ka bir yer­de rast­lardım. Böyle şey­le­ri bil­mek işimdi be­nim, özel­lik­le de Fans­ha­we’un dik­ka­tim­den kaçması mümkün de­ğil­di. Aca­ba yazdıklarını yayımla­ya­cak bir yayıncı bu­la­madı mı, di­ye düşündüm. Mantıklı görünen tek so­ru buy­du.

“Hayır,” de­di Sop­hie, iş­ler sandığımdan da­ha kar­maşık­tı. Fans­ha­we yazdıklarını yayımlat­ma­ya hiç kalkışmamıştı. İlk baş­ta, çok genç­ken, yazdıklarını sa­ğa so­la gönde­re­me­ye­cek ka­dar çe­kin­gen­di, yazdıklarının ye­te­rin­ce iyi ol­madığını his­se­di­yor­du. Ama da­ha son­ra, ken­di­ne güve­ni gel­dik­ten son­ra bi­le giz­li kal­mayı yeğ­le­di­ği­ni anla­dı. Bir yayıncı ara­ma­ya kalkışırsa hu­zur­suz ola­caktı, öyle de­miş­ti Sop­hie’ye, ken­di­si­ne kal­sa za­manını yaz­maya har­ca­mak da­ha ho­şu­na gi­di­yor­du. Bu kayıtsızlık Sophie’yi ra­hatsız et­miş­ti, ama ne za­man ko­casını zor­la­sa o omuz­larını sil­ki­yor, “Ace­lem yok,” di­yor­du, “eninde sonun­da de­ne­rim bu­nu.”

Bir-iki kez Sop­hie her şe­yi ken­di eli­ne alıp Fan­shawe’un yazdıklarını giz­li­ce bir yayıncıya götürme­yi ger­­ çek­ten düşünmüştü, ama bu düşünce­si­ni hiç­bir za­man uy­gu­la­madı. Bir ev­li­lik­te karşı ge­li­ne­me­ye­cek ku­ral­lar vardır, Fans­ha­we ne ka­dar inatçı olur­sa ol­sun So­phie’nin ona uyum sağ­la­mak­tan baş­ka ça­re­si yok­tu. “Büyük mik­tar­da yazılmış şey vardı,” de­di Sop­hie, bütün bun­ların bir do­labın için­de bek­le­di­ği­ni düşünmek onu de­lir­ti­yor­du, ama Fans­ha­we onun sa­da­ka­ti­ni hak edi­yor­du, Sop­hie de bir şey söyle­me­mek için elin­den ge­le­ni yaptı.

Bir gün, or­ta­dan kay­bol­ma­dan üç-dört ay ka­dar önce, Fans­ha­we uz­laş­mak is­te­di­ği­ni göste­ren bir ha­re­ket­le yak­laştı Sop­hie’ye. Bir yıl için­de bu ko­nu­da bir şey­ler ya­pa­cağına söz ver­di, ver­di­ği sözü tu­ta­cağını kanıtla­mak üze­re de, “Her­han­gi bir ne­den­le ver­di­ğim sözü tu­ta­maya­cak olur­sam,” de­di, bütün müsved­de­le­ri alıp ba­na geti­re­cek­ti Sop­hie. Onun çalışma­larını ben ko­ru­ya­caktım, on­ların ne yapıla­cağına ka­rar ver­mek de ba­na ait olacaktı. Bun­ları yayımlan­ma­ya de­ğer bu­lur­sam be­nim kararıma saygı göste­re­cek­ti. “Ayrıca,” de­miş­ti, bu ara­da ken­di­si­nin başına bir şey ge­lir­se, Sop­hie müsved­de­le­ri ba­na hiç bek­le­me­den tes­lim ede­cek, bütün düzen­le­mele­ri yap­ma­ma izin ve­re­cek­ti, şu şart­la ki bu yapıtlar­dan ge­le­cek pa­ranın yüzde yir­mi be­şi­ni ben ala­caktım. Fan­­ sha­we’un yazdıklarını yayımlan­ma­ya de­ğer bul­maz­sam müsved­de­le­ri Sop­hie’ye ge­ri ve­re­cek­tim, o da bun­ları yok ede­cek­ti, tek bir say­fa bi­le bırak­ma­dan.

Bu açıkla­manın ken­di­si­ni şaşırttığını söyle­di So­phie, böyle cid­di bir tavır takındığı için ne­re­dey­se Fan­sha­we’la alay ede­cek­ti. Bütün bu sah­ne Fans­ha­we’un ki­şi­li­ği­ne hiç uy­mu­yor­du, aca­ba bu­nun be­nim ge­be­li­ğim­le bir il­gisi var mı, di­ye me­rak et­ti. Bel­ki de ba­ba ol­ma fik­ri Fansha­we’u farklı bir so­rum­lu­luk duy­gu­su­na sok­muş­tu, belki de iyi ­ni­ye­ti­ni göster­me­ye öyle­si­ne ka­rarlıydı ki du­rumu abartmıştı. Ne­de­ni ne olur­sa ol­sun Sop­hie ko­cası­nın fik­ri­ni de­ğiş­tir­me­sin­den mem­nun­du. Ge­be­li­ği iler­le­dik­çe Fans­ha­we’un ba­şarılı ola­cağına iliş­kin giz­li ha­yal­ler kurma­ya baş­ladı, işin­den ayrıla­cağını, üze­rin­de pa­ra­sal baskılar ol­ma­dan ço­cu­ğu­nu büyüte­bi­le­ce­ği­ni umu­yor­du. Ama her şey ters git­miş, Fans­ha­we’un ça­lış­ma­ları, onun…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cam Kent / New York Üçlemesi 1 ~ Paul AusterCam Kent / New York Üçlemesi 1

    Cam Kent / New York Üçlemesi 1

    Paul Auster

    İnsanın sadece kentte değil kendi içinde de kaybolduğu, sonu gelmez bir dolambaca benzeyen New York sokaklarında takma adının maskesinden dışarı çIkmayan bir polisiye romanlar...

  2. Cebi Delik ~ Paul AusterCebi Delik

    Cebi Delik

    Paul Auster

    Paul Auster’ın eserlerinde, çağdaş insanı en çıplak durumuyla görür, onunla aramızda özdeşlikler, benzerlikler kurarız. Paul Aus­ter’ın yazdıklarının bu kadar beğenilmesinin, benimsenmesinin nedeni, belki de...

  3. Baumgartner ~ Paul AusterBaumgartner

    Baumgartner

    Paul Auster

    Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz? Baumgartner, sevgili eşi Anna’nın ölümü sonrasında büyük üzüntü yaşayan yetmiş bir yaşındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın emekliliğe ve dünyadan...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Akdeniz Sürgünü ~ Hoda BarakatAkdeniz Sürgünü

    Akdeniz Sürgünü

    Hoda Barakat

    Savaşın gölgesinde canlanan anılar… Hoda Barakat, kendisine Necib Mahfuz Edebiyat Ödülü kazandıran Akdeniz Sürgünü’nde, iç savaş sonrası harap olmuş Beyrut’ta, babasının kumaş dükkânının yıkıntıları arasında...

  2. Tapınak ~ William FaulknerTapınak

    Tapınak

    William Faulkner

    1949 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi William Faulkner’ın bugün yalnız Amerikan edebiyatının değil, dünya edebiyatının da başyapıtı sayılan romanları başlarda çok ses getirmemişti. Ancak 1931’de...

  3. Lou: Özgür Bir Kadının Öyküsü ~ Françoise GiroudLou: Özgür Bir Kadının Öyküsü

    Lou: Özgür Bir Kadının Öyküsü

    Françoise Giroud

    Üstün bir zekâya, olağanüstü bir güzelliğe sahip olan Lou Andreas-Salomé, 1861’de St. Petersburg’da doğdu. Döneminin önde gelen düşünür ve sanatçılarını baştan çıkaran kadınlardan biri...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur