Paul Auster Kilitli Oda’da kahramanlarını soyut ya da somut kilitli odalara sokarak, özgürlüklerini ancak oradan kaçmakla elde edebilecekleri bir dünya kuruyor. Romanın kahramanı, romancı olmayı isteyen ama o yaratıcı yeteneğe sahip olmayan biri. Umutsuzluğunun son noktasına geldiği sırada çocukluk arkadaşı olan ama uzun zamandır görmediği bir yazar, geride karısını, çocuğunu ve kilit altında sakladığı roman, oyun ve şiir dosyalarını bırakarak ortadan kayboluyor. Romancı olmaya heveslenen kahramanımız kaybolan kişinin kimliğiyle özlediği şan ve şöhrete kavuşabilir mi? yoksa kendi kurduğu bir tuzağın tutsağı mı olur? Paul Auster polisiye tadındaki bu romanında benliğin kilitli kapılarını zorluyor.
1
Şimdi bana Fanshawe hep vardı gibi geliyor. Benim için her şeyin başladığı yer o, o olmasaydı ben kim olduğumu pek bilemezdim.Tanıştığımızda henüz konuşamıyorduk bile, altlarında bezlerle çimenlerde sürünen iki bebektik, yedi yaşına geldiğimizde parmaklarımızın ucunu iğneyle delip ölene kadar kan kardeşi olmuştuk. Şimdi ne zaman çocukluğumu düşünsem Fanshawe’u görüyorum.Yanımda olan, düşüncelerimi paylaşan oydu, gözlerimi kaldırıp baktığımda gördüğüm oydu.
Ama bu çok zaman önceydi. Büyüdük, farklı yerlere gittik, birbirimizden koptuk. Bunda tuhaf olan bir şey yok, sanırım.Yaşamlarımız bizi alıp denetleyemeyeceğimiz biçimde sürükler ve hemen hemen her şey değişir. Biz ölünce her şey de ölür, ölüm her gün yaşadığımız bir şeydir.
Yedi yıl önceki kasım ayında Sophie Fanshawe adlı bir kadından bir mektup aldım. “Siz beni tanımazsınız,” diye başlıyordu mektup, “size böyle damdan düşer gibi yazdığım için de özür dilerim. Ama bazı şeyler oldu, bu koşullar altında başka seçeneğim kalmadı.” Kadının Fanshawe’un karısı olduğu ortaya çıktı. Kocasıyla birlikte büyüdüğümü biliyordu, New York’ta yaşadığımı da, dergilerde yayımlanan yazılarımdan pek çoğunu okumuştu.
Kadın, açıklamayı ikinci paragrafa bırakmıştı; doğrudan, lafı döndürüp dolaştırmadan söylüyordu.“Fanshawe ortadan kayboldu,” diyordu, “onu son gördüğümden bu yana altı aydan fazla oldu.” Bunca zaman hiç haber çıkmamıştı Fanshawe’dan, nerede olabileceği hakkında en ufak bir ipucu yoktu. Polis izini bulamamıştı, onu bulması için tuttuğu özel dedektif de eli boş dönmüştü. Kesin bir şey olmamasına rağmen görünen köy kılavuz istemezdi: Fanshawe ölmüş olmalıydı; geri dönmesini beklemenin anlamı yoktu. Bütün bunların ışığında kadının benimle konuşmak istediği çok önemli bir şey vardı, acaba onunla görüşmeyi kabul eder miydim.
Bu mektup içimde bir dizi küçük şoka neden oldu. Bir defada hazmedemeyeceğim kadar çok bilgi içeriyordu; pek çok güç beni değişik yönlere çekiştiriyordu. Fanshawe damdan düşercesine yeniden hayatıma girmişti. Ama adı gündeme gelir gelmez yine kaybolup gitmişti. Evlenmişti, New York’ta oturmuştu – onun hakkında bildiklerim bu kadardı. Benimle temas kurma zahmetine girmediği için ona kırılmakla bencillik ediyordum. Bir telefon, bir kartpostal, eski günleri anmak için içilecek bir kadeh içki; bunları ayarlamak zor olmasa gerekti ama ben de onun kadar suçluydum. Fanshawe’un annesinin nerede oturduğunu biliyordum, arkadaşımı bulmak isteseydim annesine sorabilirdim. İşin aslı şuydu ki Fanshawe’u defterimden silmiştim. Herkesin kendi yoluna gittiği dakikadan başlayarak o benim için ölmüştü, artık geçmişime aitti, bugünüme değil. İçimde taşıdığım bir hayaletti, tarihöncesi bir hayal, artık gerçek olmayan bir nesneydi. Onu en son ne zaman gördüğümü anımsamaya çalıştım, ama hiçbir şey net değildi. Birkaç dakika düşüncelerim oradan oraya dolaştı, sonra durakaldı, babasının öldüğü güne odaklandı. O sıralarda liseye gidiyorduk, olsa olsa on yedi yaşındaydık.
Sophie Fanshawe’a telefon edip uygun bir zamanda kendisini ziyaret etmekten memnun olacağımı söyledim. Ertesi günde karar kıldık, Fanshawe’dan bir haber almadığımı, nerede olduğu hakkında bir fikrim olmadığını söylememe rağmen kadının sesi minnettar olduğunu belli ediyordu. Sophie Fanshawe, Chelsea’de kırmızı tuğladan bir kira evinde oturuyordu, merdiven boşlukları karanlık, duvarlarındaki badana tabaka tabaka kalkmış, eski, asansörsüz bir binaydı burası. Radyo sesleri, kavgalar ve sifon gürültüleri arasında onun katına çıkan beş kat merdiveni tırmandım, soluğumu düzene sokmak için biraz durduktan sonra kapıyı tıklattım. Kapıdaki gözetleme deliğinden bir göz bana baktı, çekilen sürgülerin takırtısı duyuldu, sonra karşımda Sophie Fanshawe’u buldum, kucağında küçük bir bebek tutuyordu. O beni gülümseyerek içeri davet ederken bebek onun uzun, kahverengi saçlarını çekiştiriyordu. Bu saldırıdan yavaşça kendini kurtardı, çocuğu iki eliyle tuttu ve yüzü bana bakacak biçimde çevirdi. Çocuğun Ben olduğunu söyledi, Fanshawe’un oğluydu, doğalı ancak üç buçuk ay olmuştu. Kollarını sallayan, çenesinden aşağı beyazımsı salyalar akıtan bebeğe bayılmış gibi yaptım, ama annesi daha çok ilgimi çekmişti. Fanshawe şanslı adamdı. Kadın çok güzeldi, zekâ dolu siyah gözleri vardı, dimdik bakışları neredeyse vahşiydi. Zayıftı, orta boylu sayılırdı, hareketleri ağırdı, bu da ona hem şehvetli hem de hep tetikte bir hava veriyordu, sanki dünyaya içinde taşıdığı derin bir temkinin tam merkezinden bakıyordu. Hiçbir erkek bu kadını isteyerek terk etmezdi, üstelik onun çocuğunu doğurmak üzereyken. Bu kadarı kesindi benim için. Daha eve adımımı atmadan Fanshawe’un mutlaka ölmüş olması gerektiğini biliyordum.
Demiryolunun kenarında dört odalı bir daireydi, pek az eşyayla döşenmişti, bir oda kitaplara ve bir çalışma masasına ayrılmıştı, ikincisi salon olarak hizmet veriyordu, son ikisi de yatak odasıydı. Her şey dökülüyordu ama düzenli bir evdi, genel olarak bakıldığında rahatsız değildi. En azından Fanshawe’un zamanını para kazanarak harcamadığını kanıtlıyordu.Ancak ben eski püskülüğe burun kıvıracak biri değildim. Benim evim bundan daha kasvetli, daha karanlıktı, her ay kirayı denkleştirmek için nasıl çabalamak gerektiğini biliyordum.
Sophie Fanshawe bana oturacak bir koltuk gösterdi, bir fincan kahve hazırladı, sonra da eprimiş mavi kanepeye oturdu. Kucağında bebekle bana Fanshawe’un kayboluşunun öyküsünü anlattı.
Üç yıl önce New York’ta tanışmışlardı. Bir ay geçmeden birlikte yaşamaya başlamışlar, bir yıla varmadan da evlenmişlerdi. “Fanshawe’la yaşamak kolay değildi,” dedi Sophie, ama onu sevmişti, Fanshawe’un tutumunda da Sophie’yi sevmediğini gösterecek en ufak bir şey olmamıştı. Mutlu olmuşlardı; Fanshawe bebeğin doğumunu hevesle bekliyordu; hiçbir geçimsizlikleri yoktu. Nisan ayında bir gün, Fanshawe ona öğleden sonra annesini görmek üzere New Jersey’e gideceğini söylemişti, sonra da geri dönmemişti. Sophie o gece geç saatlerde kayınvalidesine telefon ettiğinde, Fanshawe’un onun evine hiç gitmediğini öğrenmişti. Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı, ama Sophie biraz beklemeye karar vermişti. Kocası ortalarda görünmeyince ortalığı ayağa kaldıran eşlerden olmak istemiyordu, ayrıca Fanshawe’un başka erkeklerden daha fazla özgürlük alanına gereksinim duy duğunu biliyordu. Hatta kocası eve döndüğünde ona soru sormamaya bile karar vermişti. Ama aradan bir hafta geçmiş, sonra bir hafta daha geçmiş, sonunda Sophie polise başvurmuştu. Tahmin ettiği gibi polisler onun sorununu fazla ciddiye almamışlardı. Suç işlendiğine ilişkin ortada bir kanıt olmadığı sürece yapacakları pek bir şey yoktu. Ne de olsa kocalar her gün eşlerini terk ederlerdi, pek çoğu da bulunmak istemezdi. Polis biraz rutin araştırma yaptı, hiçbir şey elde edemedi, sonra da Sophie’ye özel dedektif tutmasını önerdiler. Masrafları üstlenmeyi teklif eden kayınvalidesinin yardımıyla Quinn adında birini tuttu. Quinn beş-altı hafta kadar bu vaka üzerinde sebatla çalıştı, ama sonunda işi bıraktı ve daha fazla paralarını almak istemedi. Sophie’ye, Fanshawe’un büyük olasılıkla hâlâ ülkede bulunduğunu, ama ölü mü diri mi olduğunu bilemeyeceğini söyledi. Quinn şarlatan değildi. Sophie onu sempatik bulmuştu, gerçekten yardımcı olmak isteyen bir adamdı, son kez Sophie’yi ziyarete geldiğinde Sophie onu verdiği karardan döndüremeyeceğini anladı. Yapılacak bir şey yoktu. Fanshawe, Sophie’yi terk etmeye karar vermiş olsa tek bir sözcük etmeden çekip gitmezdi. Gerçeklerden kaçmak, hoş olmayan yüzleşmelerden kaçınmak onun yapacağı bir şey değildi. Ortadan kaybolmasının bir tek anlamı olabilirdi: Başına korkunç bir şey gelmişti.
Sophie yine de bir şeyler olabileceğine inanıyordu. Bellek kaybı vakaları hakkında yazılar okumuştu, bir süre bu konu umarsız bir olasılık olarak onu pençesine aldı: Fanshawe’un, kim olduğunu bilmeden bir yerlerde yalpa vura vura dolaştığını düşünüyordu, hayatı elinden alınmış ama yine hayatta olarak, belki de kim olduğunu anımsamak üzereydi. Aradan haftalar geçti, sonunda gebelik süresinin bitimi yaklaşmaya başladı. Doğuma bir aydan daha az kalmıştı, yani bebek her an doğabilirdi, Sophie yavaş yavaş doğmamış çocuğundan başka bir şey düşünmemeye başladı, sanki içinde artık Fanshawe’a yer kalmamıştı.Yaşadığı duyguyu tanımlamak için kullandığı sözcükler bunlardı –içinde artık yer kalmamıştı– sonra bu dediğinin büyük olasılıkla her şeye rağmen Fanshawe’a öfkeli olduğu anlamına geldiğini söyledi bana, kendisini terk ettiği için öfkeliydi, bu Fanshawe’un suçu olmasa da. Bu ifadenin dürüstlüğü etkiledi beni. Daha önce hiç kimsenin, kendi duyguları hakkında böyle konuştuğunu duymamıştım, böylesine sözünü sakınmadan, alışılmışın dışında Tanrı’ya böylesine karşı gelerek. Şimdi bunu yazarken, daha o ilk günde bile dünyadaki bir delikten kayıp geçtiğimi, daha önce hiç bulunmadığım bir yere düşmekte olduğumu fark ediyorum.
“Bir sabah,” diye devam etti Sophie, sıkıntılı bir gecenin sabahında uyanmış ve Fanshawe’un geri dönmeyeceğini anlamış. Kendini ansızın belli eden, mutlak bir gerçekmiş bu, tartışmasızmış. Ağlamış o zaman ve bir hafta boyunca hep ağlamış, sanki ölmüş gibi Fanshawe’ un yasını tutmuş. Gözyaşları dinince hiç pişmanlık duymadığını hissetmiş. Fanshawe’un kendisine birkaç yıllığına verildiğine karar vermiş, hepsi buymuş. Şimdi çocuğu düşünmesi gerekiyormuş, bunun dışındaki bir şeyin önemi yokmuş. Bu sözün kulağa oldukça abartılı geldiğini biliyormuş, ama o her şeyi böyle hissederek yaşamaya devam ediyormuş, bu duygu da onun için hayatı yaşanılır kılmaya devam ediyormuş.
Sophie’ye bazı sorular sordum, her birini sakince, acele etmeden yanıtladı, sanki yanıtlara kendi duygularını karıştırmak istemiyor gibiydi. Nasıl yaşadıklarını sordum örneğin, Fanshawe’un nasıl bir işte çalıştığını, onu son gördüğümden bu yana geçen yıllar içinde başına neler geldiğini. Bebek kanepenin üzerinde mızmızlan maya başladı, Sophie sohbetimize ara vermeden bluzunun önünü açtı ve onu emzirdi, önce bir memesinden sonra ötekinden.
Fanshawe’la ilk buluşmasından önce hiçbir şeyden emin olamadığını söyledi. İki yıl devam ettikten sonra üniversiteyi bıraktığını biliyordu, askerliğini erteletmeyi başardığını, bir süre bir gemide çalıştığını da. Bir petrol tankeri olabilirdi ya da bir yük gemisi. Bunun ardından birkaç yıl Fransa’da kalmıştı, önce Paris’te, sonra da Güney’de bir çiftlik evinde, bekçi olarak.Ama bütün bunlar çok belirsizdi Sophie için, çünkü Fanshawe geçmişinden pek söz etmezdi. Tanıştıklarında Amerika’ya döneli sekiz-on aydan fazla olmamıştı. Kelimenin tam anlamıyla çarpışmışlardı, ikisi de yağmurlu bir cumartesi öğle sonrasında Manhattan’daki bir kitabevinin kapısında durmuş vitrine bakıyorlar ve yağmurun dinmesini bekliyorlardı. Böyle başlamıştı, o günden Fanshawe’un kaybolduğu güne kadar neredeyse hep birlikte olmuşlardı.
“Fanshawe’un düzenli bir işi hiç olmadı,” dedi Sophie, sağlam bir iş denecek bir şey yoktu. Paraya pek değer vermiyordu ve para konusunu olabildiğince düşünmemeye çalışıyordu. Sophie ile tanışmadan önceki yıllarda her türlü işe girip çıkmıştı; ticaret gemilerinde çalışmış, bir depoya girmiş, gözetmen olmuş, başkasının adına yazı yazmış, garsonluk, evlerde boyacılık yapmış, bir nak liye şirketinde hamallık etmişti; ama bütün bu işler geçiciydi, birkaç ay kendini geçindirecek parayı biriktirir biriktirmez işinden ayrılıyordu. Sophie ile Fanshawe birlikte yaşamaya başladıklarında Fanshawe iyiden iyiye çalışmamaya başladı. Sophie özel bir okulda müzik öğretmeniydi, aldığı ücret ikisine de yetiyordu. Dikkatli olmaları gerekiyordu elbette, ama ocakta hep tencere kaynıyordu, ikisinin de bir şikâyeti yoktu.
Sophie’nin sözünü kesmedim. Bu bilgilerin yalnızca bir girizgâh olduğu belliydi, asıl konuya gelmeden silkelemek istediği ayrıntılardı. Fanshawe hayatını nasıl kullanmış olursa olsun bu listedeki tuhaf işlerle bir ilgisi olmamıştı. Bunu hemen anlamıştım, daha hiçbir şey söylenmeden önce. Ne de olsa herhangi bir kişi hakkında konuşmuyorduk. Konumuz Fanshawe’du. Onun kim olduğunu anımsayamayacağım kadar geride kalmamıştı geçmiş. Sophie düşüncelerini okuduğumu, sırada neler olduğunu bildiğimi anlayınca gülümsedi. Sanırım anlamamı bekliyordu, bu da o beklentiyi doğrulamış, buraya gelmemi isterken kapılmış olabileceği kuşkuları silip atmıştı. Bana anlatmadan biliyordu bunu, bu da bana burada bulunma, Sophie’nin anlatacaklarını dinleme hakkını veriyordu.
“Yazmaya devam etti,” dedim.“Yazar oldu, değil mi?” Sophie başıyla doğruladı. Tam dediğim gibiydi. Ya da en azından bir kısmı. Beni şaşırtan, Fanshawe’un adını neden hiç duymadığımdı. Fanshawe yazmış olsa adına mutlaka bir yerde rastlardım. Böyle şeyleri bilmek işimdi benim, özellikle de Fanshawe’un dikkatimden kaçması mümkün değildi. Acaba yazdıklarını yayımlayacak bir yayıncı bulamadı mı, diye düşündüm. Mantıklı görünen tek soru buydu.
“Hayır,” dedi Sophie, işler sandığımdan daha karmaşıktı. Fanshawe yazdıklarını yayımlatmaya hiç kalkışmamıştı. İlk başta, çok gençken, yazdıklarını sağa sola gönderemeyecek kadar çekingendi, yazdıklarının yeterince iyi olmadığını hissediyordu. Ama daha sonra, kendine güveni geldikten sonra bile gizli kalmayı yeğlediğini anladı. Bir yayıncı aramaya kalkışırsa huzursuz olacaktı, öyle demişti Sophie’ye, kendisine kalsa zamanını yazmaya harcamak daha hoşuna gidiyordu. Bu kayıtsızlık Sophie’yi rahatsız etmişti, ama ne zaman kocasını zorlasa o omuzlarını silkiyor, “Acelem yok,” diyordu, “eninde sonunda denerim bunu.”
Bir-iki kez Sophie her şeyi kendi eline alıp Fanshawe’un yazdıklarını gizlice bir yayıncıya götürmeyi ger çekten düşünmüştü, ama bu düşüncesini hiçbir zaman uygulamadı. Bir evlilikte karşı gelinemeyecek kurallar vardır, Fanshawe ne kadar inatçı olursa olsun Sophie’nin ona uyum sağlamaktan başka çaresi yoktu. “Büyük miktarda yazılmış şey vardı,” dedi Sophie, bütün bunların bir dolabın içinde beklediğini düşünmek onu delirtiyordu, ama Fanshawe onun sadakatini hak ediyordu, Sophie de bir şey söylememek için elinden geleni yaptı.
Bir gün, ortadan kaybolmadan üç-dört ay kadar önce, Fanshawe uzlaşmak istediğini gösteren bir hareketle yaklaştı Sophie’ye. Bir yıl içinde bu konuda bir şeyler yapacağına söz verdi, verdiği sözü tutacağını kanıtlamak üzere de, “Herhangi bir nedenle verdiğim sözü tutamayacak olursam,” dedi, bütün müsveddeleri alıp bana getirecekti Sophie. Onun çalışmalarını ben koruyacaktım, onların ne yapılacağına karar vermek de bana ait olacaktı. Bunları yayımlanmaya değer bulursam benim kararıma saygı gösterecekti. “Ayrıca,” demişti, bu arada kendisinin başına bir şey gelirse, Sophie müsveddeleri bana hiç beklemeden teslim edecek, bütün düzenlemeleri yapmama izin verecekti, şu şartla ki bu yapıtlardan gelecek paranın yüzde yirmi beşini ben alacaktım. Fan shawe’un yazdıklarını yayımlanmaya değer bulmazsam müsveddeleri Sophie’ye geri verecektim, o da bunları yok edecekti, tek bir sayfa bile bırakmadan.
Bu açıklamanın kendisini şaşırttığını söyledi Sophie, böyle ciddi bir tavır takındığı için neredeyse Fanshawe’la alay edecekti. Bütün bu sahne Fanshawe’un kişiliğine hiç uymuyordu, acaba bunun benim gebeliğimle bir ilgisi var mı, diye merak etti. Belki de baba olma fikri Fanshawe’u farklı bir sorumluluk duygusuna sokmuştu, belki de iyi niyetini göstermeye öylesine kararlıydı ki durumu abartmıştı. Nedeni ne olursa olsun Sophie kocasının fikrini değiştirmesinden memnundu. Gebeliği ilerledikçe Fanshawe’un başarılı olacağına ilişkin gizli hayaller kurmaya başladı, işinden ayrılacağını, üzerinde parasal baskılar olmadan çocuğunu büyütebileceğini umuyordu. Ama her şey ters gitmiş, Fanshawe’un çalışmaları, onun…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKilitli Oda / New York Üçlemesi 3
- Sayfa Sayısı144
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750734670
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Akdeniz Sürgünü ~ Hoda Barakat
Akdeniz Sürgünü
Hoda Barakat
Savaşın gölgesinde canlanan anılar… Hoda Barakat, kendisine Necib Mahfuz Edebiyat Ödülü kazandıran Akdeniz Sürgünü’nde, iç savaş sonrası harap olmuş Beyrut’ta, babasının kumaş dükkânının yıkıntıları arasında...
- Tapınak ~ William Faulkner
Tapınak
William Faulkner
1949 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi William Faulkner’ın bugün yalnız Amerikan edebiyatının değil, dünya edebiyatının da başyapıtı sayılan romanları başlarda çok ses getirmemişti. Ancak 1931’de...
- Lou: Özgür Bir Kadının Öyküsü ~ Françoise Giroud
Lou: Özgür Bir Kadının Öyküsü
Françoise Giroud
Üstün bir zekâya, olağanüstü bir güzelliğe sahip olan Lou Andreas-Salomé, 1861’de St. Petersburg’da doğdu. Döneminin önde gelen düşünür ve sanatçılarını baştan çıkaran kadınlardan biri...