Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kızıl Elma – Oğulla Buluşma
Kızıl Elma – Oğulla Buluşma

Kızıl Elma – Oğulla Buluşma

Cengiz Aytmatov

Eserleri 176 dilde tercüme edilen Cengiz Aytmatov, hiç şüphe yok ki dünya edebiyatında en fazla tanınan Türk yazarıdır. Yazdığı her eseri büyük bir zevkle…

Eserleri 176 dilde tercüme edilen Cengiz Aytmatov, hiç şüphe yok ki dünya edebiyatında en fazla tanınan Türk yazarıdır. Yazdığı her eseri büyük bir zevkle okunan Aytmatov, bir arada sunduğumuz bu iki hikâyesinde güçlü bir sembolizm kullanmıştır. Kızıl Elma, Aytmatov’un ilk dönem eserlerindedir ve o, bir şehir hikâyesi olmanın yanı sıra, aynı zamanda bir aşk hikâyesidir. Kızıl Elma’da aşkın o tertemiz heyecanı; Oğulla Buluşma’da ise bir babanın evladına duyduğu ıstıraplı hasreti anlatılıyor… Her iki hikâyenin ortak özelliği ise, Aytmatov’un bu hikâyelerdeki duyguları en net, en saf halde okuyucuyla buluşturmuş olmasıdır. Bu yönüyle de onun hikâyeleri, bir solukta okunacak kadar sürükleyicidir.

İÇINDEKILER

KIZIL ELMA/ 9

OĞULLA BULUŞMA/ 31

KIZIL ELMA

İsabiekov geç saatlere kadar yatıp uyuyamamış, hâlâ düşünüyordu. Nasıl hitap edecek, nasıl bir sözle başlayacaktı bu mektuba? Neler yazabilirdi? Zor, çok zor, hatta imkânsız geliyordu mektup yazmak. Söylenecek birikmiş o kadar şey vardı ki! Hem sonra, onun gecikmiş itiraflarını anlayacak mıydı? Birlikte yaşadıkları ve şimdi geride kalan yıllar çok zor geçmişti.

Birbirlerine karşı bunca haksız davranışlardan, sonu gelmeyen suçlamalardan, kavgalardan, barışmalardan ve ayrılıkla sonuçlanan bu durumdan sonra, onu makul (hayır, bu makul sözü yerine oturmadı) onu sadece insanca anlayabilecek, bağışlayabilecek miydi? Evliliklerinin ilk yılında olduğu gibi davranabilecek miydi? Sade, açık yürekli ve iyi niyetle? Ya böyle karşılamazsa? Ya onu anlamazsa? Daha da kötüsü yine kadınlık gururundan, kötü talihinden söz ederek yine saldırıya başlarsa? Hali nice olurdu o zaman? İsabiekov onun sızlanmalarının, yakınmalarının, bir kadınlık gururundan, kadının öz-saygısından ileri geldiğini anlıyor ve bunu kendi kendine de söylüyordu. Karısı her zaman kadın arkadaşlarına imrenirdi: – Gördün mü, diyordu, adam gözünü karısından ayırmıyor, herkesin içinde eğilip karısının ayakkabı bağlarını bağlamaktan çekinmiyor. Böyle bir davranıştan korkmuyor. O da karısına:

Böyle bir gösterişten hoşlanmam ben, pohpohlamayı da bilmem, diyor, kestirip atıyordu. – Gösterişle ne ilgisi var bunun? Bir nezaket kuralı, bir duyarlıktır bu, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Yoksa sen, aşkından, beni sevmekten mi utanıyorsun? Yoo, ben böyle yaşayamam. Ben, sevdiğim erkeğin beni sevdiğini açıkça göstermesinden korkmamasını isterim.

Başka türlü davranışı aşağılayıcı buluyorum. Sen bunu hiç düşünmüyorsun! – Ben hiç de öyle sanmıyorum, zaten bunu düşünecek vaktim de yok. Hem sonra, sen de bunca iş arasında, yakında tezini vereceğin bir zamanda, böyle saçmalıklarla nasıl ilgilenebiliyorsun anlamıyorum: Kim kimin ayakkabısını ya da korsasını bağlamış!  Seninle tartışmanın yararı yok, hiçbir şey anlamıyorsun! Ama işte şimdi anlıyordu: Onun ne demek istediğini anlıyor, bunu itiraf etmek istemese de, içinden ona biraz hak veriyordu.

Karısı yolda yürürken, gelip geçenlerin dikkati onun üzerine çevrilince, İsabiekov bundan memnun oluyordu. Albenili, güzel ve çok zeki buluyordu karısını. Yürüyüşü de pek hoşuna gidiyordu. Alımlı, zarif, hafif uçarı bir gidişi vardı. Yüksek ökçeli ayakkabılarını giydiği zaman körpe bir kızı andırıyordu. İnsanların kendisine hayranlık duyarak baktıklarını hissedince ne kadar güzel oynar, gözlerinin içi mutluluktan nasıl güler, nasıl gençleşiverirdi! İşte o anlarda karısını sever, ona bayılırdı.

Bununla beraber onu kasıntısız sevmesine her zaman bir engel çıkıyordu. Kendi kendine birtakım sorular soruyor, bu da sevgisini göstermesine, apaçık sevmesine engeloluyordu. Bu içe kapalılıktan, bu çekingen huyundan vazgeçmek için bir çaba göstermesi, gençlik zamanlarındaki gibi hareket etmesi gerektiğini hissediyordu ama, bırakmaması gereken işte o tutumunu bırakmıştı gençlik yıllarında sabiekov kusurunu, kabahatini (eğer bu bir kabahat ise) işte şimdi kabul ediyordu.

Ama onu endişeye düşüren bir başka mesele daha vardı: “Mizaç uyuşmazlığı” denilen sebepten birbirlerinden ayrıldıktan sonra, birbirlerinden uzakta bulundukları şu sırada, karısı, birlikte geçirdikleri yıllara başka bir açıdan, başka bir gözle bakabilecek miydi? Ya bunu kabul etmezse? O zaman her şey bitmiş mi olacaktı? Yoo, yoo, böyle bir durumu kabul edemezdi İsabiekov. Defalarca mektuba başlamak için kâğıdı önüne çekti ve her defasında vazgeçti. Kalkıp pencereye yaklaştı, sonra uzun süre duvara dayanıp dışarıya baktı. Bitkindi, perişandı, saçları darmadağınıktı. Dışarıda, pencerenin yakınındaki durakta son otobüsler duruyor, bekleyen yolcuları alıp hemen hareket ediyorlardı. Otobüslerin farları, sonbahar akşamının karanlığını yarıp yarıp geçiyordu. Komşu evlerden bir genç kız ve bir delikanlı, birkaç kez yaklaştılar avlunun girişine.

Sonra yine gittiler, yine geldiler. Çocuk bahçesindeki çocuklar gibi, birbirlerinin ellerini hiç bırakmıyorlardı. İsabiekov onlara imrenmedi. Ama yine de o davranışlarının güzel bir yanı, heyecanlı bir yanı olduğunu kabul ediyor ve bu da onu üzüyordu. Çünkü çok iyi biliyordu o davranışları ve o çağı. Dağların tepesine doğru, tâ uzakta, herhalde elektrik santralinin gerisinde, küçük bir ateş yanıyor, kımıldayan bir yıldız gibi ışıldıyordu. Bir çoban ateşi olmalıydı. O anda, o ateşin bulunduğu yerde olmak istedi: Orada, gecenin koyu karanlığında tek başına kalmak, hiçbir şeyi dü­şünmemek, ara sıra ateşe kuru ardıç dallarını atarak çatır çatır yanışlarını seyretmek… Sonra pencereden uzaklaştı. Kızı Anara’ya bakmak için onun yattığı odaya girdi. Anara artık küçük bir çocuk değildi ama uyurken hep üstünü açardı.

Bu yüzden onun üşümesinden, soğuk almasından korkuyordu İsabiekov. Bu defa Anara, kımıldamamış, üstünü açmamış, mışıl mışıl uyuyordu. Bütün gün koşup oynamıştı çünkü. Bugün babasına neler ettiğini hiç bilmiyordu. Ah Anara, Anara! Ne bilsindi babasının yüreğini parçaladığını! Ne bilsindi bu saatlere kadar onun niçin uyuyamadığını! Kızına şefkatle baktı ve fısıltı halinde konuştu onunla: “Böyle rahat uyuman büyük bir şans yavrum, ileride, büyüdüğün zaman, uykusuz geçireceğin günler de olacak. O uykusuz geceler herkesin başına gelir, kimse kurtulamaz. Ama daha vakit var o günlere. Şimdi uyu, rahat uyu yavrum, güzel rüyalar gör.” Gündüz Anara’yı bir kır gezisine götürmüştü. Orada ona annesiyle olan ilişkilerinden söz edecekti. Karısı da yazdığı mektupta ona gerçeği anlatmasını ısrarla istiyordu zaten.

Kızına, annesinin Moskova’da sadece tezini vermek için bulunmadığını, artık ayrı yaşamalarının daha iyi olacağına karar verdiklerini, kimin yanında kalacağına Anara’nın karar vereceğini söyleyecekti. İsabiekov çocuk için bu konuşmanın pek acı, pek korkunç olduğunu düşünerek, konuyu evde değil, kır gezisinde açmayı uygun bulmuştu. Orada konuşmak kendisi için de daha kolay olacaktı. Herhalde kızı kendisiyle kalmayı isterdi. Öyle umuyordu. Annesi Taşkent’e yerleşmek, orada bir araştırma enstitüsünde çalışmak istiyordu. Kızı da Taşkent’e gitmek istemezdi. Anara avluda oynarken çağırmıştı onu: – Hadi, üzerine bir hırka al, kıra gidiyoruz.

OĞULLA BULUŞMA

Yaşlı Çordon, çok perişan, allak-bullak bir durumda döndü evine. Canını mı sıkmışlardı, korkutmuşlar mıydı onu ya da dövmüş, sövmüşler miydi? Karısı hemen anladı önemli bir şey olduğunu. Ve meselenin aslını öğrenince de o kadar şaşırdı ki ne yapacağını bilemedi. Kocası pek tuhaf bir hayal kurmuştu.

Herhangi duyarlı bir kişiye göre onun bu davranışı kocamışlık, bunaklık, aptallık sayılır, asla aklı başında bir adamın düşüncesi olarak kabul edilmezdi. İhtiyarın bir oğlu vardı ve yirmi yıl kadar önce savaşta ölmüştü. Pek gençti öldüğü zaman ve şimdi onu Çordon’dan başka kimse hatırlamıyordu. Zaten Çordon’un kendisi de evde, karı-koca arasında ondan hiç söz etmezdi. Ve işte şimdi, birdenbire oraya, onun savaştan önce öğretmenlik yaptığı yere gitmeye karar vermişti.  Onun hayatta olduğuna, ölmediğine her zaman inandım, her zaman hissettim bunu.

Oraya gitmek için sa­bırsızlanıyorum, gidip görmek istiyorum onu, diyordu. Karısı, şaşkın şaşkın baktı adamın yüzüne. İşi önce “Sen başının üzerine mi düştün yoksa?” diye alaya almak istedi ama kendini tuttu. Çünkü kocası bu sözleri sakin, kararlı, inançlı bir sesle ve pek içten söylemişti. Kadın, kocasının oraya gitmekte kararlı olduğunu, bunu iyice kafasına koyduğunu anlamıştı. Oğlunu bulmak için oraya gitme kararı pek saçma olsa da, bu tatlı bakışlı, yanık ve buruşuk yüzlü, ak sakallı koca adama, çocuk gibi davranmasının hiç de doğru olmayacağını düşündü. Kocaman ve yorgun elleri, dizlerinin üzerinde birer büyük balık gibi duruyordu adamın. Niyetinin pek saçma ve budalaca bir şey olduğunu bilse de, bunu ona söylemekten çekindi. Sakin bir sesle şöyle dedi: – Madem ki yaşadığını hissediyordun, bugüne kadar niçin gidip aramadın? – Bilmiyorum, diye iç çekti Çordon. Şimdi gitmek istiyorum. Henüz gözlerim kapanmadan mutlaka gitmeliyim oraya. Kalbim böyle söylüyor, içimden böyle geliyor. Yarın erkenden çıkacağım yola.  Pekâlâ, bu senin bileceğin bir şey. Sabah olunca kocasının gitmekten vazgeçeceğini sanıyordu. Hem niçin gidecek, ne bulacaktı o uzak ve yabancı köyde? Ama kadının bu umutları boşunaydı.

Hiç de kararını değiştirmek niyetinde değildi Çordon. Dağın eteğindeki köy, onların köyü, çoktan uykuya dalmıştı. Bütün pencerelerde ışıklar sönmüştü. Yalnız Çordon’ların evindeki ışıklar ara sıra sönüyor, yanıyordu. Yaşlı adam yatıp uyuyamıyordu bir türlü. Geceleyin birkaç defa kalktı, giyinip dışarı çıktı ve her çıkışında atın otluğuna bir kucak yonca attı. Hem öyle rastgele değil, ilkbaharda biçilen, bol yapraklı yoncaları seçip alıyordu.

Yazdan beri hangarın çatısında biriktirdiği yemlerin eksilmesine hiç aldırmıyordu. Başka zaman olsa böyle bir şeyi asla yapmaz, başkalarının yapmasına da engel olurdu. Kış gelinceye kadar o otlara kimsenin el sürmesine izin vermezdi. Atını ve ineğini otlamaları için ürünü alınmış ıssız bahçelere, biçilmiş ama yeniden yeşermeye başlamış çayırlara, salsola denilen sert ve kuru ağaççıkların arasına salardı. Ama şimdi atından hiçbir şeyi esirgemiyordu ve yem torbasını da ağzına kadar yulafla doldurmuştu.

Bütün gece kalktı oturdu, gitti geldi ve yatıp uyuyamadı. Karısı da uyumuyordu ama uyur gibi yapıyor, kocası odadan her çıkışında derin bir iç çekiyordu. Onu kararından caydırmaya çalışmanın yararı yoktu. Ona “İyi düşün? Nereye gideceksin? Ne yapacaksın? Çocuklaştın mı yoksa! nsanlar yüzüne bakıp bakıp gülecekler!” demek istiyordu ama söyleyemiyor, susuyordu. Çünkü o zaman ihtiyar kocası ona “Öz anası olsaydın beni caydırmaya çalışmazdın!” diyebilirdi. O da böyle bir söz duymak istemiyordu. Kadın Çordon’un oğlunu tanımıyordu, onu hiç görmemişti. Birinci karısı on yıl önce ölmüştü ve onun ikinci karısıydı. Aslında kadının da hiç huzuru yoktu ve bundan sürekli olarak ama haksız yere kocasını sorumlu tutuyordu. Kocasının evli iki kızı vardı, şehire yerleşmişlerdi ve her nedense, hiç gelip görmezlerdi onları.

Yalnız, o da pek seyrek olarak, Çordon şehre indiği zaman onları da görmeye giderdi. Dönüşünde onlarla ilgili pek az şey anlatır, kadın da hiç üstelemezdi. Böyle hallerde üvey ana hiç bir şeye karışmamalıydı. Herhalde herkes için en iyisi buydu, işte biraz da bu yüzden ihtiyarın o tuhaf kararını kabul etmek zorunda kalmıştı. Sonra düşündü ve şu sonuca vardı: “Belki hasret hastasıdır, bir özlem acısıdır bu. Varsın gitsin, yüreğini biraz rahatlatır, üzüntüsünün hafiflediğini hisseder.” Çordon şafak vakti kalktı. Çıkıp atını eyerledikten sonra tekrar odaya döndü. Paltosunu giydi, duvarda asılı duran kamçısını aldı. Sonra karanlıkta karısının yatağına eğilerek kulağına fısıldadı: – Ben gidiyorum Nazifkan.

Merak etme, yarın akşam dönerim. Duyuyor musun? Niye bir şey söylemiyorsun bana? Anlamaya çalış. O benim oğlum. Elbette her şeyi biliyorum ben, ama yine de gitmem gerekiyor oraya. Kalbim sıkışıyor, anlıyor musun beni? Karısı yatağından kalktı. Karanlıkta kocasının başında ne olduğunu görüyormuş gibi homurdandı: – Şu başındaki eski kalpağı çıkarsan çok iyi edersin, odun toplamaya gitmiyorsun, ziyarete, görüşmeye gidiyorsun.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKızıl Elma - Oğulla Buluşma
  • Sayfa Sayısı53
  • YazarCengiz Aytmatov
  • ISBN9786051557397
  • Boyutlar, Kapak12x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sultanmurat ~ Cengiz AytmatovSultanmurat

    Sultanmurat

    Cengiz Aytmatov

    Cengiz Aytmatov, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda Kırgızistan’ın bir köyünde, cephedeki askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için yediden yetmişe herkesin tabiat ve savaş...

  2. Cemile ~ Cengiz AytmatovCemile

    Cemile

    Cengiz Aytmatov

    Aytmatov, ikinci dünya savaşı yıllarında geçen bu hikayede, Cemile adlı evli genç bir kadının yaşadığı aşkı, kayınbiraderinin dilinden anlatır. Cemile kocası Sadık?la yeni evlenmiş,...

  3. Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur ~ Cengiz AytmatovYıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur

    Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur

    Cengiz Aytmatov

    Cengiz Aytmatov’un birbirinden güzel üç hikâyesinin yer aldığı kitap; aslında insan, mekân ve hafıza arasında birbirini sürekli besleyen ilişkinin göz önüne serilmesi bakımından büyük...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Geçmişi Unut ~ Ashley MarchGeçmişi Unut

    Geçmişi Unut

    Ashley March

    “Aşk romanlarında yeni ve muhteşem bir soluk.” Elizabeth Hoyt Yine skandallarla dolu bir gece geçirmektedir… Kumar. İçki. Flört. Rutherford Düşesi Charlotte, kocasını en sonunda...

  2. Gözlerini Sımsıkı Kapat ~ John VerdonGözlerini Sımsıkı Kapat

    Gözlerini Sımsıkı Kapat

    John Verdon

    SANA BİR SÜRPRİZİM VAR… GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında,...

  3. Yaprak Fırtınası ~ Gabriel García MárquezYaprak Fırtınası

    Yaprak Fırtınası

    Gabriel García Márquez

    “1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü ‘Gabriel Garcia Marquez’e veren İsveç bilimler Akademisi, bu ödülün gerekçesinin şöyle açıklıyordu: ‘Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur