Elizabeth Strout’un Pulitzer ödüllü çok satan kitabı Kül Mevsimi, bütün kusurlarına rağmen olağanüstü bir insancıllığa sahip kahramanı Olive Kitteridge’in eşliğinde okurlarını sıradan insanların gündelik detayların büyüsüyle örülü yaşamlarında bir gezintiye çıkarıyor.
Bazen inatçı, bazen sabırlı, bazen anlayışlı bazense hazin bir inkâr içindeki Olive Kitteridge bilerek ya da bilmeyerek birçok hayata dokunur: Olive’in aşırı hassaslığından bıkmış bir oğul; evliliğine olan sadakati hem bir lütuf hem de bir lanet olan bir koca; geçmişte yaşadığı bir aşk macerası peşini bırakmayan bir piyanist; yaşama isteğini kaybetmiş eski bir öğrenci… Strout’un geçmişin yakıcı acılarının bıraktığı küllerle hesaplaşan, hayatlarının olgunluk dönemindeki karakterleri canlılıkları ve tanıdıklıklarıyla bize ancak Salinger gibi büyük yazarlarda rastlayacağımız türden inceliklerle dolu bir dünyayı hatırlatıyor.
“Zekice ve empatik… Büyüleyici Olive’in ekseninde dönen on üç hikaye ile Elizabeth Strout unutulmaz bir roman yazmış.”
-Oprah Magazine-
“Roman sevenler, bu ismi unutmayın: Olive Kitteridge… Bu kahramanı asla hafızanızdan silemeyeceksiniz. Elizabeth Strout dahiyane sürprizler, yoğun bir duygusallık ve zengin bir ironiyle inşa etmiş öykülerini. Olağanüstü, güçlü bir hikâye.”
-USA Today-
“Eğlenceli, tehlikeli olan ve vicdan azabı duyan Olive Kitteridge yürekli biri ve içinde mecburi bir yaşam gücü taşımakta. O sahnede olmadığında, onu dört gözle bekliyoruz. Onun sayesinde kitap çok sürükleyici.”
-San Francisco Chronicle-
“Kül Mevsimi değerli bir fotoğraf gibi hafızalarda yer ediyor.”
-Seattle Post-Intelligencer-
“Strout, şaşırtıcı bir güçle sıradan olana hayat katıyor.”
-The New Yorker-
İçindekiler
Eczane 9
Deniz Yükseldiğinde 43
Piyanist 65
Küçük Bir Patlama 81
Açlıktan Ölmek 99
Farklı Bir Yol 137
Kış Konseri 163
Laleler 183
Seyahat Sepeti 211
Şişedeki Gemi 233
Güvenlik 255
Suçlu 297
Nehir 319
ECZANE
Henry Kitteridge, her sabah arabasına atlar, karlı ya da yağmurlu günlerde ya da eczanesinin bulunduğu daha geniş olan caddeye sapmadan önce kasabanın son evine kadar yol boyunca sıralanan böğürtlen çalılarında yeni yeni filiz vermeye başlamış yabani ahududuların fışkırdığı yaz günlerinde, uzun yıllar eczacılıkla uğraştığı komşu kasabaya giderdi. Artık emekli olmuştu, ama hâlâ erkenden kalkar ve o günün en çok sevdiği zamanını, sanki sadece kendisine aitmiş gibi hissettiği sabahları hatırlardı. Arabasının tekerlekleri, altında hafif bir gürültüyle döner, farları sabah sisini delip geçerken, sağ tarafından körfez bir görünüp kaybolur, ardından uzun ve ince çam ağaçları başlardı. Hemen her zaman pencereyi yarısına kadar aralardı, çünkü çamların ve tuzlu havanın, kışınsa soğuğun kokusuna bayılırdı.
Eczane, altında bir nalbur ve bakkalın bulunduğu binaya bitişik, iki katlı küçük bir dükkândı. Her sabah, Henry arka tarafa, büyük metal çöp kovasının oraya park eder, eczanenin arka kapısından girer, ışıkları ve termostatı açar ya da, eğer yazsa, vantilatörü çalıştırırdı. Kasayı açıp içine para koyar, ön kapının kilidini açar, ellerini yıkar ve beyaz Iaboratuvar
önlüğünü giyerdi. Yaptığı tüm bu törensel hareketler hoşuna giderdi. Sanki bu eski dükkân -diş macunları, vitaminler, kozmetik ürünleri, saç tokaları ve hatta dikiş iğneleri ve kartpostalların yanı sıra kırmızı kauçuktan sıcak su torbalarının, lavman pompalarının da sıralandığı raflarıyla- hem düzenli hem de durağan bir insanmış gibi… Ve eğer evinde hoş olmayan bir durum olmuşsa, mesela karısı sık sık olduğu gibi, huzursuzlanıp gecenin kör karanlığında yataktan kalkarak evin içinde dolaşmışsa, tüm bunlar, denizin kıyı şeridinden içeri doğru çekilmesi gibi, eczanesinin güvenli alanına girer girmez kendisinden uzaklaşıverirdi. Çekmecelerin ve ilaçların olduğu arka tarafta duran Henry, telefon çaldığında keyiflenirdi. Bayan Merriman tansiyon hapı için geldiğinde ya da yaşlı Cliff Mott yüksükotu almak için içeri girdiğinde keyiflenirdi. Kocası bebeklerinin doğduğu gece evden kaçan Rachel Jones için Valium hazırlarken keyiflenirdi. Dinlemek Henry’nin doğasında vardı ve hafta boyunca pek çok kereler, “Hay aksi, bunu duyduğuma çok üzüldüm,” ya da “Hey, şu işe de bak,” derdi.
İçinde, çocukken kendisini tiz bir ses tonuyla azarlayarak büyüten annesinin geçirdiği sinir krizine iki kez şahit olmuş bir adamın sessiz telaşının acısını çekerdi. Dolayısıyla, pek sık gerçekleşmezse de, eğer bir müşteri fiyatı beğenmez veya bir sargı bezinin ya da buz torbasının kalitesine sinirlenirse, Henry durumu düzeltmek için elinden geleni yapardı. Kocası bir ıstakoz avcısı olan Bayan Granger uzun yıllardan beri onunla çalışırdı. Kadın sanki açık denizlerin soğuk rüzgârını kendisiyle birlikte taşır gibiydi. Titiz bir müşteriyi memnun etmeye pek de hevesli görünmezdi. Henry reçeteleri yazarken, yazarkasanın önündeki Bayan Granger’ın herhangi bir şikayeti bertaraf etmediğinden emin olmak için bir kulağının her zaman onda olması gerekirdi. Aynı duyguyu birçok kereler, karısı Olive’in Christopher’ın yapmadığı bir ev ödevi ya da bir ev işiyle ilgili yeterince çabalamadığını gözlemlerken de yaşamıştı. Dikkatinin binlerini sürekli olarak memnun etme ihtiyacı etrafında dolaşıp durduğu duygusunu… Bayan Granger’ın sesinde bir hareketlilik duyarsa, arka taraftan çıkar, müşteriyle bizzat konuşmak için dükkânın ortasına kadar yürürdü. Bunun dışında, Bayan Granger işini iyi yapardı. Geveze olmaması, döküm defterini kusursuz tutması ve hemen hemen hiç hastalanmaması Henry’nin takdirini toplardı. Bu yüzdendir ki, kadının bir gece uykusunda ölüvermesi Henry’yi şaşırtmış, ona geride bir tür sorumluluk duygusu bırakmıştı. Sanki onunla bunca yıl yan yana çalışırken, ilaçlarla, şurup ve iğnelerle haşır neşir olurken, belki de iyileştirebileceği hastalığının olası belirtilerini ıskalamıştı.
“Fare gibi,” demişti karısı, yeni kızı işe aldığında. “Tam bir fareye benziyor.”
Denise Thiboxleau’nun yuvarlak yanakları vardı, küçük gözleri kahverengi çerçeveli gözlüklerinin gerisinden bakardı. “Ama sevimli bir fare,” dedi Henry. “Şirin olanından.”
“Dik duramayan biri şirin olamaz.” Denise’in dar omuzlarının, sanki bir şey için özür diliyormuş gibi öne doğru eğik olduğu doğruydu. Yirmi iki yaşındaydı ve Vermont eyalet üniversitesinden yeni mezun olmuştu. Kocasının da adı Henry’ydi ve Henry Thiboxleau’yla ilk kez karşılaşan Henry Kitteridge, karşısındaki bu müthiş girişken adamdan hoşlanmıştı. Enerjik ve dinç görünen genç adamın gözlerindeki ışık, terbiyeli ve sıradan yüzüne titrek bir ışıltı katıyor gibiydi. Henry, amcasının sahibi olduğu bir işte musluk tamircisi olarak çalışıyordu. Denise’le bir senedir evliydiler.
Genç çiftle bir akşam yemeği yemelerini önerdiğinde, Olive, “Hiç heveslisi değilim,” demişti. Henry üstelememişti. O dönemde oğulları -buluğ çağının fiziksel işaretlerini daha göstermeye başlamamıştı- birdenbire ve insanı yoran bir biçimde asık yüzlü oluvermiş, ruh hali tıpkı bir zehir gibi havaya yayılmıştı. Olive de Christopher kadar değişmiş ve tutarsız olmuştu sanki. İkisi aniden ve şiddetli bir kavgaya tutuşur, sonra birdenbire sessiz bir dostluk havasına giriverirlerdi. Neler olup bittiği hakkında hiçbir fikri olmayan Henry ise afallamış bir biçimde kendini dışlanmış ve yabancı hissederdi.
Ama yazın sonlarına doğru, bir akşamüstü arkadaki park yerinde durmuş Denise ve Henry Thiboxleau’yla konuşurken ve güneş kendini ladinlerin gerisine saklamışken, Henry Kitteridge bu genç çiftin yanında olmayı ne kadar istediğini hissetti. Yüzlerindeki farklı, ama istekli ilgi, ona yıllar önceki üniversite günlerini anımsatmıştı. O da onlara, “Olive ve ben en kısa zamanda bize akşam yemeğine gelmenizi isteriz,” deyiverdi.
Eve doğru yola çıktı, uzun çam ağaçlarını, körfezin bir görünüp kaybolan manzarasını geçti ve Thiboxleeau’ların tam aksi yöne, kasabanın varoşlarındaki karavanlarına gittiklerini düşündü. Karavanı kafasında canlandırdı. Sıcak ve derli toplu olmalıydı, çünkü Denise kılık kıyafet konusunda düzenliydi. Onların günlük haberleri birbirleriyle paylaşmalarını gözünün önüne getirdi. Denise belki de, “Çok rahat bir patron,” demişti. Ve Henry de belki, “Ah, ben o adamı çok sevdim,” diye cevap vermişti.
Evin garajına giden yola sapıp, buna tam da yol denemezdi aslında, daha çok tepenin üzerinde çimenlik bir alandı ve bahçede Olive’i gördü. Ona doğru yürüdü, “Merhaba Olive.” Sarılmak istedi, ama karısının yanında sanki onu asla terk etmeyecek bir dost gibi duran o karanlık vardı. Henry, Thiboxleau’ların akşam yemeğine geleceği haberini verdi. “Vakti gelmişti.”
Olive üst dudağında binken terleri sildi, bir küme ayrıkotunu söküp çıkarmak için döndü. “Tamamdır, Bay Başkan,” dedi. “Aşçınız olarak emirlerinize amadeyim.”
Cuma gecesi çift Henry’nin peşinden eve girdi. Genç Henry Olive’in elini sıktı. “Ne güzel bir yer burası!’ dedi. “Şu deniz manzarasına bakın. Bay Kitteridge evi ikinizin inşa ettiğinizi söyledi.”
“Evet, biz yaptık.”
Christopher, yeniyetmelere özgü bir nezaketsizlikle gelip masada pat diye yanlarına oturdu ve Henry Thiboxleau okulda herhangi bir spor yapıp yapmadığını sorduğunda cevap vermedi. Henry Kitteridge’in içinde beklenmedik bir öfke belirdi. Kitteridge’lerin evinde olması beklenmeyen, huzursuzluk verici bazı şeylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu hissettiği bu kaba davranışından dolayı oğluna bağırmak istiyordu.
Olive, Denise’in tabağına fırınlanmış fasulye koyarken, “Bir eczanede çalıştığın zaman, kasabadaki herkesin sırlarını öğrenirsin,” dedi. Karşısına oturup ona ketçapı uzattı. “Ağzını sıkı tutmayı bilmelisin. Ama anlaşılan sen zaten bunu biliyorsun.”
“Denise bunu çok iyi biliyor,” dedi Henry Kitteridge.
Denise’in kocası atıldı, “Kesinlikle. Denise’den daha güvenilir birini bulamazsınız.”
“Sana inanıyorum,” dedi Henry adama ekmeği uzatırken. “Ve lütfen. Bana Henry de. En sevdiğim isimlerden biri,” diye ekledi. Denise sessizce güldü; kız ondan hoşlanmıştı, bunu görebiliyordu.
Christopher sandalyesinde iyice yayıldı.
Henry Thibodeau’nun ailesi ülkenin iç kısımlarında bir çiftlikte yaşıyordu; dolayısıyla iki Henry hasat ve smk fasul-
yesinden, mısırın bu yaz yağmurun yağmamasından dolayı eskisi kadar tatlı olmadığından ve iyi bir kuşkonmaz yatağının nasıl elde edileceğinden bahsettiler.
Henry Kitteridge ketçapı genç adama uzatırken şişeye çarpıp devirince tüm ketçap koyu bir kan gibi meşe masanın üzerine döküldü. Olive “Ah, Tanrı aşkına,” diye söylendi. Henry, şişeyi kaldırmaya çalışırken masanın üzerinde yuvarlanmasına neden oldu ve ketçapın geri kalanı önce parmak uçlarına sonra da beyaz gömleğine döküldü.
“Bırak,” diye emir verdi Olive yerinden kalkarak. “Hiçbir şeye karışma Henry. Tanrı aşkına.” Ve Henry Thiboxleau, belki de kendi ismini böylesine sert bir tonla duyduğu için, sarsılarak arkasına yaslandı.
“Aman Tanrım, her tarafı batırdım.”
Tatlı olarak herkes mavi kaselerin içinde bir top vanilyalı dondurma aldı. “Vanilya benim favorimdir,” dedi Denise.
“Öyle mi,” dedi Olive.
“Benim de,” diye cevap verdi Henry Kitteridge.
Sonbahar geldiğinde, sabahlar daha karanlık olmuş ve eczane, güneş, binaların arkasında gözden kaybolup dükkânın ışıkları yanmadan önce, sadece kısa bir süreliğine gün ışığını doğrudan görmeye başlamıştı. Henry arkada küçük plastik şişeleri doldurup telefonlara cevap verirken, Denise de ön tarafta, yazar kasanın yanında dururdu. Öğlen olduğunda, Denise evden getirdiği sandviçi çıkarır ve deponun bulunduğu arka, tarafta yerdi. Sonra da Henry öğle yemeğini yer ve bazen de, dükkânda kimse olmadığı zamanlarda, yan taraftaki dükkândan getirttikleri birer bardak kahveyle oyalanırlardı. Denise genelde sessiz bir kızdı, ama birden çenesinin açıldığı da olurdu. “Biliyorsunuz, annem uzun yıllardır MS hastası, dolayısıyla ta en başından itibaren hepimiz ona nasıl yardımcı olacağımızı öğrendik. Erkek kardeşlerimin üçü de birbirinden farklıdır. Böyle olması size de komik gelmiyor mu?” Denise bir şampuan şişesinin yerini değiştirirken, en büyük ağabeyinin, ta ki babasının sevmediği bir kızla evlenene kadar babasının favorisi olduğunu anlattı. Kendi kaynanası ve kayınpederi harika insanlardı. Henry’den önce de bir erkek arkadaşı olmuştu. Bir Protestan’dı ve ailesi ona karşı pek de nazik davranmamıştı. “Zaten yolunda gitmeyecekti,” dedi, bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırırken.
“Ama Henry harika bir genç,” diye yanıt verdi Henry.
Denise on üç yaşında bir kız gibi gözlüklerinin arkasından gülümserken, başını salladı. Henry gözünün önüne tekrar karavanı, ikisinin iri birer köpek yavrusu gibi birlikte yuvarlandıklarını getirdi. Bunun ona neden bir tür mutluluk verdiğini bilemiyordu, sanki altın bir sıvı üzerine akıyor gibiydi.
Denise, Bayan Granger kadar becerikli, ama ondan daha rahattı. Bir müşteriye, “İkinci koridorda, vitaminlerin hemen altında,” diyebiliyordu. “İşte, size göstereyim.” Bir keresinde Henry’ye müşterilere yardım teklif etmeden önce onların dükkânda dolaşmasına izin verdiğini söylemişti. “Böylece, ihtiyaç duydukları, ama o anda akıllarına gelmeyen bir şeyler bulabilirler. Ve satışlarınız da artar.” Kış güneşinden bir demet pencereden geçerek kozmetik ürünlerinin olduğu rafa yayıldı; bir sıra tahta döşeme bal gibi parladı.
Henry minnetle kaşlarını kaldırdı. “Denise, iyi ki şu kapıdan içeri girmişsin.” Denise elinin tersiyle gözlüklerini itti ve toz beziyle merhem kavanozlarını silmeye başladı.
Haftada bir kez -ya da gerekiyorsa daha sık- Portland’dan ilaçları getiren Jerry McCarthy öğle yemeğini arka odada yerdi. On sekiz yaşındaydı ve liseyi yeni bitirmişti. Yumuşak
yüzlü bu iri ve şişman çocuk o kadar çok terlerdi ki, gömleği bazen göğsünün altına kadar sırılsıklam olurdu; öyle ki zavallı çocuk sanki meme veren biri gibi görünürdü. Bir sandığın üzerine oturur, koca dizleri neredeyse kulaklarında, içindeki yumurta salatasından ya da ton balığından dökülen mayonezli parçaları gömleğine akıta akıta sandviçini yerdi.
Henry, Denise’in ona birkaç kez kağıt havlu verdiğini görmüştü. “Bu bana da olur,” dediğini duymuştu bir keresinde. “Ne zaman bir sandviç yesem, eğer içinde sadece söğüş et yoksa sonunda her yeri batırırım.” Bu doğru olamazdı. Bir tabak ne kadar düzse, bu kız da o kadar zarifti.
Telefon çaldığında, “Tünaydın,” derdi. “Burası Köy Eczanesi. Bugün size nasıl yardımcı olabilirim?” Tıpkı yetişkini oynayan küçük bir kız gibiydi.
Ve sonra, bir pazartesi günü, eczanedeki havada keskin bir soğukluk hissedildi. Henry dükkânı açmaya giderken, “Hafta sonun nasıldı, Denise?” diye sordu. Bir gün önce Olive kiliseye gitmeyi reddetmiş ve Henry onunla, kendisinden beklenmedik bir şekilde, sert bir sesle konuşmuştu. Üzerinde bokser şortu, mutfakta pantolonunu ütülerken ona, “Senden çok şey mi istiyorum?” deyivermişti. “Bir erkeğin karısının ona kilisede eşlik etmesi çok mu?” Onsuz gitmek sanki ailevi bir başarısızlığın umuma açılması gibiydi.
“Evet, benden fazlasıyla kahrolası şey istiyorsun!” Olive bunu neredeyse haykırarak söylemişti, öfkesi artık kontrol edilemez olmuştu. “Ne kadar yorgun olduğum hakkında hiçbir fikrin yok, tüm gün ders ver, kahrolası aptal bir müdürün saçma sapan toplantılarına katıl! Alışveriş yap. Yemek pişir. Ütü yap. Çamaşır yıka. Christopher’ın ev ödevine yardım et! Ya sen…” Yemek odasındaki sandalyenin arkalığına tutundu ve geceden kalma, dağınık koyu renk saçları gözlerinin önü…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKül Mevsimi
- Sayfa Sayısı344
- YazarElizabeth Strout
- ISBN9786054263486
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kardan Kız ~ Sophie Anderson
Kardan Kız
Sophie Anderson
“Kardan kızın canlanmasını diliyorum. Böylece bir arkadaşım, güvenebileceğim gerçek bir arkadaşım olacak ve kendimi o kadar da yalnız hissetmeyeceğim.” Tasha dedesiyle bir kardan kız...
- Irina’ya Göre Şeffaflık ~ Benjamin Fogel
Irina’ya Göre Şeffaflık
Benjamin Fogel
Yıl 2058. İnternetin gelişmiş bir sürümü olan Ağ, hayatın her alanına hâkim olmuştur. Şeffaflık politikası gereği vatandaşlara ait her türlü bilgi erişime açık bir...
- Anna Karenina (2 Cilt) ~ Lev N. Tolstoy
Anna Karenina (2 Cilt)
Lev N. Tolstoy
Roman, aileleri mutsuzluğa götürebilecek etmenleri araştırıp kendimizi sorgulamaya sevk eder. Yaşamın katı gerçekleri ve okuduğumuz her cümlede karşılaştığımız bir ahlak dersi… Bizi sürekli takip...