Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kurt Adına
Kurt Adına

Kurt Adına

Hannah Whitten

EFSANELER DER Kİ: İKİ KIZ ÇOCUĞU DOĞAR; BİRİ TAHT, DİĞERİ KURT ADINA. Yüzyıllar sonra ilk kez dünyaya gelen “İkinci Kız Çocuğu” Red, ne taht…

EFSANELER DER Kİ:

İKİ KIZ ÇOCUĞU DOĞAR; BİRİ TAHT, DİĞERİ KURT ADINA.

Yüzyıllar sonra ilk kez dünyaya gelen “İkinci Kız Çocuğu” Red, ne taht ne de özgürlük için doğmuştu. Efsanenin büyüsüyle mühürlenen kaderi, daha ilk nefesinde yazılmıştı: Tutsak tanrıları geri getirmesi için Kurt adına kurban edilmeliydi.

Ancak Yabanorman’ın çağrısı kanında yankılanıyordu. İçinde filizlenen karanlık güç ormanın fısıltılarıyla birlikte büyüyor, Red’in geçmişi ve geleceği arasındaki sınırlar belirsizleşmeye başlıyordu. Peki ya efsaneler yanlışsa? Ya Kurt, bir avcı değil de yalnızca bir başka kurbansa?

“Kırmızı Başlıklı Kız’ın, tüyler ürpertici güzellikteki yeniden anlatımı. Karanlık, duygusal ve aksiyon dolu; Whitten’ın çıkış romanı okurlarına büyüleyici bir hikâye sunuyor.”

—LIBRARY JOURNAL

“Ürkütücü, iliklerine kadar doğayla iç içe ve kadim büyüyle dolu. Hannah Whitten kesinlikle okunması gereken bir yazar.”

—ANNA BRIGHT

“Whitten, bu etkileyici çıkış romanında yan karakterleri bile eski dostlarınız gibi görebileceğiniz bir hikâye anlatıyor. Kırmızı Başlıklı Kız ile Güzel ve Çirkin’i ustalıkla harmanlayan bu masal; görev, aşk ve kaybın sınırlarını keşfeden, elden bırakılması imkânsız bir anlatı. Fantastik edebiyatın mutlaka okunması gereken yeni seslerinden, ustaca bir çıkış romanı.”

—KIRKUS

“Zekice kurgulanmış, karanlık bir fantastik roman. Bayıldım! Kurulan evren, karakterler, anlatanın zarifliği ve güzelliği… Her şey beni büyüledi.”

—JODI PICOULT

“Keskin ve etkileyici bir üslupla yazılmış Kurt Adına, karanlık ve derin ormanlarda geçen görkemli bir yolculuk. Büyüleyici bir çıkış romanı.”

—ERIN CRAIG

“Whitten; Kırmızı Başlıklı Kız, Güzel ve Çirkin, Pamuk Prenses gibi masallardan aldığı unsurları ustalıkla harmanlarken tamamen kendine ait bir hikâye yaratıyor. Sürükleyici üslubu ve korku unsurlarıyla bu eser kesinlikle büyüleyici.”

—PUBLISHERS WEEKLY

*

Kralların iradesinden kaçmak için Yabanorman’ın en uzak köşelerine sığındılar. Ormanın onlara barınak sunması durumunda, soyları devam ettiği sürece sahip oldukları her şeyi vereceklerine, bu anlaşmanın kemiklerinin içinde büyümesine müsaade edeceklerine ve onun yardımına koşacaklarına dair yemin ettiler. Bunu kanla, gönüllü olarak sundukları kurbanla ve bağlanmayla taahhüt ettiler. Yabanorman anlaşmalarını kabul etti ve onlar da ormanı korumak ve altında yatan şeyleri sımsıkı tutmak için sınırları içinde kaldılar. Ve her doğan İkinci Kız ve peşinden gelen her Kurt anlaşmaya, çağrıya ve Mühür’e bağlı kalacaktı. Yeminlerini ettikleri ağacın üzerinde şu sözler belirdi ve ben üzerinde yazılı olduğu ağaç kabuğunu sakladım:

İlk Kız Çocuğu taht adına doğar.
İkinci Kız Çocuğu, Kurt adına.
Ve Kurtlar da Yabanorman adına.
—Tiernan Niryea Andraline, Andraline Hanesi’nden, Valleyda’nın İlk Kız Çocuğu, Anlaşmanın İlk Senesi

1

Red, Kurt’a gönderilmesine iki gün kala kan renginde bir elbise giymişti. Neve, ikizinin arkasında elbisenin kuyruğunu düzleştirirken yüzüne kırmızı gölgeler düşüyordu. Kız kardeşinin yüzündeki gülümseme tereddütlü ve cılız. “Çok hoş görünüyorsun, Red.” Red’in dudakları ısırılmaktan hassaslaşmıştı ve kız kardeşinin gülümsemesine karşılık vermeye çalıştığında teni gerildi. Dilinde bakırın keskin tadını hissetti. Neve, Red’in dudaklarının kanadığını fark etmemişti. O beyaz giyiyordu, bu gece diğer herkesin giyeceği gibi. Siyah saçlarını tutan gümüş kurdele İlk Kız Çocuğu olduğunu belli ediyordu. Red’in elbisesinin kıvrımlarıyla uğraşırken solgun yüzünde farklı duygular gelip geçiyordu: endişe, öfke, iliklerine kadar işleyen hüzün. Red her birini okuyabiliyordu. Neve’i hep okuyabilmişti. Paylaştıkları anne karnından beri çözülmesi kolay biri olmuştu. En sonunda Neve, hiçbir şeyi ele vermemek üzere tasarlanmış boş bir hoşnutluk ifadesinde karar kıldı. Yerdeki yarı dolu şarap şişesini eline alıp Red’e uzattı. “Bari bitir şunu.” Red doğrudan şişeden içti. Ağzını sildiğinde kıpkırmızı dudak boyası elinin arkasına bulaştı. “Güzel mi?” Neve şişeyi geri aldı, şişeyi avuçlarında gergince yuvarlarken bile sesi neşeliydi. “Meducia şarabı. Raffe’in babası Tapınak’a bağışladı, denizde yelkenlerini dolduracak rüzgâr için verdiği dua vergisine ilaveten. Raffe yürütmüş, normal vergi hoş deniz havası için yeter de artar diye düşünmüş.” Gönülsüz bir kahkaha attı, kırılgan ve yavandı. “Dedi ki, bu geceyi atlatmanı sağlayacak bir şey varsa o da buymuş.” Pencerenin yanındaki sandalyelerden birine çöküp başını yumruğuna dayadığında Red’in eteği buruştu. “Bunun için dünyada yeterince şarap yok.” Neve’in sahte neşe maskesi parçalara ayrılıp düştü. Sessizce oturdular. Neve dudaklarını neredeyse hiç hareket ettirmeden, “Hâlâ kaçabilirsin,” diye fısıldadı, gözleri boş şişenin üzerindeydi. “Biz seni idare ederiz, Raffe ve ben. Bu gece, herkes–” “Yapamam.” Red elini sandalyenin kolçağına vururken hızlı ve kesin konuşmuştu. Sonsuz tekrarlamalar sesinin bütün parıltısını alıp götürmüştü. “Tabii ki yapabilirsin.” Neve’in şişenin üzerindeki parmakları sıkılaştı. “Daha Mühür belirmedi bile, doğum günün de yarından sonraki gün.” Red’in eli beyaz, kusursuz cildini saklayan kırmızı elbisenin kol yenine doğru yöneldi. On dokuz yaşına girdiğinden beri her gün kollarını Mühür için kontrol etmişti. Kaldenore’unki doğum gününden hemen sonra gelmişti, Sayetha’nınki on dokuz yaşının ortasında, Merra’nınki ise yirmi yaşına girmesine günler kala. Red’inki henüz belirmemişti ama o bir İkinci Kız Çocuğu’ydu: Yabanorman’a ait, Kurt’a ait, kadim bir anlaşmaya aitti. Mühür olsun ya da olmasın, iki gün içinde buradan gidecekti. “Konu canavar hikâyeleri mi? Hadi ama Red, Mezhep ne derse desin onlar çocukları korkutmak için anlatılan masallar sadece.” Neve’in sesinde şimdi bir sertlik duyuluyordu, tatlı sözler yerini daha keskin bir şeye bırakmıştı. “Saçmalık onlar. Neredeyse iki yüz senedir onları gören olmadı. Sayetha’dan önce yoktu, Merra’dan önce yoktu.”

“Ama Kaldenore’dan önce vardı.” Red’in sesinde ne hararet vardı ne de bir soğukluk. Tarafsız ve ifadesizdi. Bu tartışmadan çok yorulmuştu. “Evet, kahrolası iki asır önce, bir canavar fırtınası Yabanorman’dan çıktı ve on yıl boyunca kuzey bölgelerinde dehşet saçıp Kaldenore’a girdiğinde yok oldu. Elimizde hiçbir yazılı belge olmayan, hikâyeyi anlatan kişi nasıl istiyorsa o şekle bürünen canavarlar.” Red’in sesi durgun sonbaharsa, Neve’inki yıkıcı kara kıştı, tamamen soğuk ve pürüzlü. “Anlatılanlar gerçek olsa bile o zamandan beri hiçbir şey olmadı, Red. Ne diğer İkinci Kız Çocukları ne de senin için ormandan gelecek herhangi bir şeye dair bir belirti görüldü.” Bir duraksama oldu, ikisinin de dokunmadığı derin bir yerden sözcükler toplandı. “Ormanda canavarlar olsaydı gittiğimizde onları görürdük.” “Neve.” Red hareketsiz duruyordu, gözleri parmak eklemlerinde bir yara gibi görünen dudak boyasındaydı ama sesi odayı bir bıçak gibi yardı. Sessizlik talebi göz ardı edildi. “Bir defa ona gittin mi her şey biter. Geri gelmene izin vermeyecektir. Ormandan bir daha çıkamazsın, son… son seferki gibi olmaz.” “Bu konuda konuşmak istemiyorum.” Sesindeki kayıtsızlık şimdi sarsılmış, boğuk ve çaresiz bir şeye dönüşmüştü. “Lütfen Neve.” Red, bir an için Neve’in onu yine göz ardı edeceğini, konuşmayı koyduğu sınırların dışına çıkmaya zorlayacağını düşündü. Bunun yerine Neve iç geçirdi, gözleri saçındaki gümüş kadar parlak ışıldıyordu. “En azından rol yapabilirsin,” diye mırıldandı pencereye dönerek. “En azından umursuyormuş gibi davranabilirsin.” “Umursuyorum.” Red’in parmakları dizlerinin üzerinde gerildi. “Ama bu bir fark yaratmıyor işte.” Bağırmayı, yakınmayı ve isyan etmeyi çoktan bitirmişti. Bunların hepsini, Neve’in şu an ondan beklediği her şeyi on altı yaşına girmeden önce zaten yapmıştı. Dört sene önce her şey değiştiğinde, Yabanorman’ın onun için tek yer olduğunu öğrendiğinde.

O his yine içinde yükseliyordu. Filizlenen, kemiklerinden yukarı tırmanan bir şey. İçinde yeşeren bir şey. Pencere pervazında, havanın ayazıyla zıtlık oluşturan yemyeşil bir eğreltiotu vardı. Yapraklar titredi, filizler bir esinti sebebiyle olamayacak kadar ustaca ve kasıtlı bir şekilde Red’in omzuna doğru nazikçe uzandı. Bitki, elbise kolunun altından Red’in bileğindeki damar ağına hafifçe dokunarak onları kolunun solgun derisi üzerinde bir ağacın dalları gibi belirginleştirdi. Ağzında kırmızı toprak tadı vardı. Hayır. Eklemleri bembeyaz kesilene kadar Red yumruklarını sıktı. Bu yeşerme hissi kayboldu ve yerine gizlenen bir sarmaşık gibi yavaşça kıvrılarak geri çekildi. Artık toprak tadı gelmemesine rağmen şarap şişesini tekrar alıp son damlalarını kafasına dikti. “Konu yalnızca canavarlar değil,” dedi şarap bittiğinde. “Kurt’u, Kralları serbest bırakmaya ikna etmek için yeterli olup olamayacağım konusu da var.” Alkol onu cesaretlendirmişti, sesindeki alaycılığı gizlemeye çalışmayacak kadar cesurdu. Kurt’u yatıştırıp Beş Kral’ı asırlar boyu nerede sakladıysa oradan serbest bırakmasını sağlamaya layık bir kurban bulunabilecekse bile, kendisi olamazdı bu. Hiçbirine inandığı yoktu tabii. Neve ortak düşüncelerini dillendirerek, “Krallar geri gelmeyecek,” dedi. “Mezhep, Kurt’a üç tane İkinci Kız Çocuğu gönderdi ve Kurt hiçbirinde onları serbest bırakmadı. Şimdi de bırakmayacak.” Kollarını beyaz elbisesinin üzerinde sıkıca birleştirdi ve gözlerini camı delip geçecekmişlercesine pencereye dikti. “Kralların geri gelebileceklerini sanmıyorum.” Red de sanmıyordu. Tanrılarının muhtemelen öldüklerini düşünüyordu. Ormana yapacağı yolculuğa dair kararlılığının Krallarla, canavarlarla veya bunlara dair herhangi bir şeyle hiçbir ilgisi yoktu. “Fark etmez.” Bunu mükemmelleştirecek kadar çok tekrar etmişlerdi. Red, damarlarının rengi şimdi mavi olan parmaklarını bir ileri bir geri bükerek bu sonsuz ve döngüsel konuşmanın ritmini tutuyordu. “Yabanorman’a gidiyorum, Neve. Bu kadar. Sadece… izin ver öyle olsun.” Neve, ağzı kararlı bir çizgi hâlinde, ipek kumaşın mermer üzerinde çıkardığı hışırtı eşliğinde bir adım öne atarak aralarındaki mesafeyi aştı. Red başını kaldırmadı ve yüzünü bir tutam bal rengi saçla saklayacak şekilde boynunu büktü. “Red,” diye fısıldadı Neve. Sesinin tonu Red’i ürkütmüştü; korkmuş bir hayvanla konuşurken kullanacağı tonla aynıydı. “Yabanorman’a gittiğimiz o gün seninle gitmeyi ben istedim. Senin suçun değildi–” Kapı gıcırdayarak açıldı. Red, uzun zamandır ilk defa annesini gördüğüne sevindi. Beyaz ve gümüş renkleri Neve’e yakışırken, Kraliçe Isla’yı donuk ve pencere camındaki don kadar soğuk gösteriyordu. Koyu renk gözlerinin üzerindeki koyu kaşları, iki kızıyla paylaştığı tek ortak noktalarıydı. Odaya adım atıp ağır ahşap kapıyı kapatırken arkasından gelen bir hizmetçi olmadı. “Neverah.” O koyu, okunması zor gözlerini Red’e çevirmeden önce Neve’i başıyla selamladı. “Redarys.” İkisi de selamlamaya karşılık vermedi. Saatler gibi gelen bir an boyunca üçü sessizliğe gömüldü. Isla, Neve’e döndü. “Konuklar gelmeye başladı. Onları karşıla lütfen.” Neve’in yumrukları eteği üzerinde kapandı. Çatık kaşlarının altından, delici ve hararetli koyu gözleriyle Isla’ya baktı. Fakat tartışmak anlamsızdı ve odadaki herkes bunun farkındaydı. Neve kapıya doğru ilerlerlerken omzu üzerinden Red’e baktı; bakışlarıyla emreder gibiydi: Cesur ol. Red’in annesinin yanındayken hissedeceği son şey cesaretti. Isla onu incelerken Red ayağa kalkmaya bile zahmet etmedi. Red’in saçına dikkatle tutturulmuş bukleler çoktan bozulmaya başlamış, elbisesi kırışmıştı. Isla’nın gözleri bir an için Red’in elinin arkasındaki ruj lekesinde duraksadı ama bu bile bir tepki almak için yeterli olmamıştı. Bu balodan ziyade bir kurban edişti, kıtanın dört bir yanındaki ileri gelenlerin katılmaları ve Kurt’a gönderilecek kadını görmeleri için düzenlenen bir etkinlikti. Belki de Red’in yarı vahşi görünümü duruma uyuyordu. “Bu renk sana yakışıyor.” Kraliçe başıyla Red’in eteğini işaret etti. “Redarys için kırmızı.”* Bir şakaydı bu fakat Red’in dişlerini neredeyse kırılacak kadar sıkmasına sebep olmuştu. Eskiden, daha küçükken Neve de böyle derdi. Altındaki anlamı fark etmelerinden önceydi bu. Fark ettiklerinde bu lakap ona çoktan yapışmıştı, Red de bunu değiştirmek istemezdi zaten. Bu takma isim bir şiddet, kim ve ne olduğuna dair bir hak iddiası içeriyordu. “Bunu çocukluğumdan beri duymamıştım,” dedi karşılık olarak ve Isla’nın dudaklarının çizgi hâline geldiğini gördü. Red’in çocukluğundan –bir zamanlar bir çocuk olduğundan, onun çocuğu olduğundan, kendi öz evladını ormana gönderdiğinden– bahsetmek her zaman annesinin canını sıkıyor gibi görünüyordu. Red eteğini işaret etti. “Kurban için kırmızı rengi.” Bir an sonra Isla boğazını temizledi. “Florish heyeti bu öğleden sonra buraya ulaştı, Karseckan Re’nin elçisi de. Meducia Baş Konsey Üyesi davete katılamayacağı mesajını yolladı ama başka birçok konsey üyesi orada olacak. Gün boyunca kıtanın dört bir yanından Mezhep rahibeleri gelip Mihrap’ta dönüşümlü olarak dua ettiler.” Bunların hepsini resmi ve alçak bir tonda, sıkıcı bir listeyi tekrar ediyormuş gibi söylemişti. “Alpera’nın Üç Dükü ve maiyetleri törenden önce varmış olurlar–” “Ah, güzel.” Red bir cesedinki kadar beyaz ve hareketsiz duran ellerine bakarak konuşmuştu. “Bunu kaçırmak istemezler.” Isla’nın parmakları seğirdi. Sesi gergin çıksa da hâlâ bir kraliçenin kullanacağı tondaydı. “Yüce Rahibe umutlu,” dedi, gözleri kızı dışında her yerdeydi. “Sen ve… diğerleri arasında daha uzun bir zaman geçtiği için Kurt’un en sonunda Kralları geri verebileceğini düşünüyor.” “Eminim öyle düşünüyordur. O ormana girdiğimde ve kesinlikle hiçbir şey olmadığında onun için ne kadar da utanç verici olacak.” “Değerlerimize hakaretlerini kendine sakla,” diye azarladı Isla. Red hiçbir zaman annesinden bir duygu çıkarabilmeyi başaramamıştı. Daha evvel, küçükken denemişti, hediyeler verip çiçek toplayarak. Biraz daha büyüdüğünde, sıcak duygulara ulaşamayacağını anladığında, perdelere asılıp sarhoşluğuyla yemek sofralarını berbat ederek onu sinirlendirmeye çalışmıştı. Bunlarla bile bir iç çekiş veya göz devirmeden daha fazlasını alamamıştı. Yasınızın tutulmasına layık olabilmek için bütünüyle bir birey olmak zorundaydınız. Red annesinin gözünde hiçbir zaman olmamıştı. Hiçbir zaman kutsal bir emanetten fazlası olmamıştı. “Sence geri gelecekler mi?” Bir ayağı çoktan Yabanorman’da olmasa sormaya cüret edemeyeceği cesur bir soruydu. Red yine de soruya içten bir ton vermeyi tam olarak başaramamış, sesindeki sertliği yumuşatamamıştı. “Sence Kurt beni makul bulursa Kralları geri verir mi?” Odadaki sessizlik dışarıdaki havadan daha soğuktu. Red inançlı biri değildi ama yine de günahları bağışlanabilirmiş gibi o cevabı istiyordu. Annesi için. Kendisi için. Isla’nın bakışı gittikçe uzayarak sabit kaldı. İçinde seneler ve bu seneler boyunca söylenmemiş şeyler vardı. Fakat konuştuğunda koyu gözleri başka tarafa yöneldi. “Ne önemi olduğunu pek anlayamıyorum.” Ve işte bu kadardı. Red ayağa kalktı, açık saçlarının oluşturduğu ağır perdeyi geriye atıp elindeki dudak boyasını eteğine sildi. “O zaman buyurun, Majesteleri, gidip herkese kurbanlarının görevine bağlı ve hazır olduğunu gösterelim.”

*

Red balo salonuna doğru ilerlerken kafasında hızlı hesaplamalar yaptı. Salondaki varlığı belirgin olmalıydı. Teşrif eden bütün o ileri gelenler yalnızca dans edip şarap içmek için orada değildi. Onu görmek istiyorlardı, Valleyda’nın kurban edilecek İkinci Kız Çocuğu’nu göndermeye hazır olduğunun kıpkırmızı kanıtını. Mezhep rahibeleri sırayla Mihrap’ta yer alıyor, Yabanorman’dan kesildiği rivayet edilen beyaz ağaç parçalarına dua ediyorlardı. Ülke dışından gelenler için kutsal bir yolculuktu bu, yalnızca ünlü Valleyda Mihrabı’nda dua etmek için değil, Kurt’a gönderilen İkinci Kız Çocuğu’nu görmek için de birçok nesilde bir elde edilen bir şanstı. Dua ediyor olabilirlerdi ama gözleri Red’deydi. Onu inceleyerek Valleyda Yüce Rahibesi’yle aynı fikirde olup olmadıklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Red’in onlar açısından da makul olup olmadığına karar veriyorlardı. Bir veya iki dans, bir veya dört kadeh şarap. Red herkesin kurbanlarının yürekliliğini değerlendirebileceği kadar uzun süre orada kalabilir ve sonra ayrılabilirdi. Teknik olarak yazın erken zamanlarıydı fakat Valleyda’da sıcaklıklar hiçbir mevsimde donma noktasından pek de yukarı çıkmazdı. Balo salonunda turuncu ve sarı ışıklarla titreşen şömineler sıralanmıştı. Saray mensupları kıtanın dört bir yanındaki krallıklardan gelen farklı kesim ve biçimlerde odanın etrafında dönüyorlardı, salondaki her kumaş parçası ay kadar soluk beyazdı. Balo salonuna adım atmasıyla tüm o sayısız göz Red’e dikildi; kar yığının ortasındaki o kan damlasına. Red, bir tilkiyle karşı karşıya gelen bir tavşan gibi donup kaldı. Bir an hepsi birbirine baktı, bir araya toplanmış inançlılar ve sunacakları adak. Red çenesi sımsıkı kenetlenmiş hâlde derin, abartılı bir reveransta bulundu.

Dansın ritminde kısa bir duraklama hissedildi. Sonra saray mensupları tekrar harekete geçip Red’le göz teması kurmadan, yanından süzülerek geçmeye başladılar. Küçük bir lütuftu bu. Köşede, sera gülleri ve şarap fıçıları arasında tanıdık bir siluet duruyordu. Raffe elini kısa kesilmiş siyah saçlarının üzerinden geçirdi, parmakları altın kadehinin üzerinde maun rengindeydi. O an tek başınaydı fakat bu uzun sürmezdi. Bir Meducia Konsey Üyesi’nin oğlu ve hayli başarılı bir dansçı olan Raffe balolarda ilgisiz bırakılmazdı. Red ona doğru sessizce ilerleyip elindeki kadehi aldı ve hünerli bir yetkinlikle kafasına dikti. Raffe’in dudağı seğirdi. “Sana da merhaba.” “Geldiği yerde daha çok var.” Red kadehi geri verdi ve kararlı gözlerini kalabalıktan ziyade duvara dikerek kollarını kavuşturdu. Kalabalığın bakışları ensesine batıyordu. “Doğru söylüyorsun.” Raffe bardağını doldurdu. “Kalmana şaşırdım doğrusu. Seni görmesi gereken insanlar kesinlikle gördü.” Red dudağının kenarını ısırdı. “Asıl ben birini görmeyi umuyorum.” Raffe’e olduğu kadar kendisine de bir itiraftı bu. Arick’i görmeyi istememeliydi. Bunun sakin bir ayrılık olmasına izin vermeli, sessizce onu bırakmalıydı… Fakat Red özünde bencil bir varlıktı. Raffe bir kez başıyla onayladı, çehresi anlayışla doluydu. Dolu şarap kadehini Red’e verip bir tane de kendisi için aldı. Red, Raffe’i on dört yaşından beri tanıyordu. Raffe’in babası Konsey Üyesi olarak göreve başladığında gelişme aşamasındaki şarap ticareti işini oğluna devretmek zorunda kalmıştı ve ticaret yollarını öğrenmek için de Valleydalı eğitmenlerden daha iyi bir seçenek yoktu. Burada pek bir şey yetişmezdi, kıtanın tam tepesinde konumlanmış minik ve soğuk bir ülkeydi, yalnızca kuzey sınırında bulunan Yabanorman ile zaman zaman Kurt’a kurban verilen İkinci Kız Çocukları’yla bilinirdi. Valleyda, halkını tok tutmak için neredeyse tamamen ithalata güvenirdi, buna ek olarak bir de Krallara en etkili yakarışların yapıldığı Tapınak’a verilen dua vergileri vardı. Son altı senede birlikte büyümüşlerdi, bu seneler Red’in diğerlerinden ne kadar farklı olduğunu anlamasıyla geçmişti. Zamanının hızla daraldığını idrak etmesiyle geçen seneler. Fakat onu tanıdığı süre boyunca Raffe, Red’e hiçbir zaman bir arkadaştan başka bir şeymiş –bir kurban veya bir gün yakılacak bir kuklaymış– gibi davranmamıştı. Raffe’in bakışları Red’in arkasında bir yere yönelip yumuşadı. Red onun bakışlarını, odanın ön tarafındaki yüksek bir kürsüde tek başına oturan ve gözleri belli belirsiz kızarmış olan Neve’e kadar takip etti. Isla’nın yeri hâlâ boştu. Red’e ise bir yer ayrılmamıştı. Red şarabıyla ikizini işaret etti. “Onu dansa kaldır, Raffe.” “Kaldıramam.” Cevabı hızlıydı ve bardağının arkasından geveleyerek konuşmuştu. Şarabını bir yudumda bitirdi. Red üstelemedi. Omzuna dokunulmasıyla aceleyle arkasına döndü. Arkasındaki gözleri korku dolu ve kocaman açılmış genç lord hızla bir adım geri çekildi. “Şey, ben… leydim –yok, Prenses–” Belli ki sert bir tepki bekliyordu fakat Red kendini öyle bir tepki veremeyecek kadar yorgun hissetti birdenbire. O keskin hâli korumak çok yorucuydu. “Redarys.” “Redarys,” diye gergince onayladı karşısındaki. Beyaz boynundan yukarı bir kızarıklık yükselip yüzündeki lekeleri daha da belirginleştirdi. “Benimle dans eder misiniz?” Red kendini omuz silkerken buldu, düşünceleri Meducia şarabının etkisiyle biçimsiz bir sıcaklığa kavuşmuştu. Karşısındaki, görmeyi umduğu kişi değildi ama neden sormaya cesaret etmiş biriyle dans etmesindi ki? Sonuçta henüz ölmemişti. Küçük lord, belinin kıvrımına neredeyse hiç dokunmadan onu valse kaldırdı. Boğazı o kadar kurumuş olmasa Red duruma gülebilirdi. Hepsi Kurt’a ait bir şeye dokunmaktan o kadar çekiniyordu ki. “Onunla çardakta buluşacaksınız,” diye fısıldadı genç adam, sesi çatlamanın eşiğindeydi. “İlk Kız Çocuğu öyle söyledi.” Red, şarabın sıcaklığından sıyrılıp gözlerini kısarak genç lordun yüzüne baktı. Midesi alkol ve ışıldayan umutla çalkalandı. “Kiminle buluşacağım?” “Müstakbel Eş’le,” diye kekeledi genç adam. “Lord Arick.” O buradaydı. Gelmişti. Vals, Red ve olağandışı kavalyesinin sözü geçen çardağa yaklaşmasıyla son buldu. Red’in elbise kuyruğu, sırmalı kumaş perdeye dokunacak kadar yakındı. “Teşekkür ederim.” Artık saç diplerinden ensesine kadar kıpkırmızı kesilmiş küçük lorda reverans yaptı. Genç adam anlaşılmaz bir şeyler kekeleyip oradan ayrıldı, hantal bacaklarıyla neredeyse koşmak üzereydi. Ellerinin titremesini durdurmak için bir süre bekledi. Bu işin arkasında Neve vardı ve Red, niyetini anlayacak kadar iyi tanıyordu kardeşini. Neve onu kaçmaya ikna edememişti ama belki Arick bunu başarabilir, diye düşünüyordu. Onun denemesine izin verecekti. Perdenin arasından geçti ve daha balo görüş alanından çıkmadan Arick’in kolları beline dolandı. “Red,” diye mırıldandı saçlarına doğru. Dudakları dudaklarına doğru hareket etti, parmakları kalçalarını bulup onu kendisine çekti. “Özledim seni, Red.” Red’in ağzı karşılık veremeyecek kadar meşguldü fakat aynı duyguları paylaştığı konusunda net davrandı. Arick’in Müstakbel Eş ve Floriane Dükü olarak sorumlulukları saraydan uzak kalmasına neden oluyordu. Şimdiyse yalnızca Neve yüzünden buradaydı. Arick, Floriane’i bir Valleyda vilayeti yapan kırılgan antlaşmayı sağlamlaştırmak için Neve’in müstakbel eşi ilan edildiğinde Neve de en az Red kadar şaşırmıştı. Arick ve Red’in arasındaki ilişkiyi biliyordu ama üzerine hiç konuşmamışlar, bu fazladan küçük trajedi için uygun sözcükleri bulamamışlardı. Arick iki tarafı keskin bir bıçaktı ve açtığı yaralar kendi hâllerine bırakılmalıydı. Red, Arick’ten ayrılıp alnını onun omzuna dayadı. Kokusu her zamanki gibiydi, nane ve pahalı tütün. Ciğerleri sızlayana dek kokuyu içine çekti. Arick’in elleri onun saçlarında bir süre öylece kaldı. “Seni seviyorum,” diye fısıldadı kulağına. Her zaman söylerdi. Red hiçbir zaman karşılık vermemişti. Bir zamanlar ona bir iyilik yaptığını, yirmi senelik süresi dolup orman kurbanını almak için geldiğinde Arick’e kolaylık sağlamak için hislerini inkâr ettiğini düşünmüştü. Ama bu pek de doğru sayılmazdı. Red hiçbir zaman karşılık vermemişti çünkü hisleri karşılıklı değildi. Arick’i bir bakıma seviyordu fakat onun sevgisine denk olacak şekilde değil. Sözcüklerin bir yorum yapmadan geçip gitmesine izin vermek daha kolaydı. Bu daha önce Arick’in canını sıkmamıştı fakat bu gece Red, yanağının altında Arick’in kaslarının gerildiğini hissetmiş ve çenesinde sıkılan dişlerinin sesini duymuştu. “Hâlâ mı, Red?” Fısıldayarak konuşmuştu, cevabı zaten biliyor gibiydi. Red sessizliğini korudu. Bir an sonra Arick solgun parmağıyla onun çenesinin altına dokunup yüzünü incelemek için yukarı kaldırdı. Çardakta hiç mum yoktu fakat pencereden giren ayışığı, Arick’in pervazda duran eğreltiotu yeşilliğindeki gözlerinden yansıyordu. “Neden burada olduğumu biliyorsun.” “Sen de ne cevap vereceğimi biliyorsun.” “Neve yanlış soruyu soruyordu,” diye fısıldadı, sesinde çaresizlik vardı. “Daha sonra olacakları düşünmeden sadece kaçmanı istiyordu. Ben de. Düşündüğüm tek şey buydu.” Duraksadı, eli onun saçlarında gerildi. “Benimle birlikte kaç, Red.” Öpüşmenin ve ayışığının etkisiyle Red’in yarı kapalı olan gözleri kocaman açıldı. Arick’in parmakları arasında birkaç altın saç teli bırakacak kadar hızla geri çekildi. “Ne?”

Arick ellerini tutup onu tekrar kendine yaklaştırdı. Başparmaklarıyla Red’in avuçlarını okşarken, “Benimle birlikte kaç,” diye tekrarladı. “Güneye, Karsecka veya Elkyrath’a gideriz, kimsenin dini veya Kralların geri gelmesini umursamadığı, ormandaki canavarlardan korkmaya gerek kalmayacak kadar uzak bir yerde ücra bir kasaba buluruz. Çalışırım… bir şeyler yaparım ve–” “Bunu yapamayız.” Red onun ellerinden kurtuldu. Şarabın hoş uyuşukluğu yerini hızla hafif bir ağrıya bırakıyordu. Yüzünü ondan çevirirken parmaklarını şakaklarına bastırdı. “Sorumlulukların var. Floriane’e karşı, Neve’e karşı…” “Bunların hiçbirinin önemi yok.” Elleri onun belini sardı. “Yabanorman’a gitmene izin veremem, Red.” Damarlarındaki uyanmayı yeniden hissetti Red. Pervazdaki eğreltiotları titreşti. Bir an için Arick’e anlatmayı düşündü. Neve’le birlikte ormanın sınırına doğru koştukları gece Yabanorman’ın Red’in içinde bıraktığı başıboş sihir kırıntısından bahsetmeyi düşündü. Beraberinde getirdiği yıkım, kan ve şiddetten bahsetmeyi… Nasıl her gününü onu bastırmaya, içinde tutmaya, bir daha kimseyi incitmediğinden emin olmaya çalışmakla geçirdiğinden bahsetmeyi düşündü. Ama sözcükler çıkmıyordu. Red, Yabanorman’a tanrıları geri getirmek için gitmiyordu. Canavarlara karşı bir güvence olarak gitmiyordu. Kadim ve ezoterik bir ağa dolanmış hâlde doğmuştu fakat ondan kurtulmak için savaşmamasının imanla, hiçbir zaman gerçekten inanmadığı bir dinle hiçbir ilgisi yoktu. O, sevdiği herkesi kendisinden korumak için Yabanorman’a gidiyordu. “Bu şekilde olmak zorunda değil.” Arick omuzlarından tuttu. “Bir hayatımız olabilir, Red. Sadece biz olabiliriz.” “Ben bir İkinci Kız Çocuğu’yum. Sen Müstakbel Eş’sin.” Başını iki yana salladı Red. “Olduğumuz kişiler bunlar.”

Sessizlik. “Seni gitmeye zorlayabilirim.” Red’in gözleri yarı kafa karışıklığı yarı ihtiyatla kısıldı. Arick’in elleri omuzlarından kayıp bilekleri etrafında kapandı. “Seni, onun sana ulaşamayacağı bir yere götürebilirim.” Keskin bir acıyla gelen bir duraksama oldu. “Senin ona ulaşamayacağın bir yere.” Arick’in tutuşu neredeyse bileğini morartacak kadar sıkıydı ve Red’in sihir parçası, kasırgaya yakalanmış yaprakları andıran öfkeli bir taşkınlıkla serbest kaldı. Kaburgalarının arasındaki boşlukları harabeleri tırmanan sarmaşıklar gibi aşarak, kemiklerinden yukarı tırmandı. Pervazdaki eğreltiotları tuhaf bir çekimle ona doğru eğildi, mermer katmanlarının ötesinden ayaklarının altındaki toprağın canlandığını hissedebiliyordu, akarsular gibi hareket eden kökler, ona uzanan– Red, eğreltiotları saniyeler içinde uzayıp sivrilmiş yapraklarıyla tam Arick’in omzuna dokunmak üzereyken gücü kontrolü altına almayı başardı. Onu niyetlendiğinden daha sertçe kenara itti. Arick sendelediğinde eğreltiotları çekilip normal şekillerine geri döndü. “Beni hiçbir şeye zorlayamazsın, Arick.” Elleri titriyordu, sesi tizleşmişti. “Burada kalamam.” “Neden?” Sesi yakıcı, öfkeli ve alçaktı. Red sırtını dönüp sırmalı kumaş perdenin kenarını titremediğini umduğu eline aldı. Ağzı hareket etti fakat hiçbir sözcük duruma uygun görünmüyordu, sessizlik büyüdü ve bir cevap hâlini aldı. “Neve’le olan şey yüzünden, değil mi?” Bir suçlamaydı bu ve o da öyle gibi söylemişti. “Yabanorman’a gittiğinizde olan şey yüzünden?” Red, yüreğinin kaburgalarına çarptığını hissetti. Altından geçip arkasında bıraktığı perde Arick’in sözlerini boğup yüzünü gizledi. Kuzeye bakan balkonun çift kanatlı kapısına doğru koridor boyunca ilerlerken elbisesi mermer üzerinde hışırdıyordu.

Donuk bir hâlde, rahibe muhbirlerinin dağınık saçları ve şişmiş dudaklarından nasıl bir anlam çıkaracaklarını düşündü. Eh, el değmemiş bir kurban istiyorlarsa o gemi yelken açalı çok olmuştu. Balo salonundaki şöminelerden sonra soğuk canlandırıcıydı fakat Red bir Valleydalıydı ve tüyleri diken diken olmuş kollarına rağmen yaz mevsimiymiş gibi hissediyordu. Artık çaresizce düzleşmiş olan saçlarındaki ter kurumuş, dikkatle yapılmış bukleler, sıcaklığın ve üzerlerinde gezen ellerin etkisiyle bozulmuştu. Nefes alıp verdi, titreyen omuzlarını yatıştırdı ve gözlerindeki yanmadan kurtulmak için onları kırpıştırdı. Onu seven insanları tek elinin parmaklarıyla sayabilirdi ve hepsi, veremeyeceği tek şey için ona yalvarmaya devam ediyordu. Gecenin havası gözyaşlarını daha düşemeden kirpiklerinde donduruyordu. Doğduğu andan itibaren lanetlenmişti –Mihrap’taki ağaç kabuğunda kazılı olduğu gibi Kurt ve Yabanorman için yaratılmış bir İkinci Kız Çocuğu– ama yine de bazen merak etmeden duramıyordu. Lanetlenmek, dört sene önce yaptığı şey yüzünden onun suçu muydu acaba? O talihsiz balodan sonra akılsız cesaret onları ele geçirmişti, akılsız cesaret ve çok fazla şarap. İki at çalıp kuzeye sürmüşlerdi, bir canavara ve sonu gelmeyen bir ormana karşı taşları, kibritleri ve birbirlerine karşı duydukları yoğun sevgileri dışında hiçbir şeyleri olmayan iki kız çocuğuydular. O sevgi o kadar parlak bir şekilde yanıyordu ki… Red’in içinde kök salan güce karşı neredeyse kasıtlı bir alay gibiydi. Kendisinin daha güçlü olduğunu kanıtlamıştı Yabanorman. Red’in ormana ve onu bekleyen Kurt’a olan bağı her zaman daha güçlü olacaktı. Red güçlükle yutkundu. Acı gerçek şuydu ki o gece ve beraberinde getirdiği şey olmasaydı Neve’in istediği şeyi yapabilirdi. Kaçabilirdi.

Başını kuzeye dönüp soğuk rüzgâra karşı gözlerini kıstı. Sisin ve başkentin puslu ışıklarının ilerisinde bir yerlerde Yabanorman bekliyordu. Yabanorman ve Kurt. Uzun süren bekleyişleri son bulmak üzereydi. “Geliyorum,” diye mırıldandı. “Lanet olsun sana, geliyorum.” Kan kırmızı eteklerini yerde sürüyerek geri döndü ve içeri girdi.

2

Ancak bölük pörçük uyuyabilmişti. Doğan güneş gökyüzüne damlamaya başladığında Red, pencerenin yanında durmuş parmaklarını birbirine geçirerek dışarıdaki Mihrap’ı izliyordu. Odası iç bahçeye, soğuğa karşı dayanıklı oldukları için özel olarak çoğaltılmış ve özenle bakılan ağaç ve çiçeklerden oluşan alana bakıyordu. Mihrap arka köşeye gizlenmişti, filizlenip çiçek açan bahçenin ardında yalnızca küçük bir kısmı görünüyordu. Güneş ışınları kemerli taşın kenarına yansıyor, onu yumuşak bir altın rengine boyuyordu. Mezhep, yeşilliklerin arasında dağınık hâlde duruyor, beyaz cüppelerden ve imandan oluşan bir deniz gibi çiçekleri çevreliyordu. Valleyda’yı evi sayan, bunlara ek olarak denizi aşarak Rylt’ten, kıtanın güney ucundaki Karsecka’dan ve ikisinin arasında kalan diğer yerlerden gelen tüm rahibeler oradaydı. Her bir Tapınak’ta, Yabanorman’ın minik bir dalı olan beyaz bir ağaç parçası bulunurdu fakat asıl Yabanorman’a ev sahipliği yapan Valleyda Tapınağı’nı ziyaret etmek özel bir onurdu. Kralların hapishanesini oluşturan kemik beyazı ağaç dalları arasında dua edip Kralların geri dönmesi için yakarmak bir şerefti. Fakat bu sabah rahibelerin hiçbiri Mihrap’a ayak basmamıştı. Bugün beyaz ağaç dalları arasında dua etmeye izni olan tek kişi Red’di.

Nefesiyle cam buğulandı. Parmağını buğunun üzerinde dalgın dalgın gezdirdi. Dadıları da uzun zaman önce bu şekilde pencere camına hikâyeler resmederdi. Gölge Topraklar yaratılmadan, dünyayı dehşetle yöneten tanrısal varlıklar için bir hapishane yaratmak adına dünyadaki bütün sihir oraya kapatılmadan önceki Yabanorman’a dair hikâyeler. Eskiden orman ebedi bir yaz mevsimine sahiplik ediyormuş, şiddetle yönetilen dünyada insanlara teselli veren bir yermiş. Dadıların anlattığına göre, sınırları içine adak –saç topakları, düşmüş dişler, üzerinde kan lekeleri olan kâğıt parçaları– bırakanlara lütuflarda bulunma becerisi bile varmış. O zamanlarda sihir dünyada özgürce ve onu kullanmayı öğrenmek isteyen herkese açık bir hâlde varlığını sürdürüyormuş. Ancak Beş Kral, korkunç tanrıları bu topraklardan sürmek –onları hapsedecekleri Gölge Topraklar’ı yaratmak– için ormanla anlaşma yapınca bütün o sihir ortadan kaybolup zorlu görevini yerine getirmek için Yabanorman’a çekilmiş. Fakat orman o zaman bile anlaşmalar yapmaya devam edebilmiş; Ciaran ve Gaya’yla, asıl Kurt ve İkinci Kız Çocuğu’yla anlaşma yapmış. Ciaran ve Gaya, canavarların hapsedildiği yıl olan Anlaşma’nın İlk Senesi’nde Yabanorman’dan, efsanelerdeki Beş Kral’dan ikisi olan Gaya’nın babası Valchior’a ve nişanlısı Solmir’e karşı sığınma dilemişler. Yabanorman, Gaya ve Ciaran’ın talebini yerine getirip onlara saklanabilecekleri, sonsuza kadar birlikte olabilecekleri bir yer vermiş. Onları kendi sınırları içinde esir almış ve bir insandan daha fazlasına dönüştürmüş. Dadılar hikâyeyi burada keserdi. Kralların, Anlaşma’dan elli sene sonra tekrar Yabanorman’a girip bir daha geri dönmeyişlerinden bahsetmezlerdi. Ciaran’ın, Kralların ortadan kaybolmasından bir buçuk asır sonra Gaya’nın cansız bedenini ormanın sınırına getirdiğini anlatmazlardı. Red yine de hikâyeyi biliyordu. Hem kutsal sayılan hem de daha az önem taşıyan kitaplarda yüzlerce kez okumuştu. Bulabildiği her

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yüzyıllık Yalnızlık ~ Gabriel Garcia MarquezYüzyıllık Yalnızlık

    Yüzyıllık Yalnızlık

    Gabriel Garcia Marquez

    Yüzyıllık Yalnızlık‘ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman bir evde, toprak yiyen...

  2. Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım ~ Herta MüllerKeşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım

    Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım

    Herta Müller

    Nobel edebiyat ödüllü Herta Müller’den, faşizmin gölgesinde yaşayan ve yaşananlara dair sarsıcı bir roman: Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Müller, sorguya çağrılı adsız kahramanıyla birlikte...

  3. Yağmur Sonrası ~ Sarah JioYağmur Sonrası

    Yağmur Sonrası

    Sarah Jio

    II. Dünya Savaşı’nın tam ortasında yaşanan yasak aşk ve işlenen korkunç bir cinayet… Umut tükenmiş gibi görünse de ikinci şans her zaman vardır… Ya...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur