Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kurtların Tarihi
Kurtların Tarihi

Kurtların Tarihi

Emily Fridlund

Minnesota’da ormanın sınırında, dağılıp gitmiş bir hippi komününden arta kalmış bir kulübede, komünün eski üyeleri olan anne ve babasıyla yaşayan on dört yaşındaki Madeline’in…

Minnesota’da ormanın sınırında, dağılıp gitmiş bir hippi komününden arta kalmış bir kulübede, komünün eski üyeleri olan anne ve babasıyla yaşayan on dört yaşındaki Madeline’in hayatı, yakınlara bir ailenin taşınmasıyla sonsuza kadar değişir. Madeline kendini aileye Linda olarak tanıtır, genç anneyle çabucak arkadaşlık kurar ve oğlu Paul’e bakmaya başlar. Ama kendininkinden çok farklı görünen bu ailenin sırları vardır: Pek ortalarda görünmeyen baba nasıl biridir ve ailesi üstünde kurduğu otoritenin kökeninde ne yatmaktadır? Okulda dışlanan ve ait olacağı bir çevre arayan Madeline/Linda bu tuhaf ailenin hayatına gitgide daha fazla gömülür, ta ki sonunda büyük bir seçim yapmak zorunda kalıncaya dek.

Amerikan taşrasında, yalıtılmış yaşamlar süren bireyler arasında geçen Kurtların Tarihi, masumiyet ve deneyim, sorumluluk ve özgürlük hakkında, genç anlatıcısının sesiyle akıllara kazınan bir büyüme hikâyesi.

“Doğaya gömülmüş ama aynı zamanda iktidar, aile ve inançla; bir şeyi anlamakla bu bilginin gerektirdiği şekilde davranmak arasındaki farkla ilgilenen, zarif, tedirgin edici bir ilk roman.”

Los Angeles Times

“Yeni ve korkutucu bir dünyada yolunu bulmaya çalışan sorunlu bir ergenin ikna edici portresi.”

People

Yaşamın ve zekânın tamamen ruhani olduğunun (ne maddeden yapıldığının ne de maddenin içinde olduğunun) bir
anlığına bilincine varın, ondan sonra beden hiçbir şikâyette
bulunmayacaktır.

Mary Baker Eddy,

Science and Health with Key to the Scriptures
Her şeye rağmen ölmeyeceğim, şimdi ölmeyeceğim, bundan
sonra gerçekliğin içinde, gerçekliğe karşı yarı sağır halde, söndürülemez iradelerimizin yaktığı ateşle güzel kokulara bürünen odada yaşayacağım.

Timothy Donnelly, “The New Intelligence”

BİLİM

1

Paul’ü hiç düşünmüyor değilim. Tam anlamıyla uyanmamdan önceki anlarda sık sık aklıma geliyor, gerçi ne söylediğini ya da ona ne yaptığımı veya yapmadığımı hemen hemen hiçbir zaman hatırlayamıyorum. Zihnimde öylece kucağıma düşüveriyor. Pat. O olduğunu buradan anlıyorum. Bana yönelik bir ilgi yok, tereddüt yok. Diğerlerinden farkı olmayan bir akşamüstünde Doğa Merkezi’nde oturuyoruz, vücudu benimkine doğru geliyor, sevgiden ya da saygıdan ötürü değil, yalnızca kendi vücudunun nerede bitip başkasınınkinin nerede başladığına dair görgü kurallarına dikkat etmeyi henüz öğrenmediği için. Dört yaşında, uğraşacak bir baykuş yapbozu var, onunla konuşma. Konuşmuyorum. Kavak tüylerinden oluşan bir çığ, hava gibi sessiz ve ağırlıksız süzülerek pencerenin önünden geçiyor. Güneş ışığı değişiyor, yapboz bir baykuş haline geliyor, sonra yine dağılıyor, ayağa kalksın diye Paul’ü dürtüyorum. Gitme vakti. Vakit geldi. Ne var ki ayağa kalkmamızdan önceki saniyede, itirazını sızıldanarak dile getirip biraz daha kalmak istemesinden önce, esneyerek göğsüme yaslanıyor. Ve boğazım büzülüp kapanıyor. Çünkü bütün bunlar tuhaf, anlıyorsunuz ya. Birisinin senin vücudunun daima orada olacağını varsaymasının güzelliği harikulade ama aynı zamanda hüzünlü de.

Paul’den önce, bir an yaşıyorken bir an sonra aniden ölen sadece bir kişi tanımıştım. Sekizinci sınıftaki tarih öğretmenim Mr. Adler’dı. Kahverengi kadife takım elbiseler, beyaz spor ayakkabılar giyer ve ders konusu Amerika olmasına karşın çarlardan bahsetmeyi tercih ederdi. Bir keresinde bize Rusya’nın son imparatorunun bir fotoğrafını göstermişti; ben de Mr. Adler’ı şimdi öyle canlandırıyorum kafamda, siyah sakallı, omuzları püsküllü, halbuki her zaman sinekkaydı tıraşlı ve hantaldı. Dördüncü sınıftan bir öğrencisi, Mr. Adler düştü diye bağırarak sınıfa daldığında İngilizce dersindeydim. Girişe yığıldık, orada yüzüstü yatıyordu, gözleri kapalıydı, mavi dudakları halıyı emiyordu. “Sarası mı var?” diye sordu biri.

“Hapı falan var mı?” Hepimiz ürkmüştük. İzciler uygun ilkyardım teknikleri hakkında tartışırken, başarılı ve yetenekli çocuklar isterik fısıltılarla Mr. Adler’ın belirtilerini değerlendiriyordu. Yanına gitmek için kendimi zorladım. Diz çöktüm ve kuru eti andıran elini tuttum. Kasım başlarıydı. Mr. Adler gitgide daha uzun aralıklarla ve zorlukla nefes alırken halıyı salyayla koyulaştırıyordu; uzaklardan gelen bir şenlik ateşi kokusu hatırlıyorum. Biri plastik torbalar içindeki çöpleri yakıyor, bir hademe ilk büyük kardan önce yapraklardan ve balkabağı kabuklarından kurtuluyordu.

Sağlık görevlileri Bay Adler’ı nihayet bir sedyeye yüklediğinde, izciler bir görev almayı umarak yavru köpekler gibi peşlerinden gitti. Açacak bir kapı, kaldıracak ağır bir şey istiyorlardı. Kızlar girişte gruplar halinde toplanmış, burunlarını çekiyordu. Birkaç öğretmen ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemeden açık avuçlarını göğüslerine bastırmıştı.

Sağlık görevlilerinden biri, “Doors şarkısı mı o?” diye sordu. Başı dönen öğrencilere tuz paketleri dağıtmak için geride kalmıştı. Omuz silktim. Şarkıyı yüksek sesle mırıldanmıştım herhalde. Sağlık görevlisi bana karton bir bardakta enerji içeceği verdi ve kurtarmaya geldiği benmişim gibi, bulduğu bütün canlıların içinden hastalığı söküp almak göreviymiş gibi, “Yavaş yavaş iç bakalım” dedi. “Yudum yudum iç.”

O zamanlar buraya Dünya Sudak Başkenti denirdi. 10 numaralı otoyolda bu minvalde bir tabela vardı, kafeteryanın yan tarafında da mohawk saçlı üç tane balığı gösteren bir duvar resmi. O balıklar daima yüzgeçli selamlar sunardı, gülümsemeler ve kaşlar, dişler ve dişetleri. Yine de kasım ayında büyük göller donduktan sonra şehir dışından balık tutmaya gelen olmazdı, başka bir şey yapmaya gelen de olmazdı. O günlerde tatil merkezimiz yoktu daha, yalnızca köhne eski motel vardı. Şehir merkezi şöyleydi: Kafeterya, nalbur, balık malzemeleri, banka. O zamanlar Loose River’daki en etkileyici yer eski kereste fabrikasıydı sanırım, bunun sebebi de fabrikanın yarı yarıya yanıp küle dönmüş olmasıydı, kararmış keresteler nehrin iki kıyısında kule gibi yükselirdi. Hemen hemen bütün resmi daireler, hastane, motorlu taşıtlar dairesi, Burger King ve polis karakolu yolun otuz beş küsur kilometre ötesindeki Whitewood’daydı.

Whitewood sağlık görevlileri Mr. Adler’ı alıp götürdükleri gün okulun otoparkından çıkarken ambulansın kornasını çaldılar. Hepimiz pencerelere dizilip seyrettik, sarı kepleriyle hokey oyuncuları bile, statik elektrik yüklü ponponlarıyla amigo kızlar bile. O sırada kar yağıyordu, hem de şiddetle. Ambulans köşeyi dönerken tepe ışıkları yola inen taneciklerin arasında çılgınca parladı. “Sirenleri açmaları gerekmez mi?” diye sordu biri; balmumlu küçük bardağımdaki son enerji içeceği yudumunu incelerken düşündüm: İnsanlar nasıl bu kadar aptal olabiliyor?

Mr. Adler’ın yerine atanan Mr. Grierson başka bir dünyaya ait kopkoyu bir güneş yanığıyla Noel’den bir ay önce geldi. Tek kulağında altın halka bir küpe vardı, incimsi düğmeli parlak beyaz bir gömlek giyiyordu. Daha sonra öğrendiğimize göre California’dan, deniz kıyısındaki özel bir kız okulundan gelmişti. Onu kış ortasında ta Kuzey Minnesota’ya getiren şeyin ne olduğunu kimse bilmiyordu ama kendisi bir haftanın sonunda Mr. Adler’ın Rusya İmparatorluğu haritalarını indirip yerine Amerikan Anayasası’nın büyütülmüş kopyalarını astı. Üniversitede tiyatro konusunda çift anadal yaptığını açıkladı, bu da bir gün kollarını iki yana açarak sınıfın önünde durup Bağımsızlık Bildirgesi’ni baştan sona ezberden okumasını açıklıyordu. Sadece yaşam, özgürlük ve mutluluk peşinde koşmakla ilgili yüce bölümleri değil, sömürgelere uygulanan zorbalıklarla ilgili iğneleyici, sefil kısımları da. Onu sevmemizi ne kadar çok istediğini anlayabiliyordum. Kutsal onurumuz üzerine karşılıklı yemin ettiğimiz bölüme gelince, “Bunun anlamı ne?” diye sordu Mr. Grierson.

Hokey oyuncuları kavuşturdukları ellerine dayanmış halde masum masum uyuyordu. Başarılı ve yetenekli çocuklar bile etkilenmemişti, mekanik kalemlerini uçları hastanedeki iğneler gibi iğrenç bir şekilde dışarı çıkana kadar tıkırdatıp duruyorlardı. Sıraların arasındaki boşluktan birbirlerine kalemlerle hücum ediyor, kibirli kibirli “En garde!” diye tıslıyorlardı.

Mr. Grierson, Mr. Adler’ın masasına oturdu. Yaptığı okuma yüzünden nefes nefese kalmıştı, orta yaşlı olduğunu sanki üstünden fazla parlak bir ışık geçmiş gibi tuhaf bir şekilde birden fark ettim. Yüzündeki terleri, boğazındaki gri sakal gölgesinin altında atan nabzını görebiliyordum. “Çocuklar. Millet. İnsanın haklarının ‘izahtan vareste’ olması ne anlama geliyor? Hadi ama. Biliyorsunuz bunu.”

Gözlerinin, soğuğa rağmen kıpkırmızı şeffaf bir süveter giymiş parlak siyah saçlı Lily Holburn’e takıldığını gördüm. Kızın güzelliğinin onu kurtarabileceğini, Lily’nin hepimizden güzel olduğu için aynı zamanda merhametli de olacağını düşünür gibiydi. Lily’nin iri kahverengi gözleri, disleksisi, erkek arkadaşı vardı, kalemi yoktu. Mr. Grierson’ın bakışları altında yüzü yavaş yavaş kızardı.

Gözlerini kırpıştırdı. Mr. Grierson, her ne söylerse söylesin onunla aynı fikirde olacağını üstü kapalı biçimde vaat ederek başını salladı. Lily geyik gibi dudaklarını yaladı.

Elimi niye kaldırdığımı bilmiyorum. Lily için öyle aman aman üzüldüğüm söylenemezdi. Ya da Mr. Grierson için. Yalnızca gerilim bir an için dayanılmaz bir hal almış, durumun gerektirdiği her türlü ölçünün dışına taşmıştı. “Bazı şeylerin kanıtlanmasına gerek olmadığı anlamına geliyor” dedim. “Bazı şeyler vardır, hepsi bu.

Değiştirilemezler.”

“Doğru!” dedi Mr. Grierson minnetle; özellikle bana değil de karşısına çıktığına inandığı şansa minnet duyduğunu biliyordum. Bunu yaptığım olur. İnsanlara istediklerini veririm, benden geldiğini anlamazlar. Lily ise tek bir kelime etmeden insanları yüreklendirir, kendilerini özel hissetmelerini sağlar. Yanaklarında gamzeleri, süveterinin altında Tanrı’dan gelen işaretlermiş gibi parlayan meme uçları vardı. Benim göğsüm yassı, merdiven korkuluğu gibi dümdüzdü. İnsanların kendilerini yargılanıyormuş gibi hissetmelerine neden olurdum.

O sene kış üstümüze çöktü, dizlerinin üstüne yığıldı ve yorgunluktan tükenmiş halde öylece kaldı. Aralık ayının ortasında o kadar çok kar yağdı ki spor salonunun çatısı bel verdi ve okul bir hafta tatil edildi. Okul tatil olunca hokey oyuncuları buzda balık avlamaya gitti. İzciler göllerde hokey oynuyordu. Sonra anacadde boyunca dizi dizi renkli ışıklarıyla, Lüteryen ve Katolik kiliselerinin birbiriyle yarışan İsa’nın doğumu sahneleriyle (birinde koyunlar yerine boyalı kum torbaları vardı, öbüründe bebek İsa bir parça buzdan yontulmuştu) Noel geldi. Yeni yıl şiddetli bir fırtına daha getirdi. Ocak ayında okul yeniden açıldığında Mr. Grierson’ın kolalı beyaz gömleklerinin yerini alelade süveterler, halka küpesinin yerini bir çivi almıştı. Biri ona optik form makinesini nasıl kullanacağını öğretmiş olacaktı, zira bir hafta boyunca Lewis ve Clark’ı işledikten sonra ilk sınavını yaptı. Biz sıralarımıza eğilmiş minik daireleri doldururken o da bir tükenmez kalemi tıkırdatarak aralarda geziniyordu.

Ertesi gün Mr. Grierson dersten sonra sınıfta beklememi istedi. Masasının arkasına geçip soğuktan çatlamış, parmaklarının altında soyulan dudaklarına dokundu. “Sınavdan pek iyi not alamadın” dedi.

Bir açıklama bekliyordu, ben de kendimi savunurcasına omuzlarımı kaldırdım. Ama bir şey söylememe fırsat kalmadan, “Bak, özür dilerim” dedi Mr. Grierson. Kulağındaki çiviyi, incecik, pütürlü vidayı çevirdi. “Ders planlarımdaki pürüzleri halletmeye çalışıyorum hâlâ. Ben gelmeden önce ne öğreniyordunuz?”

“Rusya’yı.”

“Ya.” Yüzünden bir aşağılama geçti, yerine hemen bir memnuniyet ifadesi geldi. “Demek taşrada Soğuk Savaş hâlâ sürüyor.”

Mr. Adler’ı savundum. “Sovyetler Birliği’nden bahsetmiyorduk. Çarları işliyorduk.”

“Ah, Mattie.” Kimse bana Mattie demezdi. Arkadan omzuma vurulması gibi bir şeydi bu. Adım Madeline’di ama okulda bana Linda, Komünist ya da Kaçık derlerdi. Ellerimi kazağımın kollarının içinde yumruk yaptım. Mr. Grierson sözlerine devam ediyordu. “Stalin’den ve bombalardan önce kimse çarlarla ilgilenmiyordu. Uzak bir sahnedeki kuklalardı hepsi, hiçbir önemleri yoktu. Sonra 1961 yılında bütün Mr. Adler’lar üniversiteye gitti ve eski Rus oyuncaklarına, başka bir yüzyılın akraba evliliği ürünü prenseslerine yönelik genel bir nostalji doğdu. Onları ilginç kılan, etkisiz oluşlarıydı. Anlıyor musun?” Sonra gözlerini hafifçe kısarak gülümsedi. Ön dişleri beyaz, köpek dişleri sarıydı. “Ama daha on üç yaşındasın.”

“On dört.”

“Sadece yanlış bir başlangıç yaptıysak özür dilemek istemiştim. Yakında daha sağlam temeller kuracağız.”

Ertesi hafta bir gün, okuldan sonra sınıfına uğramamı istedi. Bu defa çiviyi kulağından çıkarıp masasının üstüne koymuştu. İşaret ve başparmaklarıyla kulak memesinin etrafındaki eti çok hafifçe ovalıyordu.

“Mattie” dedi yerinde doğrularak. Beni masasının yanındaki mavi plastik sandalyeye oturttu, kucağıma bir deste parlak broşür bıraktı, parmaklarıyla bir Kızılderili çadırı kurdu. “Bana bir iyilik yaparsın değil mi? Bunu istemek zorunda olduğum için beni suçlama. İşim bu.” Olduğu yerde kıvrandı.

Ondan sonra da Tarih Maratonu’nda okul temsilcisi olmamı istedi.

“Harika olacak” dedi ikna edici olmayan bir sesle. “Ne yapacaksın biliyor musun, bir poster hazırlayacaksın. Sonra Vietnam Savaşı için askere yazılanlarla savaşa gitmemek için sınırdan Kanada’ya kaçanlar falan hakkında bir konuşma yapacaksın. Ya da belki Ojibwa halklarının kutsal arazilerine gösterilen saygısızlıkla ilgili konuşursun? Veya buraya yerleşen, toprağa bağlı halklar hakkında. Yerel bir şey, etik açıdan şüpheli bir şey işte. Anayasaya da bağlanabilecek bir şey.”

“Kurtları anlatmak istiyorum” dedim.

“Ne? Kurtların tarihi mi?” Şaşırmıştı. Sonra başını iki yana sallayıp sırıttı. “Doğru ya. On dört yaşında bir kızsın.” Gözlerinin etrafı kırıştı. “Hepiniz atlara ve kurtlara takmışsınız. Buna bayılıyorum. Bayılıyorum. Öyle tuhaf ki. Niye böyle?”

Annemle babamın arabası olmadığı için, otobüsü kaçırınca eve şöyle giderdim: 10 numaralı yolun sürülmüş kenarları boyunca beş kilometre yürüyor, Still Lake Yolu’ndan sağa dönüyordum. Bir buçuk kilometre daha yürüdükten sonra yol çatallanıyordu. Sol taraf kuzeye doğru gölü takip ediyor, sağ taraf sürülmemiş bir tepeye sapıyordu. Orada durur, kot pantolonumun paçalarını çoraplarımın içine sokar, yün eldivenlerimin bileklerindeki bağları düzeltirdim. Kışları, arkalarındaki turuncu renkli gökyüzüyle ağaçlar damara benzerdi. Dalların arasındaki gökyüzü güneşten yanmış gibi görünürdü. Karların ve sumak çalılarının arasında yirmi dakika yürürdüm, köpekler ancak ondan sonra beni duyar ve zincirlerini çekiştirmeye başlardı.

Eve vardığımda hava kararmıştı. Kapıyı açınca annemi kolları mürekkep karası suyun içine dirseklerine kadar girmiş halde lavaboya eğilmiş buldum. Uzun, düz saçları yüzünü ve boynunu perdeliyor, bu da ona ketum bir hava veriyordu ama sesi baştan aşağı Ortabatı ünlüleriyle dolu, baştan aşağı açık ünlülerden müteşekkil Kansas aksanıydı. Arkasına dönmeden, “Tıkanmış giderler için edilecek dua var mı?” dedi.

Eldivenlerimi odun sobasının üstüne bıraktım, orada katılaşıp kalacak, sabah ellerime tam oturmayacaklardı. Ceketimi çıkarmadım, içerisi soğuktu.

Kendi ceketi lavabodaki sudan ıslanmış annem masanın başına yığılır gibi oturdu ama yağlı ellerini gölden yakaladığı kıymetli bir şeymiş, hâlâ kıpırdanıp duran canlı bir şeymiş gibi havada tutuyordu. Pişirip bize yedirebileceği bir şey, güzel bir çift tatlısu levreği. “Lavabo açıcı lazım. Hay aksi.” Havaya baktı, sonra avuçlarını çadır bezinden ceplerine çok yavaşça sildi. “Lütfen yardım et. İnsan yaşamı denen bu acınası farsa sonsuz acıma gösteren Tanrı.”

Yarı şaka yarı ciddi söylemişti bu sözü. Bunu biliyordum. Annemle babamın seksenlerin başında çalıntı bir kamyoneti nasıl Loose River’a sürdüklerini, babamın nasıl tüfek ve ot stokladığını, komün dağıldığında annemin ne kadar hippi fanatizmi varsa hepsinin yerine Hıristiyanlığı koyduğunu anlattıkları hikâyelerden biliyordum. Kendimi bildim bileli haftada üç gün (çarşamba, cumartesi ve pazar) kiliseye giderdi annem çünkü nedamet getirmenin işe yarayacağını, geçmişin bir kısmının yıllar içinde yavaş yavaş tersine çevrilebileceğini umuyordu.

Tanrı’ya inanırdı ama cezaya bırakılmış bir kız evlat gibi bir tür garazla yapardı bunu.

“Köpeklerden birini alıp geri gidebilir misin?”

“Kasabaya mı döneyim?” Hâlâ soğuktan titriyordum. Bu düşünce bir saniyeliğine fena halde tepemin atmasına yol açtı, kalan her şeyi silip temizledi. Parmaklarımı hissetmiyordum.

“Belki gidemezsin.” Uzun siyah saçlarını geriye savurup bileğiyle burnunu sildi. “Yok yok, olmaz. Hava muhtemelen sıfırın altındadır. Özür dilerim. Gidip bir kova daha alayım.” Ama sandalyesinden kıpırdamadı. Bir şey bekliyordu. “Böyle bir şey istediğim için özür dilerim. İstedim diye bana kızamazsın.” Yağlı ellerini kavuşturdu. “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.”

Her özür kelimesiyle sesi yarım perde yükseliyordu.

Konuşmadan önce bir saniye bekledim. “Sorun değil” dedim.

Mr. Grierson’la ilgili mesele şu. Onun Lily’nin sırasının yanında nasıl diz çöktüğünü gördüm. Nasıl, “Gayet iyi gidiyorsun” dediğini ve elini büyük bir dikkatle, kâğıt ağırlığıymış gibi Lily’nin omurgasına koyduğunu gördüm. Parmak uçlarını nasıl kaldırdığını ve Lily’yi pıt pıt okşadığını. Karen’lar*, yani amigo kızlar konusunda nasıl meraklandığını ve onlardan nasıl korktuğunu gördüm. Amigo kızlar bazen yün tozluklarını çıkarır, diken diken tüylerle pütür pütür olmuş beyaz, çıplak kış ciltlerini gözler önüne sererlerdi. Tozlukları bacaklarını kaşındırır, onlar da kaşırdı, sonunda yara kabuklarının üstüne küçük tuvalet kâğıdı parçaları yapıştırılması gerekirdi. Sınıfta sorduğu bütün soruları nasıl onlardan birine, Karen’lara ya da Lily Holburn’e yönelttiğini görüyordum. “Kim cevap verecek? Kimse var mı?” der, sonra elini telefon yaparak sesini alçaltıp, “Alo, Holburn malikânesi mi, Lily’yle görüşebilir miyim?” diye hırlardı. Lily kızarır, dudakları kapalı halde ceketinin yenine doğru gülümserdi.

Okuldan sonra onunla görüştüğümde Mr. Grierson başını iki yana salladı. “Şu telefon şeyi aptalcaydı değil mi?” Utanmıştı. Her şeyin yolunda olduğuna, iyi bir öğretmen olduğuna dair güvence istiyordu. Bütün küçük yanlışları için affedilmeyi istiyordu ve kollarımı kavuşturduğum ve sınavlarda başarısız olduğum için sıradanlığımın kasıtlı olduğunu, kişisel olduğunu düşünüyora benziyordu. İnce, mavi bir tenekeyi masadan bana doğru kaydırarak beceriksizce bir tavırla “Al” dedi. Enerji içeceğinden birkaç yudum aldım, öyle tatlı ve öyle kafeinli bir şeydi ki neredeyse anında kalbimin gümbürdemesine yol açtı. Birkaç yudum daha içtikten sonra sandalyemde titriyordum. Birbirlerine vurmalarını önlemek için dişlerimi sımsıkı kenetlemek zorunda kaldım.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Harflerin Dansı ~ Lynda Mullaly HuntHarflerin Dansı

    Harflerin Dansı

    Lynda Mullaly Hunt

    “Herkes farklı yönlerden zekidir. Ama bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, hayvancağız hayatı boyunca kendisini aptal zanneder.” Ally birçok zeki insanı kandırabilecek kadar...

  2. Acı Kahve ~ Agatha ChristieAcı Kahve

    Acı Kahve

    Agatha Christie

    Yazarın ilk tiyatro oyunu olan kitap, 1930 yılında ilk kez sahneye konulmuş ve ertesi yıl sinemaya uyarlanmıştır. Ölümünden yirmi bir yıl sonra roman halinde...

  3. Duvar ~ Jean Paul SartreDuvar

    Duvar

    Jean Paul Sartre

    Varoluşçuluk´un babası sayılan Jean-Paul Sartre (1905-1980) Aydınlanma Çağından bu yana çağının tanığı ve bilinci (vicdanı) olabilmiş, edebiyata, felsefeye ve politikaya ilişkin görüşleriyle çağını etkilemiş,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur