
Ayakları çıplak, ceketsiz, saçları karmakarışık iki çocuk, şurada burada bıyıkları bobstil bir genç; fakat onun da henüz sakalı çıkmamış; güzelce de giyinmiş, yüzüne bakmaya bile gelmiyor. İnsana, “Ne bakıyorsun ulan, adam görmedin mi hiç?” deyiveriyor.
“Yok kardeşim, geçmiş olsun. İnsanın başına şu dünyada her şey gelir. Bizimki gazetecilik… Ne yaparsın?”
Mahkeme Kapısı, Sait Faik Abasıyanık’ın 1942 yılında Haber gazetesi için bir ay boyunca adliye mahkemelerinde takip ettiği olayların, bir fırsatını bulup konuştuğu kişilerin hikâyelerini barındırıyor.
Sait Faik Abasıyanık, öykücülüğümüzün en özgün ve ayrıksı seslerinden…
İçindekiler
Kendi Burcunda Bir Yazar: Sait Faik Abasıyanık ……………. 11
Seylan Çayı Hırsızları ……………………………………………….. 17
Modern Bir Karıkoca ………………………………………………… 23
Bursa’dan Cesur Bir İhtiyar Geldi ……………………………….. 27
2,5 Liralık Bir Rüşvet ……………………………………………….. 33
Bir Peri Masalı mı? İpekli Kumaş Hırsızlığı mı? …………….. 37
Üç Bayan Bir Bay …………………………………………………….. 43
Koltuk Değnekli Adam …………………………………………….. 47
Pişmanlık ……………………………………………………………….. 51
Nüfus Tezkeresiz Adam …………………………………………….. 55
Sultan Mahmud Türbesi’nin Kurşunları ……………………….. 59
60 Liralık Bir Kadın Çantası ………………………………………. 65
Bıçakla Oynanmaz …………………………………………………… 69
Yüze Yakın Basamak …………………………………………………. 73
Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri ………………….. 77
Üniversiteliler ve Bir Bayan ……………………………………….. 83
Artistler Turneye Çıkarlarken …………………………………….. 87
Bu Senenin Meşhur Karakışı Cinayeti …………………………. 91
Dayının Ceketi ………………………………………………………… 95
H. Soğukpınar …………………………………………………………. 99
Yerli İskoç Kumaşından Spor Ceket ………………………….. 103
100 Bin Marsilya Kiremiti ……………………………………….. 107
Meryem Ana Kandili Ampulünün Kordonu ……………….. 111
Davacıya Göre: Bir Muharebe ………………………………….. 117
Başkalarının Derdiyle Dertlenen Bayan ……………………… 121
Mahkemeye Verilen Mektuplar Kimin? ……………………… 125
Portakal Ezmelerinde Boya Var mı Yok mu? ……………….. 131
Kendi Burcunda Bir Yazar:
Sait Faik Abasıyanık
Modern Türk edebiyatının öncü yazarlarından biri olan Sait Faik Abasıyanık, 18 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya gelir. Babası Adapazarı belediye başkanlığı da yapmış olan, bölgenin tanınmış ticaret erbabından Mehmet Faik Bey, annesi ise yine aynı şehrin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi’nin kızı Makbule Hanım’dır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın zorlu koşulları gerekse babasının ticaretle uğraşması nedeniyle sık sık farklı bölgelere göç eden aile, nihayetinde 1924 yılında İstanbul’a yerleşmiş, Sait Faik de yaşamını İstanbul’da sürdürmeye başlamıştır. 1924 yılında ailesinin İstanbul’a yerleşmesiyle İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydolan Sait Faik, çok geçmeden yönetimle yaşadığı sorunlar nedeniyle okuldan uzaklaştırılır ve eğitimine Bursa Erkek Lisesi’nde devam eder. İlk öyküsü “İpekli Mendil”i de bu yıllarda bir edebiyat dersinde ödev olarak kaleme alır. Öykü, yıllar sonra Varlık dergisinin 15 Nisan 1934 tarihli 19. sayısında yayımlanır. 1928 yılında lise eğitimini tamamlayan Sait Faik, önce İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur ancak buradaki eğitimini yarım bırakarak okuldan ayrılır. Yayımlanan ilk yazısı “Uçurtmalar” bu süreçte, 9 Aralık 1929’ da Milliyet gazetesinde okurla buluşur. Sait Faik’in üniversite eğitimi almasını isteyen Mehmet Faik Bey, kardeşi Ahmet Faik Bey’le oğlunu Lozan’a gönderir (1930). Burada ekonomi eğitimi alması beklenen Sait Faik, bir süre sonra İsviçre’den sıkılır ve Fransa’ya geçer. Uzun bir süre Paris, Marsilya ve Grenoble gibi Fransız şehirlerinde bulunan ve son olarak Grenoble’a yerleşen Sait Faik, Fransız edebiyatıyla yakından ilgilenmeye başlar, vaktinin büyük bir bölümünü kitap okuyarak geçirir. Bu yıllar, ona ilerleyen yıllarda yapacağı çevirilere dair de yol gösterici olur. Oğlunun üniversite eğitimini yarım bırakmasından rahatsız olan Mehmet Faik Bey, 1934 yılında kendisini yeniden İstanbul’a çağırır. Babası tarafından sürekli ticaretle uğraşması için teşvik edilen Sait Faik, 1936 yılında Odunkapı’da bir zahire dükkânı açar ancak işlerin iyi gitmemesinden ötürü bu yer kısa bir süre sonra kapanır. Nihayetinde yine babası tarafından serbest bırakılan Sait Faik, yavaş yavaş bir süredir üzerinde çalıştığı öykü kitabına odaklanır. Uzun bir uğraşın ardından Sait Faik’in ilk kitabı Semaver, aynı yıl Remzi Kitabevi tarafından yayımlanır. 1938 yılında babasının vefatının ardından ise artık yeni bir dönem başlar. Tamamen serbest, hiçbir yükümlülüğü olmayan, dilediği gibi hareket alanına sahip bir Sait Faik söz konusudur. Mehmet Faik Bey’in vefatının ardından aile işlerini devam ettiremeyeceği anlaşılan Sait Faik, geçimini kendisine miras kalan mülklerden gelen parayla karşılar. Annesi Makbule Hanım, bu zorlu yıllarda kendisinin en büyük destekçisi olur. Artık aile, kışları Kırağı Sokak’taki evlerinde, yazları ise Burgazada’daki köşkte geçirmeye başlar. Böylelikle Sait Faik için artık sadece okuma ve yazma edimleri ön plandadır. Milliyet, Kurun, Varlık, Yürüyüş gibi çeşitli gazete ve dergilerde peşi sıra öyküleri yer alan Sait Faik, giderek kendisinden daha sık söz ettirmeye başlar. Yazdıkları kadar hakkında yazılanlar da ona olan ilgiyi artırır. 1936’da Semaver, 1939’da Sarnıç, 1940’ta Şahmerdan, 1944’te Medarı Maişet Motoru yayımlanır. Bu kitapları ilerleyen yıllarda Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Kayıp Aranıyor (1953), Şimdi Sevişme Vakti (1953), Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954) gibi kitaplar takip eder. 1942 yılında kısa bir dönem Haber gazetesinde muhabir olarak çalışan Sait Faik, sık sık adliyeleri ziyaret eder ve mahkeme salonlarında tanıklık ettiği olayları haberleştirir. Bu yazılar Sait Faik’in vefatının ardından 1956 yılında Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılır. Benzer şekilde Tüneldeki Çocuk (1955), Müthiş Bir Tren (1981), Karganı Bağışla (2003) gibi kitaplarda Sait Faik’in gazete ve dergilerde kalmış metinleri, çeşitli çeviri ve yazıları derlenerek bir araya getirilir. 1940’lı yıllarda peş peşe öykü kitaplarını yayımlayan ve vaktinin büyük bir bölümünü yakın dost çevresiyle geçiren Sait Faik Abasıyanık, 1945’ten itibaren çeşitli sağlık sorunlarıyla yüzleşmeye başlar. Doktoru ve arkadaşı Fikret Ürgüp, Sait Faik’i bu süreçte ilk muayene eden isimlerden olur. 1948’de siroz teşhisi konur ve artık sıkı bir diyet yapması konusunda uyarılır. 1951 yılında ailesiyle birlikte Samet Ağaoğlu’nun desteği, özel doktoru Kazım İsmail Gürkan’ın tavsiyesiyle tedavi için Paris’e gider ancak birkaç gün sonra bu fikrinden vazgeçerek Türkiye’ye döner. Ailesinden ve dostlarından uzak bir yerde, bir hastane odasında tek başına ölme fikri onda büyük bir korkuya neden olur. Bundan sonraki süreçte bir yandan hastalığıyla mücadele ederken diğer yandan yazmayı sürdürür. 5 Mayıs 1954’te yemek borusunda meydana gelen kanama nedeniyle hastaneye kaldırılır. 11 Mayıs 1954’te vefat eden Sait Faik Abasıyanık, ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir. Kendisine ait özel, derinlikli, ayrıksı bir kurmaca dünyası geliştirebilmiş özel yazarlardan olan Sait Faik Abasıyanık, birçok kuşağı derinden etkilemiş, özellikle de öykü türünde büyük bir devrim yapmıştır. Samipaşazade Sezai, Halid Ziya (Uşaklıgil), Ömer Seyfettin, Refik Halit (Karay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) gibi isimlerin ardından Sait Faik, Türk öykücülüğünü bambaşka bir hatta sürüklemiş, kendisinden sonra gelenler için yeni imkân ve yolların da önünü açmıştır. İlk kitabı Semaver’den itibaren öykülerinin merkezine “küçük insan”ı yerleştiren Sait Faik Abasıyanık, karakterlerine büyük bir sevgiyle yaklaşırken yalnızlık, bir başınalık, aylaklık, hayat karşısında mücadele gibi birçok farklı izleğin peşinden gider. 1930’larda başlayıp 1950’lerin ortasına dek devam eden bu serüvende yazar, küçük insanı anlatmaktan hiçbir zaman geri durmamakla beraber öykücülüğünü giderek farklı noktalara/hatlara doğru genişletir. Dolayısıyla Semaver’den Az Şekerli’ye giden yolun hem çok çetrefilli hem de çok katmanlı olduğu dile getirilebilir. Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan gibi kitaplarında emekçilerin mücadelelerine odaklanan Sait Faik, çoğunluğu Bursa ve Adapazarı’nda geçen bu öykülerinde bir yandan dönemin ruhunu takip eder, diğer yandan kendi öykücülüğünü belirleyecek esas meselelere odaklanır. Bu öykülerde toplum, hiçbir zaman geriye itilmez ve metinler, belirli noktalarda toplumsal yaşamın izini sürer. Bir yandan hayat gailesi içinde mücadelesinden geri durmayan işçiler anlatılır, diğer yandan onların yaşadıkları üzerinden toplumun içinde bulunduğu durumun panoraması çizilir. Böylelikle insan, zaman ve mekân olgusu yavaş yavaş iç içe geçmeye başlar ve toplum, tüm bu koşul ve meseleleri kuşatan başat izleklerden biri olur. Gözlem, tanıklık ettiği olayları yazma, bir parçası olduğu toplulukların izini sürme, Sait Faik öykücülüğünün en temel özelliklerinden biridir. Bütün bir yazın serüveni boyunca bu düsturundan vazgeçmeyen Sait Faik, öykülerini çoğunlukla bildiği coğrafyalarda kurgular (önce Bursa ve Adapazarı, ardından Fransa, nihayetinde İstanbul ve Burgazada). Öte taraftan yazar, kendi dönemini yazmaktan, çevresinde gözlemlediği meseleleri işlemekten de geri durmaz. Onun için birçok şey kendi dünyasından ve gördüklerinden ibarettir. İnsan, bildiğiyle hareket eder ve Sait Faik öykücülüğünün ana hattı bu düstur üzerine kuruludur. İstanbul ve Burgazada, Sait Faik öykücülüğündeki en başat öğe olarak kabul edilebilir. Özellikle de 1945 sonrası öykülerinde yüzünü tamamen adaya çeviren Sait Faik, güneşin alnında suya açılan balıkçıların, kır kahvesinde pinekleyen işsizlerin, kumsalda uzanan genç kızların, sokakta koşuşturan çocukların, sokak sokak dolanan seyyar satıcıların, günübirlik ada ziyaretçilerinin peşinden gider ve öykülerini onlar üzerinden şekillendirir. Adada geçen uzun aylar, verimini böyle verir. Lüzumsuz Adam, Havada Bulut, Havuz Başı, Son Kuşlar gibi kitaplarında Sait Faik, yüzünü yine adaya, küçük insana, onun kendine özgü dertlerine çevirmekle beraber meselelerini giderek çeşitlendirir. Bir yandan toplumun içerisinde bulunduğu açmazlar ve bunun bireye yansıması, diğer yandan kişinin tüm zorluklara rağmen hayata tutunma mücadelesi yavaş yavaş daha da görünür olur. Tüm o öykülere sızan başıboşlar, bir köşede pinekleyenler, aylaklar artık dünyaya başka başka açılardan bakmaya başlar. Toplum, aile, tabiat gibi birçok unsur, artık küçük insan için bir çatışma alanı olarak belirir. Tüm o aylaklıklar artık başka başka anlamlara gelmektedir. Kendi arzularının peşinden gitmek isteyen insan, birtakım sorunlarla yüzleşmek zorunda olduğunun farkında, bilincindedir. Lüzumsuz Adam’la başlayan yeni yolculuğunda yazar, birlikte hareket ettiği “ben anlatıcı”yla sürekli olarak bir yürüme, dolanma hali içerisindedir. Kırlar, bahçeler, sahiller, tren istasyonları, caddeler onun için yürünmesi, hikâye aranması, göz atılması gereken uğrak noktalardır. Anlatıcı/yazar, orada gördüklerini, işittiklerini, haberdar olduklarını kayda geçirme düşüncesiyle hareket eder ve bu yeni öyküler, küçük insanın ne derece çetrefilli sorunlarla yüzleştiğini görünür kılar. Benzer şekilde duygu ve duygulanımlar da daha baskın bir şekilde ön plana çıkar. Anlatıcı, hikâyesine yer verdiği karakterlere büyük bir sevgi ve anlayışla yaklaşmaya çalışırken onlardan yana tavır almaktan da geri durmaz. Havada Bulut, Havuz Başı, Son Kuşlar gibi kitaplarda da bu anlayış devam eder ve zamanla Sait Faik öykücülüğünü belirleyen temel başlıklardan biri haline gelir. Sait Faik Abasıyanık’ın en ayrıksı ve özel kitaplarından biri olan Alemdağ’da Var Bir Yılan, salt içerik olarak değil, aynı zamanda biçim olarak da yeni bir yolun habercisidir. Anlatıcı, bu yeni öykülerde sadece yaşanan bir olayı/hadiseyi dile getiren kişi konumunda değil, aynı zamanda okuru da metne dahil etmeye çalışan, metni bir performans alanına çeviren farklı bir değere sahiptir. Bu yeni anlatıcı profili ile hem geleneksel anlatı/hikâye kalıplarının ötesine geçilir hem de yazarın “ben”e yüklediği anlam farklılaşır. Absürd, sürrealist, ben-ötesi yeni değerler ön plana çıkar ve böylelikle Semaver’le başlayan silsile, giderek farklı bir yöne evrilmiş olur. Öyküye paralel bir şekilde şiir, roman ve deneme gibi farklı yazınsal türlerle de yakından ilgilenmiş, verim vermiş bir yazar olarak Sait Faik Abasıyanık, benzer hassasiyetleri bu metinlerinde de göstermiştir. İnsan sevgisi, insanı anlamaya yönelik derinlikli bakış ve duygudaşlık, onun bütün bir yazınsal serüvenini içine alan en temel başlıklar olarak dikkat çeker. Bu bağlamda vefatından kısa bir süre önce şiirlerini bir araya getirdiği Şimdi Sevişmek Vakti de ilk roman denemesi Medarı Maişet Motoru da Kayıp Aranıyor da aynı elden çıktığını gösteren birçok göstergeye sahiptir. Kendi burcunda bir yazar olarak Sait Faik Abasıyanık, modern Türk öykücülüğünün en önemli figürlerinden/simalarından biridir. Başta 50 kuşağı olmak üzere kendi dönemi ve sonrasında birçok yazarı, şair ve edebiyatçıyı derinden etkileyen Sait Faik, ardında bıraktığı külliyatla özel bir yazar olarak değerlendirilebilir. Bugüne kadar yazılanlar ve bugünden sonra yazılacaklar, bu özel ilginin, sevgi ve yaklaşımın ne derece haklı ve yerinde olduğunu daha da görünür kılacaktır. Asaf Hâlet Çelebi’nin Küllük dergisindeki yazısında (1 Eylül 1940) kullandığı ifadeyle, “Sait Faik kendi ismi içinde mahsur kalacaktır. Hele bizde son zamanlarda onun bazı raté taklitleri türemekle beraber muhakkak ne kendisinden evvel ve ne de sonra ona yakın kimse gelmedi.” Ve gelmeyecektir. Sait Faik Abasıyanık külliyatını yayına hazırlarken metinlerin farklı dönemlerde yapılan baskılarını karşılaştırarak hareket ettik ve yazarın üslubuna, kelime tercihlerine müdahale etmedik. Bugün için anlaşılması güç kelime ve ifadeleri, kimi terim ve özel kullanımları dipnotlarda açıkladık. Umarız bugünün okuru da Sait Faik Abasıyanık külliyatını büyük bir heyecan ve arzuyla okur.
Abdullah Ezik
Ekim 2024, İstanbul
SEYLAN ÇAYI HIRSIZLARI
Suçlu yerinde üç tane babayani kılık ve edalı, yanık yüzlü, tıraşları uzamış orta yaşlı insan var. Hâkim: “Anlat bakalım, sen Hasan!” Hasan Özer, biraz sinirli olduğu belli bir sesle, elindeki denizci kasketini bura bura anlattı: “Ben, yirmi beş senedir motörlerde çalışırım. Başıma hiç böyle iş gelmedi. Günlerden bir çarşamba günüydü. Sandalı iskeleye bağladım. Evime yollanmadan evvel sandaldaki muşambayı dürdüm, katladım. Bırakıp evime yollandım. Sabahleyin vazifemin başına geldiğim zaman (işimin başına diyeceği yerde vazifemin diyordu), baktım, akşam dürdüğüm muşambalar sandalın küpeştesine serili vaziyette. Kendi kendime: ‘Allah Allah, bu manzara da ne oluyor?’ dedim. Muşambaları kaldırdım. Bir de ne göreyim? Altında iki sandık yok mu? ‘Bu sandıklar ne ola?’ diye sordum. Meğersem çaymış.” “Çay olduğunu nereden bildin?” “Hüseyin Yazıcı söyledi efendim.” “Sonra?” “Sonra efendime söyleyeyim. Kahveye koştum. Hüseyin’i çağırdım. ‘Hüseyin be! Gel!’ dedim. ‘Ne var be sabah sabah?’ dedi.” “Saat kaçtı?” “Altı vardı.” “Peki saat beşte senin iskelede işin neydi?” “İşimin vaktiydi efendim. Hem saat beş değil, altıydı.” “Ee, anlat…” “Derken efendim. Biz Hüseyin’le sandalın başına geldik. Hüseyin sandıkları görür görmez, ‘Çay sandığı bunlar,’ dedi. Sandala atlayıp sandıkları kıyıya çıkardı. Aldı götürdü.” “Bu çaylar Hüseyin’in miydi?” “Hayır efendim.” “Öyleyse, ne diye alıp götürmesine müsaade ettin?” “Bir cahillik ettim efendim.” “Bu cahilliğe inanmamız şimdi biraz zor olacak ama… Pekâlâ Hüseyin bunları ne yapmış?” “Götürüp satmış efendim.” Hasan’ın elindeki kasketin hayrı kalmamıştı. Hâkim otur deyip de oturduğu zaman, bu biçare kasketi bu sefer de apışaralarına almış, sıkıyor, sıkıyordu. Sıra Abdurrahman Yirmibeş’e gelmişti. Biraz sonra anlayacağımız gibi, Abdurrahman evvelden kestirmiş bulunsaydı, soyadını Yirmibeş yerine Onbeş kordu. Fakat ne bilsin… Abdurrahman Yirmibeş, hepsinden daha yaşlı, çoluk çocuk sahibi, sakin halli, babacan, sinirsiz bir adam. Abdurrahman Yirmibeş: “Efendim, ben şu Hüseyin’le kahvede oturuyordum. Bir aralık bu sandalcı Hasan geldi. Bir şeyler söyledi. O da, ‘Pekâlâ geliyorum,’ dedi. Bana da, ‘Haydi yürü sen de!’ dedi. ‘Bana yardım edersin!’ dedi. Ben de gittim. Evvela Petro’nun ailesinin evine gittik. Orada baktım çay sandığı duruyor.” “Çay sandığı olduğunu nereden anladın?” “Çay sandığı belli olur efendim.” “Sandıklar açık mıydı?” “Bir tanesi açıktı da çuvala koyduk.” Düşündüm: Kim bilir Abdurrahman Yirmibeş, belki de cebine attığı bir avuç çayı akşam demlendirmiştir. Mis gibi bir koku bir küçük mangalla ısınmış odayı doldurmuştur. Abdurrahman bir nefes cıgarasından, bir yudum da çayından içip, “İşte halis çay buna derler,” demiştir. Bir tutam çayla bir 15 lira hamaliye parasının keyfini bozacak sonraki hadiseleri belki de hiç düşünmemiştir. Düşündüyse, “Neme gerek birader. Ben çalmadım ya, nihayet çalınanı taşıdım,” diye ferahlamıştır. O devam ediyordu: “Yağ iskelesinde yağ taciri Asaf’a götürüp teslim ettik.” “Çalınmış mal olduğunu bilmiyor muydun?” “Bilmiyordum efendim.” “Bunların çay ticareti yahut komisyonculuğu yaptığını mı sanıyordun?” “Hayır efendim, onların ikisi de balıkçı, sandalcıdır.” “Öyleyse…” “Götür dediler, götürdüm efendim.” “Peki kaç para aldın?” “15 lira.” “İyi hamaliye parası bu zamanda. İki sandık Bağdat’tan 15 liraya gelir oğlum.” Abdurrahman, içtiği çay genzine kaçmış gibi, yüzünü buruşturdu. Oturdu. Bir tutam çayın acı tamahı mı yüzünü ekşitmişti? Yoksa, “İçtiğim bir bardak çay burnumdan fitil fitil gelecek mi?” diye düşünmüştü, bilinemez. Bu hal bir-iki dakika sürdü. Sonra yaşlı insanlara has bir tevekkülle sakinleşti. Sıra bu işteki rolü oldukça mühim olan, çayları satıp, paraları da arkadaşlarıyla tamamen taksim etmemiş bulunan Hüseyin Yazıcı’ya gelmişti. Hüseyin Yazıcı söze başlar başlamaz, Çeşmemeydanlı olduğunu belli eden bir hal almıştı. Çeşmemeydanı ismiyle eski İstanbul’un tulumbacılık âlemi hatıra gelmemeye imkân yoktur. Kim bilir Hüseyin Yazıcı da belki yaman gelir yaman gidenlerdendi. Uzun boylu, siyah ve uzun bıyıklı, siyah kuşaklı bir delikanlı olduğu muhakkak. Kırk yedi yaşındaymış. Fakat uzun boyu gene de uzun boy, sesi gene “Eyvallah imanım!” diyen ses. Yalnız siyah ve uzun bıyıklarına ak düşmüş, kenarları sakallarının arasına karışmış. Halbuki eskiden böyle miydi? Her gün sinekkaydı tıraş olurdu. Mahallede o geçerken, Uzun Hasan geçiyor, diye gösterirlerdi. Hey gidi günler… Hüseyin Yazıcı, “Efendim ben, yani kulunuz, Çeşmemeydanı’nda, Hamidiye Caddesi’nde bir meyhanede kafayı çekiyordum. Şöyle tam keyif olmuş bir zamanımda bu Hasan çıkageldi. Ortalık da kararmaya başlamıştı. Bana, ‘Hüseyin, iskeleye kadar bir gel anam!’ dedi. Gittik. Bana iki sandık çay verdi. ‘Bunları al da okut,’ dedi. ‘Ulan ben bunları kime okutacağım? Gece vakti!’ dedim. O, ‘Kime satarsan sat, taksim ederiz,’ dedi.” “Demek ki taksim ederiz, dedi.” “Yok efendim sözün gelişi öyle dedim. Yoksa taksim ederiz demedi.” “Dedi mi, demedi mi?” “Demedi efendim.” “Pekâlâ… Biz evvela, ‘Taksim ederiz dedi,’ diye yazdırırız. Sonra o lafın yanına da, ‘Hayır, öyle demedi de şöyle dedi,’ deriz. Peki ne dedi?” “‘Şunları sat,’ dedi.” “Pekâlâ…” Bay hâkim, bayan daktiloya sordu: “Ne yazdınız?” Bayan daktilo, “Taksim ederiz, dedi.” Hâkim: “Devam ediniz: ‘Taksim ederiz, dedi. Hayır, taksim ederiz demedi. ‘Şunları sat dedi.’” Hüseyin’e hitaben: “Sonra…” “Sonra efendim, ben de çayları aldım. Perşembepazarı’nda Petro’nun ailesinin evine götürüp bıraktım.” “Pekâlâ bu Hasan çay ticaretiyle mi uğraşır?” “Hayır efendim. Motorlarda çalışır.” “O halde iki sandık çayın onun olmadığını anlamadın mı?” “Anladım ama efendim keyiftim. Keyif olmasam almazdım. Sarhoşluğun tesiri.” “Sarhoşluğun tesiriyle her şey yapılır. Yalnız hırsızlık yapılmaz… Sonra?” “Sonra efendim. Sabah oldu.” “Aklın başına gelmedi mi?” “Geldi efendim, ama bir defa olan olmuştu. İş çığırından çıkmıştı. Gittim. Bizim Yirmibeş’i buldum. Beraber Petro’nun evine gittik. O çay sandıklarını yüklendi, götürüp Asaf’a verdik.” “Kaç para aldınız?” “Efendim bir defa 100, bir defa 155 lira aldık.” “Hasan’a ne verdin?” “125 lira verdim efendim.” “Ya Abdurrahman’a?” “Ona 15 lira toka ettim.” “Niye az ona?” “Ona verdiğim hamaliye parasıydı efendim.” “Hamaliye parası 15 lira mı tuttu? Ucuz hamaliye doğrusu. Abdurrahman’ın bu çayların hırsızlık malı olduğundan haberi yok muydu?” “Yoktu efendim.” “O senin ne iş yaptığını biliyordu. Çay işiyle uğraşmıyordun. 15 lira da hamaliye alıyor. Bir şey anlamadı mı?” “Vallah çaktı mı çakmadı mı anlayamadım. Parasını aldı, tüydü.” “Peki paranın geri kalanını ne yaptın?” “Geri kalanını da Hasan Özer’le beraber içtik efendim. Ha, 5 lira da araba parası verdik efendim.” Hâkim bundan sonra suçlulara lehlerine toplanacak delil olup olmadığını sordu. İzah da etti: “Yani her şey aleyhinizde. Sizin tarafınızdan bir şahit falan varsa gösterin,” dedi. Bu sırada Hasan ayağa kalkarak bay hâkimin sualine şu cevabı verdi: “Efendim, hâkim bey, bana Hüseyin 125 lira değil 85 lira verdi.” Abdurrahman Yirmibeş de ayağa kalkarak, “Yok neme lazım,” dedi. “Benim paramı tastamam verdi. 15 lira.” Ne oldular, diye sormayın artık. Bu ilk duruşmaydı. Elde kuvvetli deliller bulunduğundan tevkif edildiler1 . Sabahleyin çay içerken içimde bir buruk lezzet duydum. Bu üç yaşlı başlı adam, babacan tavırlarıyla gözümün önüne geldiler. Sabıkaları olup olmadığını yazamamışım. Sabıkasızdır diye düşündüm. Şeytana uyuşlarına bir akraba gibi üzüldüm. Onlardan Hasan’ı yaşına rağmen kuvvetli kollarla adam taşır, veyahut motoru yağlarken görmek, Hüseyin’i kahvede delikanlılara, “O gün laleliyi bir taktık, kuş gibi uçuyordu…” diye bir eski tulumbacı hikâyesi anlatırken dinlemek, Abdurrahman Yirmibeş’iyse bir iskele boyunda hırsızlık yapmış bir hamal çocuğuna hırsızlığın fena bir şey olduğunu anlatırken seyretmek, benim için bu mahkemeyi yazmaktan daha çok zevkli olacaktı.
Haber
28 Nisan 1942
MODERN BİR KARIKOCA
Cürmümeşhut1 hâkimi evvela onlara barışmalarını teklif etti. İkisi de ayak dirediler. Her ikisi de suçlu, her ikisi de davacı. Karıkocadırlar. Sirkeci’de (adını yazmamışım) bir otelde otururlar. Kadın orada müdür sıfatıyla çalışır, kocası aslen şofördür. Kadın otuz beş yaşını aşmış; erkek 3302 doğumlu. Erkeğin ismi Ahmet, anasının güzel bir ismi var; Nene. Erkek Mersin’in, ismi de kendisi gibi güzel bir kazasındandır; Gülnar kazası. Kadın Orhanelilidir. Hâkim sorduğu zaman, “Otelin kâtibesiyim,” dedi. Biraz sonra okuması yazması olup olmadığı usulen sorulunca, “Okumam yazmam yoktur,” cevabını verdi. Okuyup yazması bulunmayan bir kâtip… Mahkemede hazır bulunanlar bu cevabı kahkaha ve gülümsemelerle karşıladılar. Kısa boylu, yaşından biraz fazla gösteren, dudaklarında mütemadiyen sinirli ve manasız bir tebessüm gezdiren bir bayandı bu. Ahmet anlattı: “Geçinemiyorduk. Aramızda hiç kavga eksik olmuyordu. Birkaç defa karakollara düştük. Yine barıştık. Boşanmak için mahkemeye müracaat ettim.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıMahkeme Kapısı
- Sayfa Sayısı136
- YazarSait Faik Abasıyanık
- ISBN9789750765841
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Susanlar ~ Bilge Karasu
Susanlar
Bilge Karasu
Bilge Karasu 50’lerin başından itibaren süreli yayınlarda öyküler, yazılar, kitap ve resim eleştirileri, hatta şiirler yayımlamıştır. Araştırmacı Serdar Soydan titiz bir arşiv taramasıyla dergi...
- Babam Duymasın ~ Aytül Akal
Babam Duymasın
Aytül Akal
Öyküler hayatın ta kendisidir. Hayat, kimi zaman okumayı sökemeyen bir kız çocuğunun harflerle yaşadığı mücadelede, kimi zaman dokunaklı bir abla kardeş dayanışmasında, kimi zamansa...
- Mostari ~ Gündüz Vassaf
Mostari
Gündüz Vassaf
Ben, gönüllü köprü bekçisi, Gece gündüz burada… Gündüz Vassaf, Mostar Köprüsü’ne ilk görüşte âşık olur. Aylar geçer. Köprünün geçmişi, bugünü ve geleceği hakkında almaya...