En göz alıcı ve en tatmin dolu yaşam sırasında, hakikaten yapılmak istenen nadiren yerine getirilir ve Boşluk’un derinliklerinden ya da yüksekliklerinden, olmuş ile olmamış benzer şekilde serap ya da düş gibi görünür.
Japonya’nın savaş sonrası en popüler yazarı Yukio Mişima, 25 Kasım 1970 günü önderlik ettiği darbe girişimi başarısızlığa uğradıktan sonra karnını deşerek intihar etmesiyle tüm dünyayı sarsmıştı. Hayatını ülkesinin kökenlerine dönmesine adayan yazar, dehşet verici ölümüyle aynı zamanda yıllardır peşinde olduğu boşluk algısının en derin noktasına da kavuşmuştu.
Hadrianus’un Anıları’yla uzak tarihi yeniden yaratan Marguerite Yourcenar, bu kez yakın geçmişe mercek tutarak Mişima’nın yaşamını ve siyasi inançlarını, Batı kültürüne olan ilgisini, aile hayatını ve cinsel yönelimini, olağanüstü eserlerini ve titizlikle hazırlandığı ölümünü muazzam bir incelemeye ve sürükleyici bir hikâyeye dönüştürüyor.
“Mişima bir tanrıyı diriltmek amacında mıydı? Bu intihar Batılılar tarafından anlaşılabilir mi? 1970’te ya da sonrasında Japonlar tarafından anlaşılmış mıydı? Bu eylemi kuşkulu bir merak ya da uçuk düşüncelerin ötesinde yorumlamak mümkün mü? Bu soruları cevaplamakta acele etmemeli, belki de hiç cevaplamaya çalışmamalıyız.”
The New York Times
*
“Enerji, ebedi nefasettir.”
WILLIAM BLAKE,
Cennet ve Cehennemin Evliliği
“Tuz tadını yitirirse bir daha ona nasıl tuz tadı verilebilir?”
Matta, 5:13
“Her sabah düşüncede ölün
artık ölmekten korkmazsınız o zaman.”
HAGAKURE,
XVIII. yüzyıl Japon kitabı
Çağdaş bir yazar hakkında hükme varmak her zaman güçtür: Mesafemiz noksandır. Hele bizimkinden başka bir uygarlıktansa onun hakkında bir hükme varmak daha da güç olur; çünkü ya egzotizmin çekiciliği ya da kendini egzotizmden sakınma girer devreye. Bu yanlış anlama ihtimalleri, Yukio Mişima’nın durumunda olduğu gibi, doymazlıkla içselleştirdiği hem kendi kültürünün hem de Batı kültürünün unsurları, yani bizim için tuhaf olan ve bizim için sıradan olan unsurlar, her eserde muhtelif etkiler ve mutlu tesadüflerle farklı oranlarda karıştığında artar. Bununla birlikte onu, bizzat şiddetli bir biçimde Batılılaşmış, fakat her şeye rağmen bazı değişmez özelliklerin damgasını taşıyan bir Japonya’nın nev’i şahsına münhasır temsilcisi yapan da bu karışımdır. Geleneksel bir biçimde Japon olan parçacıkların Mişima’da yüzeye çıkış ve ölümünde infilak ediş şekli ise, aksine, akıntıya karşı adeta tekrar kavuştuğu kahramanlık Japonyası’nın şahidi, kelimenin etimolojik anlamında da şehidi yapmaktadır onu. Fakat –hangi ülke ve hangi uygarlık söz konusu olursa olsun– yazarın yaşamı bu kadar çeşitli, zengin, taşkın ya da bazen eseri kadar âlimane biçimde hesaplanmış olduğu vakit, güçlük daha da artar; yaşamda da, eserde de aynı kusurlar, aynı düzenbazlıklar ve aynı sakatlıklar; ama aynı meziyetler ve sonunda da aynı azamet ayırt edilir. Kaçınılmaz bir biçimde, insana duyduğumuz ilgi ile kitaplarına duyduğumuz ilgi arasında istikrarsız bir denge kurulur. Shakespeare’i çok dert etmeden Hamlet’ in tadının çıkarılabildiği zamanlar geçti artık! Yaşamöyküsel anekdotlara gösterilen bayağı meraklılık, zamanımızda, okumayı gitgide daha az bilen bir kitleye yönelik basının ve medyanın yöntemleriyle on katına çıkan bir özelliktir. Tanımı gereği kendini kitaplarında ifade eden yazarı hesaba katmakla kalmayıp daima zorunlu olarak dağınık, çelişik ve değişken olan, şurada gizli burada görünür olan bireyi de hesaba katmaya; nihayet, belki de bilhassa, “şahsiyet”i, bazen savunma icabı ya da iddialaşma icabı, yansımasına bizzat bireyin katkıda bulunduğu, gerçek insanın yaşadığı ve her yaşama özgü o nüfuz edilemez sırrın içinde öldüğü, o gölgeyi ve o yansımayı (Mişima için durum budur) hesaba katmaya yöneliriz. Yorumda hata yapma ihtimali, görüldüğü üzere epey yüksektir. Üstünde durmayalım, fakat merkezî gerçekliğin daima eserde aranması gerektiğini unutmayalım: Yazarın yazmayı seçtiği ya da yazmaya zorlandıklarıdır en nihayetinde önemli olan. Ve kuşkusuz, Mişima’ nın bu kadar tasarlanmış ölümü, eserlerinden biridir. Bununla birlikte, Yukoku (Yurtseverlik) gibi bir film; Kaçak Atlar’daki İsao’nun intiharının tasviri gibi bir anlatı, yazarın sonuna biraz ışık tutar; yazarın ölümü ise onları açıklamadan tasdikler en fazla. Elbette, böylesi açıklayıcı görünen çocukluk ya da gençlik anekdotları, bu yaşamın kısa bir özetine konulmaya değer, fakat bu sarsıcı kesitlerin çoğu bize Bir Maskenin İtirafları’ndan gelir: Daha sonra yazdığı, saplantıların ya da tersine bir saplantının çıkış noktası mertebesine konulmuş ve içimizdeki bütün heyecanları ve bütün fiilleri yöneten o güçlü sinirağında (plexus) nihai bir biçimde yerini almış romanesk eserlerde farklı biçimler altında saçılmış bulunur. Bu fantasmaların bir insanın ruhunda, ayın gökteki evreleri gibi büyümesini ve küçülmesini görmekte fayda vardır. Ve elbette, az ya da çok anekdota dayalı bazı çağdaş anlatılar, sıcağı sıcağına varılan bazı hükümler, tıpkı önceden beklenmeyen herhangi bir enstantane gibi, Mişima’nın bu olaylarda ya da bu şok anlarında bizzat sunduğu kendi portresini tamamlamaya, doğrulamaya ya da onun tersini söylemeye yarar. Fakat bu anların derin titreşimlerini yine de sadece yazar sayesinde, her birimizin kendi içinde kendi sesini ve kanının uğultusunu duyduğu gibi işitebiliriz. İşin belki de en tuhafı, çocuk ya da ergen Mişima’nın bu duygusal bunalımlarının çoğunun, 1925’te Japonya’ da doğan küçük Japon’un maruz kaldığı bir kitap imgesinden ya da bir Batı filminden doğmasıdır. Hizmetçisinin ona kitapta gördüğü resmin zannettiği gibi bir şövalyeye değil, Jeanne d’Arc adında bir kadına ait olduğunu söylemesiyle güzel bir resmi elinin tersiyle iten ufak oğlan çocuğu, bu olayda, çocuksu erilliğinde onu aşağılayan bir aldatmacaya maruz kalmış gibi teessüre kapılır. Bizim için ilginç olan, onda bu tepkiyi yaratanın, erkek kılığına girmiş çok sayıda kabuki kahramanından biri değil de Jeanne olmasıdır. Guido Reni’nin Aziz Sebastien adlı eserinin bir fotoğrafı karşısında ilk boşalmanın anlatıldığı o ünlü sahne, İtalyan barok resmiyle bu tahrik oluş, Japon sanatı erotik oymabaskılarında bile çıplağın bizdeki yüceltilmesi yaşanmamış olduğundan anlaşılırdır. Adaleli ama gücü tükenmiş, can çekişmenin neredeyse şehvani teslimiyetiyle bitkin o vücudun suretini, ölmekte olan hiçbir samuray sureti veremezdi: Eski Japonya’nın kahramanları, ipekten ve çelikten kabuklarının altında yaşar ve ölürler.
Başka şok-hatıralar ise bilakis münhasıran Japon’dur. Mişima, batan güneşin ışığında yamaçtan aşağı inen genç ve yapılı figür, “akşam yerleri toplayan” yakışıklının hatırasının değerini bilmiştir; lağımcı için kullandığı şiirsel bir hüsnütabirdir bu: “Beni bütün hayatım boyunca korkutup bana işkence etmiş olan görüntülerin ilki.” Bir Maskenin İtirafları’nın yazarı da, çocukken kendisine açıklanmamış olan hüsnütabir ile ne olduğu bilinmeyen bir tehlikeli ve tanrılaştırılmış “toprak” mefhumu arasında bağ kurmakta kuşkusuz haksız değildir.1 Fakat herhangi bir Avrupalı çocuk da, vücudun kıvrımlarını sezdiren giysisi ve fiziki faaliyetiyle fazla düzgün ve fazla yapmacık bir aile arasında aykırılık yaratan sıkı bir bahçıvana aynı şekilde vurulabilirdi. Aynı anlama gelen, fakat tasvir ettiği izdiham gibi sarsıcı olan, bir tören alayı günü dayanıklı omuzlarının üzerinde yolun bir yanından diğerine gidip gelen Şinto ilahlarıyla yüklü genç tahtırevan taşıyıcıları tarafından bahçe parmaklıklarının alaşağı edildiği sahne; ailevi düzen ya da düzensizlik içine kapanıp kalmış çocuğun, şaşkına ve sarhoşa dönmüş bir halde ilk kez dışarının büyük rüzgârının onu yalayıp geçtiğini hissetmesi. Onun için önemli olmayı sürdürecek her şey esmektedir orada: insanın gençliği ve kuvveti, o zamana kadar bir gösteri ya da bir rutin gibi algılanmış geleneklerin aniden hayat bulması; daha sonra Kaçak Atlar’daki İsao’nun cisimleşme hali olan “vahşi tanrı” biçimi altında tekrar ortaya çıkacak ilahlar, daha sonra da Meleğin Çürüyüşü’nde1 büyük Budist boşluğun görülmesiyle her şeyin silinmesi. Daha o ilk başladığı roman, kahramanı şehvani yoksunluktan yarı çıldırmış bir genç kadın olan Ai no Kawaki’de (Sevme Susuzluğu)2 , kırda grup halinde yapılan bir sefahat âleminde genç bahçıvanın çıplak gövdesine atılan âşık kadın, bu temasta şiddetli bir mutluluk ânı bulur. Fakat bu hatıra bilhassa Kaçak Atlar’da, tıpkı ilkbaharda bolca yaprak veren ve güz sonu beklenmedik şekilde ipincecik ve kusursuz bir biçimde tekrar beliren o sonbahar safranları misali, durulaşmış ve neredeyse hayalete dönmüş bir halde belirecektir; bir tapınağın içinden toplanmış kutsal zambaklarla yüklü bir el arabasını çeken ve iten genç adamlar biçimi altında ve röntgencikâhin Honda’nın, tıpkı bizzat Mişima gibi, yirmi yılı aşan bir perspektif üzerinden bakmasında… Bu arada yazar, bir tören alayında kutsal tahtırevan taşıyıcılarının alın bağını kendi de kuşanarak fiziki gayret, yorgunluk, ter ve neşeyle bir kalabalığın içine karışma tecrübesini şahsen bir kez yaşamıştı. Bir fotoğraf onu henüz çok gençken gösterir; bir defalığına çok güleçtir, pamuk kimonosunun göğsü açıktır ve her yönüyle diğer taşıyıcılara benzemektedir. Aynı sarhoşluğa benzer bir şeyi sadece, organize turizmin dinî coşkuya baskın çıkmadığı devrin, birkaç yıl öncenin genç bir Sevillalısı, Endülüs’ün beyaz sokaklarında Macarena platformuyla Çingenelerin Meryemi’ninkini karşı karşıya getirerek yaşayabilirdi. Aynı sefahat âleminin sureti tekrar belirir, fakat bu sefer bir tanık tarafından notları tutulmuştur; ilk büyük yolculuklarından birinde, Rio Karnavalı’ndaki insan seli karşısında iki gece tereddüt eden ve ancak üçüncü gece dansın çöreklediği ve yoğurduğu bu kütleye dalma kararı alan Mişima’nın tanıklığıdır bu. Fakat tıpkı kendo eskrimcilerinin vahşi çığlıklarından kaçan Honda ile Kiyoaki’nin de başına geldiği gibi, İsao ve bizzat Mişima’nın da daha sonra ciğerlerini patlatırcasına atacakları çığlık gibi, özellikle o ilk ret ya da korku ânı önemlidir. Her halükârda, darmaduman teslimiyetin ya da zıvanadan çıkmış disiplinin öncesinde, ya kendi üzerine kapanma ya ürküntü vardır, ki aynı şeydir.
Alışık olunan yol, yazarın ortamının konumlandırılmasıyla bir tür genel eskiz çizmektir; bu yolu izlemediysem, üzerinde en azından kahramanın siluetinin yansıdığını görmediğimiz müddetçe o fonun pek önemli olmamasındandır. En az birkaç nesildir halka has anonimliğinden kurtulmuş her aile gibi, bu aile de, dışarıdan nispeten kolay sınırlandırılabilir görünen o ortamda kesişen tabakaların, grupların ve kültürlerin çeşitliliğiyle bilhassa çarpıcıdır. Oysaki, aynı zamanın Avrupa’daki nice büyük burjuva ailesi gibi, Mişima’nın baba soyu da ancak XIX. yüzyıl başında köylülükten kopmuş ve o devirde ender görülüp hayli değer verilen üniversite diplomalarına ve devlet memurluğunun az çok yüksek mevkilerine erişmiştir. Büyükbaba bir adanın valisi olmuştur, fakat bir seçim yolsuzluğu davasını müteakiben emekliye ayrılmıştır. Bakanlık memuru baba, atasının ihtiyatsızlıklarını sakınımlılığıyla telafi eden titiz ve derli toplu bir bürokrat olmuştur. Yaptığı tek bir şaşırtıcı hareket vardır: Tarlalar arasından demiryolu boyunca yapılan gezintiler sırasında, üç defa ufak oğlunu kollarına almış, bize söylediğine göre de müthiş bir hızla geçen ekspresin neredeyse bir metre yakınına kadar kaldırmıştır; bu sürat girdapları suratına şamar gibi çarpan ufak çocuk, o zamandan stoacı veya daha ziyade donup kalmış olduğundan, tek bir çığlık atmamıştır. Ne tuhaftır ki, oğlunu edebiyattan ziyade memurlukta bir kariyer yaparken görmeyi tercih edecek olan bu az sevecen baba, daha sonraları Mişima’nın kendine dayatacakları türden bir dayanıklılık sınavına maruz bırakır çocuğu.1 Annenin hatları daha nettir. Japon mantığı ve ahlak anlayışının geleneksel olarak bizzat özünü temsil eden o Konfüçyüsçü pedagog ailelerin birinden gelmektedir; önce, ada valisiyle kötü bir evlilik yaşamış olan aristokratik babaanne yüzünden küçük oğlundan neredeyse yoksun kalmıştır. Çocuğu geri alma fırsatını ancak sonraları bulacaktır; bunun akabinde de edebiyatla kendinden geçen yeniyetmenin edebî çalışmalarıyla ilgilenecektir; Japonya’da evliliği düşünmek için geç olan otuz üç yaşında eski usul bir çöpçatandan yardım istemeye de annesinin hatırı için, kanserli olduğu zannedilen kadın, soyunun sürdüğünü görmeden yok olma üzüntüsünü yaşamasın diye karar verecektir. İntiharının arifesinde, Batı tarzındaki göz alıcı villasının mütevazı eklentisi olan kusursuz Japon evciklerinde, ailesine son vedası olduğunu bildiği bir ziyaret yapmıştır. Bu vesile üzerine elimizdeki tek önemli belirti, evlatlarının üzerine titreyen bütün annelere has o, “Çok yorgun bir hali vardı,” sözüdür. Bu intiharın, kendileri için benzer bir sonu asla düşünmemiş olanların zannettiği gibi parlak ve neredeyse kolayca güzel bir jeste denk düşmediğini, fakat bu insanın, kelimenin her anlamında, kendi sonu gibi gördüğü yere doğru bitap düşe düşe tırmanışı olduğunu hatırlatan yalın sözcüklerdir bunlar. Babaanne ise bir şahsiyettir. İyi bir samuray ailesinden çıkmıştır; bir daimio’nun (bir prensin de denebilir) torununun kızıdır; Tokugawa hanedanıyla bile akrabalığı vardır; ondaki hastalıklı, biraz histerik, romatizma ve baş ağrısından mustarip mahluk biçiminin altında, eski fakat şimdiden kısmen unutulmuş bir Japonya inatla sürmektedir; daha iyisini bulamadığından alt tabaka bir memurla geç bir evlilik yapmıştır.1 Bu endişe verici fakat dokunaklı babaanne, göründüğü kadarıyla ufak torununu kapattığı kendi dairelerinde, bir sonraki neslin yetindiği burjuva yaşantısından her şeyiyle uzak bir lüks, hastalık ve hayal dünyasında yaşamıştır. Neredeyse zorla alıkonmuş çocuk, babaannesinin odasında yatmakta, onun sinir krizlerine tanık olmaktaydı; yaralarına pansuman yapmayı erken yaşta öğrenmişti, tuvalete gitmek için kalktığında ona yol göstermekte, bazen geçici bir hevesle ona giydirdiği kız elbiselerini giymekte, onun sayesinde ritüel no gösterilerine ve sonraları aşık atacağı melodramatik ve kanlı kabuki gösterilerine gitmekteydi. Bu çılgın peri, onun içine, vaktiyle deha için elzem olduğuna hükmedilen delilik tohumunu atmıştır kuşkusuz; her halükârda, yaşlı bir kimsenin yakınında büyümüş olan bir çocuğun, doğumunun öncesinden malik olduğu iki nesillik, bazen daha da fazlalık uzantıları sağlamıştır ona. Belki de hasta bir ruh ve hasta bir tenle bu erken temas sayesinde, temel bir ders olan ilk izlenimini edinmiş, şeylerin tuhaflığını öğrenmiştir. Ama bilhassa, kıskançça ve çılgınca sevilme, ve bu büyük sevgiye cevap verme tecrübesini borçludur ona. “Sekiz yaşındayken, altmış yaşında bir sevgilim vardı,” demiştir bir yerde. Böyle bir başlangıç zaman kazancıdır. Mişima olacak çocuğun, günümüzün psikoloji eğilimli yaşamöyküsü yazarlarının da vurguladığı gibi, bu acayip ortamda az çok travmaya uğramış olduğunu kimse inkâr etmiyor. Her ne kadar bu konuyu uzatmayacak olsak da, büyükbabanın delice davranışlarının sonucu olan mali sıkıntılardan, babanın yadsınamaz vasatlığından ve onca çocuğun günlük nasibi, kendisinin de zikrettiği “yavan aile çekişmeleri”nden daha da incinmiş ve yaralanmıştır. Hasta bir yaşlı kadının çılgınlığı, ağır ağır gerilemesi ve taşkın sevgisi ise aksine, bir şairin bu şair yaşamında araştıracaklarındandır; ölümün kısa ve ani tablosuna benzer bir ilk tablodur. Baba tarafından atalarının, onun inanmaktan hoşlandığı gibi, sonuna doğru kahramanca etiğini benimsediği samurayların askerî klanından olduğu doğru değildir. Balzac, bir noktaya kadar Vigny, hatta bulanık Rhénanie’li atalar zikreden Hugo gibi, büyük bir yazarın bazen kendine tevcih ettiği o soylulaştırmaların bir örneği gibidir bu. Oysaki Mişima’nın içinden çıktığı memurlar ve pedagoglar dünyası, eski samurayların sadakat ve ağırbaşlılık ülküsünü az çok üstlenir görünse de, büyükbabanın da ispatladığı gibi uygulamada katlanamamaktadır buna. Fakat Mişima’nın Bahar Karları’ndaki Kont ve Kontes Ayakura’da şimdiden can çekişmekte olan bir aristokrasiyi yaşatması da, babaannesinin üslubu ve gelenekleri sayesinde olmuştur elbette. Fransa’da da, XIX. yüzyıl yazarının muhayyilesinin yaşlı bir kadının temasıyla Gotha’nın fantasmagorilerine uyanması beylik bir şeydir; fakat tipvaka, bilhassa genç bir erkeğin, yaşı ilerlemiş bir metresle bağları olmuştur: Balzac, Madam de Berny ile Madam Junot’nun sadece yarı açılmış bir yelpaze gibi ona uzattıkları suretten, büyük dünyayı tekrar yaratmıştır. Proust’un Marcel’i, aristokratik bir topluma olan susamışlığını, kendisinden en az yirmi yaş büyük Madam de Guermantes üzerine romanesk bir saplantıyla ifade eder önce. Burada, çocuğu eski Japonya’yla temasa geçiren de, torunla babaanne arasındaki neredeyse tensel bağdır. Bahar Karları’ndaki babaanne, edebiyatta hiç ender olmayan bir tersyüzle, Matsugae’lerin aile ekseni nazarında garip bir şahsiyettir de; fakat yükselen bir soyluluğun bağrında köy havası taşıyan bir soy başlangıcını temsil eder; Rus-Japon Savaşı’nda ölen iki oğlu için devletin kendisine bağladığı maaşı, “Onlar sadece görevlerini yaptı,” diye reddeden bu sarsılmaz yaşlı kadın, Matsugae’lerin artık bırakmış oldukları bir köylü dürüstlüğünü cisimleştirmektedir. Onun kıymetlisi, çıtkırıldım Kiyoaki’dir; tıpkı Mişima’nın babaannesinin kıymetlisi olması gibi; bu iki kadından da başka bir zamanın soluğu çıkmaktadır.
Neredeyse özel bir vaka anlatısı olan Bir Maskenin İtirafları, aynı zamanda 1945-1950 yıllarındaki gençliğin, sadece Japonya’da değil, hemen her yerdeki suretini sunar ve bugünün gençliği için de bir noktaya kadar hâlâ geçerlidir. Hem bunaltının hem iktidarsızlığın kısa şaheseri olan kitap, konusunun ve haritadaki yerinin farklılığına rağmen, Camus’nün onunla neredeyse çağdaş olan Yabancı’sını düşündürmüyor değildir; aynı içeyöneliklik (otizm) unsurlarını içermesini kastediyorum. Bir yeniyetme, tarihte benzeri bulunmayan felaketlere, anlaşılacak bir şey olduğu varsayılırsa bunları anlamaksızın tanık olur; savaş fabrikasında çalışmak için üniversiteyi terk eder; Tokyo yerine Londra’da, Rotterdam’da ya da Dresden’de yaşıyor olsaydı da yapacağı gibi, yanmış sokaklarda dolanır durur. “Bu sürmüş olsaydı, çıldırırdık.” Ancak yirmi yıllık anıların süzülüp durgunlaşmasından sonradır ki, baldırlarına taşımayı beceremediği sivil yardımcı bantları takarak kabaca gülünç bir kılığa bürünmüş Honda’nın gözü önünde, Matsugae’lerin geçen zaman içinde pay edilmiş olan vaktiyle görkemli parkının tanınmaz hale gelmiş arsası; bir sıra üzerinde, vaktiyle Kioyaki’nin sevgilisi için bir “Juliette dadısı” olan, Goya’ nın kâbuslarından çıkmış bir yaşlı kadına benzeyen, pudralanmış, kılları yolunmuş, peruklu, üstüne üstlük açlıktan gözü dönmüş neredeyse doksanlık geyşa; kirişleri kavrulmuş ve su boruları çarpılmış bir Tokyo’nun panoraması, bütün cesametiyle yayılacaktır.
Yukarıda çizilen hat, tam da kitabın merkezini, yukarıda bizzat Mişima hususunda tartışılmış olan çocukluğun ve buluğun ufak olaylarını bir kenarda bırakır; bu ufak çalışmanın, romanesk şekillendirmenin müdahalesi öncesinde, ânında yakalanmış bir özyaşamöyküsü izleniminin alındığı çok nadir çalışmalardan biri olmasındandır bu. Belki de yirmi dört yaşında bir erkek tarafından cesurca yazılmış her samimi özyaşamöyküsünde doğal olduğu gibi, erotizm her şeyi istila etmektedir. Yoksun kalmış ve hâlâ yarı bilinçsiz olan arzu işkencesinin bu anlatısı, XX. yüzyılın ilk yarısında, ya da elbette daha önce, herhangi bir yerde bulunabilirdi. Neredeyse paranoyak olan “normalleşme” ihtiyacı, etnolog Ruth Benedict’in çok iyi belirttiği gibi uygarlıklarımızda insan özgürlüğüne hakiki bir faydası olmaksızın günahın yerini
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıHaydut
- Sayfa Sayısı192
- YazarRobert Walser
- ISBN9789750729966
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümcül Kimlikler ~ Amin Maalouf
Ölümcül Kimlikler
Amin Maalouf
‘Bana içimin derinliğinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğarken ebediyen belirlenen ve...
- Televizyona Dair ~ Umberto Eco
Televizyona Dair
Umberto Eco
Televizyona Dair Umberto Eco’nun, 20. yüzyılın kitle iletişim evrenine damgasını vuran, “konuşan o tuhaf kutu”ya ve üretimlerine adadığı yazılarını okurla buluşturuyor. Araştırmacı, yazar, filozof,...
- Cehaletten Kurtulma Sanatı – Kim Kimdir? ~ Celal Şengör
Cehaletten Kurtulma Sanatı – Kim Kimdir?
Celal Şengör
Tarihte kanunlar veya kurallar değil, kişiler ve onların şahsî dehâları önemlidir. Tarihin doğal kanunları olduğunu zannedenler hep hüsrana uğramışlardır. Onun için bu kitapta okuyucularıma,...