BİRİNCİ BÖLÜM
Konu cinayetse, mutlaka izleyici olurdu.
İnsanoğlunun suçların bu en büyüğüne karşı beslediği derin ilgi ve merak hayatta da sanatta da kendine yer bulur; bazen coşkuya, bazen dehşete, bazen kara mizaha, bazen de kedere bürünmüş olarak ortaya çıkardı.
Sonuçta, cinayet öteden beri biletleri sattırmaya, salonları doldurmaya vesile olmuş bir şeydi. Eski Romalılar, gladyatörlerin birbirini lime lime edişini seyretmek uğruna Kolezyum’a girebilmek için birbiriyle yarışırlardı. O da olmazsa gündelik sıkıntılarından arınmak için gündüz gösterisine yetişir ve kaderine dünden razı bir avuç zavallı Hıristiyanın aslanların önüne atılışını izler, hararetle tezahürat ederlerdi. Bu adaletsiz müsabakalarda hangi tarafın galip geleceği daha baştan belliydi elbette. O kalabalıklar arenaya, acaba bu kez Hıristiyanlar mı galip gelecek diye meraklandıkları için üşüşmüyorlardı. Tek arzuları malum sonucu görmek, kan revan içindeki cesetleri izlemekti. Gösteriden sonra verdikleri paranın karşılığını aldıklarına; daha da önemlisi, hayatta ve tek parça halinde olduklarına şükrederek evlerinin yolunu tutarlardı. İşlenen cinayetleri seyretmek kişisel sorunlarının aslında o kadar da büyük olmadığına inanıp rahatlamanın en basit yoluydu.
Aradan bir-iki bin yıl geçse bile insan doğası pek değişmemişti, bu gibi eğlenceler hâlâ eskisi kadar revaçtaydı. Aslanlarla Hıristiyanların dövüşü geçmişte kalmıştı kalmasına ama gelgelim, cinayetin satışları patlatma ve reytingleri fırlatma başarısı 2059 kışı sonlarında bile aynen sürmekteydi. Artık daha medeni yöntemler kullanılıyordu tabii. Aileler, çiçeği burnunda çiftler, görmüş geçirmiş kentliler ve taşralı akrabaları, cinayet fikriyle hoşça vakit geçirmek üzere birbirleriyle yarışıyor, bin bir güçlükle kazandıkları paraları bu uğurda saçıveriyorlardı.
Teğmen Eve Dallas, suç ve cezayı kendine meslek edinmişti, uzmanlık alanı da cinayetti. Fakat bu gece o da herkes gibi, ağzına kadar dolu tiyatro salonunda rahat bir koltuğa kurulmuş, sahneye konan cinayete izleyici olarak tanıklık ediyordu.
“O yaptı.”
“Efendim?” Roarke, karısının oyuna verdiği tepkilerle en az oyunun kendisi kadar ilgileniyordu. Eve öne eğildi, tiyatro sahibine ayrılmış locanın yaldızlarla bezeli korkuluğuna kollarını yasladı. Konyak rengindeki gözleriyle sahneyi ve oyuncuları dikkatle incelemişti, şimdi de az önce ara verildiği için inen perdeye gözlerini dikmişti.
“Şu Vole denen adamdan bahsediyorum. Kadını o öldürdü. Parasına konmak için kadının başını eziverdi, değil mi?”
Roarke soğumaya bıraktığı şampanyadan birer kadeh doldurdu. Karısının eğlenmeye geldiği bu gecede bir ci nayet öyküsüyle karşılaşınca nasıl bir tepki vereceğinden emin olamamıştı ilkin, o yüzden Eve’in havaya girmesi onu memnun etti. “Bir ihtimal.”
“Bir şey söylemene lüzum yok. Öyle olduğunu biliyorum zaten.” Eve, kadehini eline aldı, kocasının yüzünü seyretmeye koyuldu.
Ne yüz ama, diye geçirdi içinden. İnsanı afallatan bir erkek güzeli olsun ve kadınların hormonları bayram etsin diye, sanki sihirle biçimlendirilmişti. Bu uzun, düzgün kemikli yüzü, koyu renkli, yele gibi gür saçlar çevreliyordu. Biçimli, dolgun dudakları küçük bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Teklifsizce uzanmış, uzun parmaklı elleriyle Eve’in saçlarını okşuyordu Roarke. Alev alev yanan mavi gözleri, Eve’in yüreğini hâlâ ilk günkü gibi hoplatıyordu. Tek bir bakışı onu altüst etmeye yetiyordu.
“Neye bakıyorsun sen öyle?”
“Seni seyretmek hoşuma gidiyor.” Eve’in dudaklarından ahenkli bir İrlanda şivesiyle dökülen bu sözlerin kendine has bir gücü vardı.
“Öyle mi?” Eve başını yana eğdi. Roarke’la baş başa olduğu, bütün akşamı sadece onun tadına vararak geçireceği aklına gelince gevşemişti; avucunu ufak ufak dişlemesine itiraz etmedi. “Yaramazlık yapmak istiyorsun demek?”
Bu cümle Roarke’ı keyiflendirmişti. Kadehini bıraktı, gözlerini ayırmadan ellerini Eve’in uzun bacaklarında gezdirdi ve daracık eteğinin kalçada biten yırtmacından içeri daldırdı.
“Çıldırdın mı? Kes şunu.”
“Ama bunu sen istedin.”
“Hiç utanman yok.” Yine de güldü, kadehini kocasına uzattı. “Senin bu havalı mekânına gelenlerin yarısı, dürbünlerini bizim locaya doğrultmuş vaziyette. Herkes Roarke’ı görmek istiyor.”
“Onlar benim şahane karıma bakıyorlar; beni kıskıvrak yakalayan cinayet masası polisine.”
Eve alaylı alaylı gülümsedi, Roarke da bunu bekliyordu zaten. Fırsattan istifade Eve’e doğru uzanıverdi, alt dudağını hafifçe ısırdı. “Devam et bakalım,” dedi Eve, “bizim de bilet kesmemiz gerekecek.”
“Hâlâ yeni evli sayılırız. Çiçeği burnunda evlilerin ortalık yerde öpüşüp koklaşması da gayet doğal bir şey.”
“Doğal ya da değil, umrumda değil.” Eve elinin kocasını göğsüne koyarak aralarında güvenli bir mesafeye oluşuncaya kadar itti. “Bu gece içeriyi tıka basa doldurdun. Herhalde böyle olacağını biliyordun.” Arkasını döndü, izleyicilere tekrar göz attı.
Eve, mimariden de tasarımdan da pek anlamazdı; yine de mekânın her yerinden kalite aktığını anlayabiliyordu. Roarke, bu eski binayı önceki ihtişamlı günlerine döndürmek için en zeki ve yetenekli uzmanları seferber etmiş olmalıydı.
Perde arası verildiğinden beri, herkes bu devasa, çok katlı tiyatroyu köşe bucak geziyordu; yükselen sesleri hafif bir kükreyişi andırıyordu. Kimileri çok şık, bazılarıysa ayaklarında hava botları, sırtlarında o kış pek moda olan bol kesimli, retro tarzda ceketleriyle günlük giysiler içindeydi.
Tiyatro, desenlerle bezeli yüksek tavanı, metrelerce uzanan kırmızı halıları, altın yaldızlarıyla Roarke’ın kılı kırk yaran talimatlarına harfiyen uyulacak şekilde yenilenmişti. Eve, sevdiği adamın bu evrende elde edilebilecek hemen hemen her şeye sahip olduğunu düşündü.
Eve kocasının zenginliğine halen alışamamıştı; bunu asla içine sindiremeyecekmiş gibi geliyordu. Ama Roarke böyle biriydi işte.
Tanışalı daha bir yıl bile dolmamışken ikisi de birbirini yeterince iyi tanımıştı. Evlenirken de birbirlerini olduğu gibi kabul etmeye söz vermişlerdi.
“Acayip bir mekân olmuş burası. Binanın holografik modelleri bu kadar çarpıcı değildi doğrusu.”
“Modeller sadece yapıyı ve ambiyansı yaratan unsurları ortaya koyar. Bir tiyatronun çarpıcı olması içinse insanların, insan kokusunun ve sesinin varlığı şarttır.”
“Bu dediğini bir kenara yazıyorum. Peki, açılış için neden bu oyunu sahnelemeyi tercih ettin?”
“Bir kere ilgi uyandıracak bir öyküye sahip ve bence zamanın önemsiz olduğu bir temaya sahip, tıpkı bütün iyi öyküler gibi. Aşk, ihanet, cinayet; hepsi karmaşık bir bütünün katmanlarını oluşturuyor. Bir de oyuncuların tümü birer yıldız.”
“Ayrıca her şeyin altında senin imzan var; söylemeden geçmeyelim. Fakat tekrar söylüyorum, Leonard Vole suçlu.” Eve gözlerini kısarak kırmızı renkli, ışıl ışıl parıldayan perdeye baktı; perdenin arkasını görmek ve bir hükme varmak ister gibiydi. “Adamın karısı feci açıkgöz, bin bir dolap çeviriyor. Yalnız avukat öyle değil.”
“Dava vekili,” diye düzeltti Roarke, “Oyun Londra’da, yirminci yüzyıl ortalarında geçiyor. Dönemin adalet sisteminde kamu davalarına dava vekilleri bakıyormuş.”
“Neyse işte. Kostümler de pek havalı hani.”
“Hem de tümü orijinal, 1952 yılından kalma. Beklenmeyen Şahit. Sinemaya da uyarlandı, o dönem bayağı sükse yapmış. O zaman da olağanüstü oyuncular seçmişler.”
Roarke tabii ki bu filmin bir kopyasına da sahipti. Yirminci yüzyıl başları ve ortalarında çekilmiş siyah-beyaz filmlere pek düşkündü. Bazıları siyah-beyaz filmleri basit, kolay anlaşılır bulur. Roarke ise bu filmlerde gölgeler görüyordu. Karısının bu hissi çok iyi anlayacağından emindi.
“Oyuncu seçiminde orijinal versiyonundan izler taşıyan ama kendi tarzlarını da korumayı beceren oyuncular seçildi. En iyisi, bir ara filmi birlikte seyredelim de kendin karar ver.”
Roarke da salonu gözleriyle tarıyordu. Her ne kadar, eşiyle bu akşam beraber olmaktan zevk alıyorsa da bir iş adamıydı o. Bu oyuna yatırım yapmıştı. “Bence bu oyunla uzun süre güzel güzel idare ederiz.”
“Baksana, Mira da buradaymış.” Mira emniyet biriminin psikoloğuydu. Kar beyazı elbisesiyle, her zamanki gibi zarifti. “Kocasıyla gelmiş, galiba yanlarında iki kişi daha var.”
“İstersen haber yollayalım, onları oyundan sonra birer içki içmeye davet edelim?”
Eve önce bir şey söyleyecek oldu, sonra Roarke’a bir bakış attı. “Hayır, bu gece olmaz. Bizim için başka planlarım var.”
“Öyle mi?”
“Evet. Bir sakıncası mı var?”
“Hiç ama hiç sakıncası yok.” Roarke, şampanyadan son kalanı da yuvarladı. “Pekâlâ, perde açılmasına daha birkaç dakika var. Söylesene, Leonard Vole’nin suçlu olduğuna neden bu kadar eminsin?”
“İlgili erkek rolünü çok abartılı oynuyor. Onun yaptığının senin gösterdiğin ilgiyle uzaktan yakından alakası yok,” dedi Eve. Roarke’ın yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. “Onunki… nasıl söylesem içi boş bir şey. Oysa sen tepeden tırnağa ince bir adamsın.”
“Sevgilim, beni şımartıyorsun.”
“Neyse işte, bu adam insanların paralarını işletiyor. Şansı bir türlü yaver gitmeyen, güvenilir adam pozlarında, gayet dürüst ve masum görünüyor. Gel gör ki güzel eşleri olan çakı gibi adamların yaşı geçkin ve pek de çekici olmayan kadınlarla işi olmaz, elbette başka niyetleri yoksa. Bu adamın da icat ettiği o abuk sabuk mutfak gerecini satmaktan çok başka bir niyeti olduğu ortada.”
Eve şampanyasından bir yudum aldı ve arkasına yaslandı; perde arasının bittiğini haber veren ışıklar yanıp sönmeye başlamıştı. “Karısı da suçlunun Vole olduğunu biliyor. Burada anahtar kişi karısı, adam değil. Karısını incelemek lazım. Soruşturmayı yapan ben olsaydım, bu kadını sorgulardım. Hem de ne sorgulama. Christine Vole’yle şöyle uzun uzun konuşurduk.”
“O halde oyunu beğendin.”
“Hayli zekice yazılmış.”
Perde açıldığında Roarke mahkeme sahnesi yerine Eve’i izlemeye koyuldu. Ona göre Eve kadınların en harikuladesiydi. Daha birkaç saat önce, gömleğinde kan lekeleriyle gelmişti eve – neyse ki kan kendi kanı değildi. Olayın meydana gelmesiyle çözülmesi bir olmuştu; Eve, başında beklediği yaralının ölmesinden sonraki bir saat içinde, faili sorgulayarak suçunu itiraf etmesini sağlamıştı.
Ne yazık ki işler her zaman bu kadar kolay ilerlemiyordu. Roarke duruma en uygun kelime bu olmalı diye düşünüyordu; kolay. Eve’in adaleti sağlamak için kendini nasıl yorduğunun, hayatını nasıl tehlikeye soktuğunun şahidiydi çünkü. Roarke’ın hayran olduğu tonla özelliğinden sadece biriydi bu.
Şimdiyse siyah, şık, zarif giysisiyle, kendisi için buraya gelmişti. Roarke’ın hediye ettiği elmas, göğüslerinin arasında bir gözyaşı damlası gibi parıldıyordu. Üzerindeki tek mücevher buydu; bir de alyansı. Kısa, dağınık saçlarında kahverenginin pek çok tonu seçiliyordu. Oyunu serinkanlı bir polis gözüyle seyrediyordu Eve. Kanıtları, cinayetin işlenme nedenlerini bir bir saptıyor, karakterleri tahlil ediyor olmalıydı. Dudakları boyasızdı – ruj sürmeyi hep unuturdu. Keskin yüz hatları, çukurlu, albenili çenesiyle ruj sürmeye filan hiç de ihtiyacı yoktu zaten.
Roarke, Eve’in dudaklarının büzüldüğünü, gözlerinin kısıldığını, parıldamaya başladığını fark etti; Christine Vole ifade vermiş, kocam dediği adama ihanet etmişti.
“Bir dolap çeviriyor. Dememiş miydim sana, bir dolap çeviriyor işte.”
Roarke karısının ensesini okşadı. “Demiştin, kabul.”
“Yalan söylüyor,” diye mırıldandı Eve, “Baştan sona değil, arada sırada, ufak ufak yalanlar. İşin içine bıçağı niye karıştırıyor ki? Adam bıçakla kendini kesmişse kesmiş, ne olacak yani? Hayati bir önemi yok ki bunun. Sadece araya laf karışsın diye sözü bıçağa getiriyor. Cinayet o bıçakla işlenmedi, asıl suç aletini delillere dahil etmediler, büyük hata ettiler. İyi de madem adam ekmek doğrarken kazara elini kesti ve herkes bu konuda hemfikir, neden hâlâ bu bıçağın üzerinde duruyorlar?”
“Belki dediği gibi kazara elini kesmiştir ama gömleğinin manşetlerindeki kan lekelerine açıklama getirebilmek için bilerek kendini doğramış da olabilir.”
“Bunun hiç önemi yok, asıl olanlarla tek bir ilgisi yok.” Kaşlarını çattı. “Vay be, hakikaten iyi rol kesiyor.” Sesi, Leonard Vole’ye duyduğu antipatinin etkisiyle tok, titrek bir 13 hal almıştı. “Şuna bir bak, nasıl da dikilmiş şu… Ne deniyordu şuna?”
“Sanık kürsüsü.”
“Hah, evet. Sanık kürsüsünde dikilmiş, karısının ifadesinden ötürü sarsılmış ve yıkılmış pozlarında.”
“Yıkılmamış mıdır yani?”
“Bu işte bir iş var. Dur bir düşüneyim, çözeceğim.”
Bu işlere kafa yormak, parçaları birleştirmek hoşuna gidiyordu. Roarke’la tanışmadan önce hiç gerçek bir oyun seyretmemişti. Sadece televizyon karşısında vakit geçirmiş, bir de arkadaşı Mavis’in zorlamasıyla yıllar içinde bir-iki holografik oyuna gitmişti, o kadar. Açıkçası, sahnede kanlı canlı oyuncular görmek, replikleri canlı canlı işitmek, hareketlere, jestlere tanık olmak işin eğlencesini katbekat artırıyordu. Karanlıkta oturmanın, bir yandan insanı oyunun bir parçası haline getiren, öte yandan yaşananlar üzerinde somut bir etkisi olmasını engelleyecek şekilde sahneden ayıran bir yanı vardı. İnsandan sorumluluk duygusunu çekip alıyor, diye düşündü Eve. Kafasını yardıran o budala, zengin dul, Eve’den olayı çözmesini filan beklemiyordu. Bu da sorulara yanıt arama işini ilgi çekici bir oyuna dönüştürüyordu.
Roarke’ın dediği çıkarsa – ki çıkmadığı pek görülmemişti – bu zengin dul, bir salon dolusu acemi dedektif hoşça vakit geçirsin diye, haftada altı gün günde iki matine boyunca, çok uzun bir süre sürekli ölecekti.
“O adam buna değmez,” diye söylendi Eve, oyuna öyle kendini kaptırmıştı ki karakterler sinirine dokunuyordu artık. “Kendini feda ediyor, jüriye oynuyor ki kendisini fırsatçı, insanları kullanan, taş kalpli kaltağın teki sansınlar. Çünkü adama körkütük âşık. Adamsa beş para etmezin teki.”
“Kadının kocasına ihanet ettiğini ve onu yüzüstü bıraktığını sanacaklar,” dedi Roarke.
“Elbette. Davayı kendi istediği yöne çevirdi, kendisini suçlu gösterdi. Şimdi jürinin gözü kimin üzerinde baksana. Kadın olayın merkezine yerleşti; adama ise avanağın teki gözüyle bakılıyor. Müthiş zekice bir plan; tabii adam buna layık olsaydı. Değil ama. Kadın sonradan bunu anlıyor mu peki?”
“İzle de gör.”
“Bari haklı mıyım değil miyim onu söyle.”
Roarke eğildi, kadını yanağından öptü. “Hayır.”
“Hayır, haklı değilsin mi diyorsun?”
“Hayır, söylemem diyorum. Eğer gevezeliğe devam edersen, detayları da konuşmaları da kaçırırsın.”
Eve kocasına ters ters baktı, sonra da sessizliğe gömülerek olayların çözülüşünü seyretmeye koyuldu. Jüri heyeti, adamı suçsuz bulduğunu açıkladığında gözlerini devirdi. Jüri işte, diye geçirdi içinden. Onlara ne oyunlarda, ne de gerçek hayatta güven olurdu. İşinin ehli birkaç polis bir araya gelip olayı tartışsa, lanet herifi şıp diye enseleyiverirdi. Christine Vole’yi izlemeyi sürdürdü. Kadın, davayı takip eden acımasız kalabalığı yara yara içeriye, neredeyse bomboş mahkeme salonuna girmişti.
Christine, Vole’nin dava vekiline tüm yalanlarını ve çevirdiği dümenleri bir bir itiraf etti. Eve, bu işe sevinmişti, başını salladı. “Adamın suçlu olduğunu bal gibi biliyordu. Biliyordu işte, sırf adamı kurtarmak için yalanlar söyledi. Beyinsiz kadın. Şimdi adam işten yakasını bir güzel sıyıracak, seni de başından atacak. Bekle de gör bakalım.”
Roarke gülmeye başladı. Eve de yüzünü ona döndü: “Neye gülüyorsun sen?”
“İçimden bir ses, Agatha Christie senden kesinlikle hoşlanırdı diyor”.
“O da kim? Şşşt! İşte Vole geliyor. İzle bak, nasıl da sevinecek.”
Leonard Vole mahkeme dekorunu uçtan uca dolandı, aklandığı için keyifliydi, kolunda da sinsi görünümlü bir esmer kız vardı. “Başka bir kadın,” diye geçirdi içinden Eve, “Aman ne büyük sürpriz.” Christine, kocasının kollarına atıldı ve sımsıkı yapıştı. Eve, kadına hem kızmış hem acımıştı.
Adamın küstahlığını, kadının neye uğradığını şaşırmış olanları kabullenemeyen halini, Sör Wilfred’in öfkelenişini seyretti. Olay tam beklediği gibi gelişiyordu, ne eksik ne fazla. Yalnız oyunculara diyecek yoktu. Eve bunları aklından geçirerek birden yerinden fırladı. “Orospu çocuğu!”
“Sakin ol, canım.” Roarke keyifli bir halde karısını yerine oturturken, Christine Vole delillerin bulunduğu masadan bıçağı kaptığı gibi kocasının gaddar yüreğine saplayıvermişti.
“Orospu çocuğu,” dedi Eve, bu defa daha sakindi. “Bu kadarını beklemiyordum. Adamın işini bitiriverdi”.
Evet, dedi Roarke içinden, Agatha Christie Eve’i tanısaydı pek severdi; Sör Wilfred, Eve’in dediklerini harfiyen tekrarlamıştı. Sahnede büyük bir koşuşturmaca vardı, insanlar kadına mani olmak için yere yıkılan adama siper oldular.
“Bu işte bir terslik var.” Eve tekrar ayaklandı, kanı şimdi daha hızlı akıyordu damarlarında. Locanın korkuluğunu iki eliyle sıkı sıkı kavramıştı, bakışları tamamen sahneye kilitlenmişti. “Bir terslik var. Sahneye nereden iniliyor?”
“Eve yapma, alt tarafı bir gösteri bu.”
“Orada rol yapmayan birileri var ama.” Koltuğu kenara ittirdi, locadan dışarı fırladı. Roarke o anda diz çökmüş figüranlardan birinin yere kapaklandığını, ellerine bulaşan kana bakakaldığını fark etti. Çabucak Eve’e yetişti ve onu kolundan kavradı. “Şu taraftan. Şurada asansör var, doğrudan sahne arkasına gidiyor.” Asansöre ulaştılar, Roarke bir şifre girerek kapıyı açtı. O sırada, aşağıda bir yerlerden bir kadın çığlığı geldi.
“Bu da senaryoda var mıydı?”
“Hayır.”
“Anlaşıldı.” Eve gece çantasından bağlantı cihazını çıkardı. “Ben, Teğmen Eve Dallas. Buraya bir ilkyardım biriminin gelmesi gerekiyor. Adres, New Globe Tiyatrosu, Broadway, Otuz Sekizinci Sokak. Yaralının durumu belirsiz.”
Cihazı çantasına koydu, bu sırada asansörün kapıları açıldı. Sahne arkasında tam bir kaos yaşanıyordu.
“Şu insanları sakinleştir. Ne oyuncular ne de teknik ekip kesinlikle binayı terk etmeyecek. Bir de kaç kişi var sayabilir misin?”
“Tamam, hallederim”.
İkili ayrıldı, Eve kalabalığı yara yara sahnede ilerlemeye başladı. Neyse ki biri perdeyi indirmeyi akıl edebilmişti; perde arkasında ise farklı derecelerde histeri krizleri geçirmekte olan bir düzine insan vardı.
Eve duruma derhal müdahale etti. “Geri çekilin.”
“Doktor çağırmamız lazım.” Vole’nin karısını canlandıran, soğuk bakışlı sarışın, ellerini göğsünde kenetlemiş duruyordu. Kostümünde ve ellerinde kan lekeleri vardı. “Tanrım, biri derhal doktor çağırsın!”
Ne var ki yere yüzüstü kapaklanmış adamın yanı başına çömelen Eve, doktor müdahalesi için çok geç kalındığını anlamıştı. Ayağa kalktı, çantadan rozetini bulup çıkardı. “Ben, New York Polis ve Güvenlik Teşkilatı’ndan Teğmen Dallas. Hepinizin geri çekilmesini istiyorum. Hiçbir şeye dokunmayın, sahnedeki hiçbir nesnenin yerini değiştirmeyin.”
“Bir kaza oldu.” Sör Wilfred rolündeki oyuncu, dava vekili peruğunu kafasından çıkarmıştı. Yüzündeki sahne makyajı akan teriyle bozulmuştu. “Korkunç bir kaza oldu.”
Eve önce yerdeki kan gölüne, sonra boydan boya kana bulanmış ekmek bıçağına göz attı. “Burası artık suç mahallidir. Herkes geri çekilsin. Güvenlik de hangi cehennemde kaldı?”
Eve hâlâ Chistine Vole gözüyle baktığı kadının omzuna hafifçe vurdu. “Geri çekil dedim,” derken Roarke’ın, üniformalı üç adamla beraber içeri girdiğini gördü ve onlara doğru seslendi:
“Şu insanları sahneden indirin. Binayı terk etmemelerini sağlayın. Soyunma odalarına filan götürün, orada kalsınlar ve başlarında biri olsun. Teknik ekibi de alın.”
“Adam ölmüş mü?”
“Ya ölmüş ya da yüzyılın oyuncusu ödülünü ona vermek lazım.”
“İzleyicileri emniyetli bir yere aktarmalı. İcabına bakın.”
“Haydi, ne gerekiyorsa yapılsın. Bir bakın bakalım, Mira hâlâ burada mı. Ona ihtiyacım olabilir.”
“Onu öldürdüm.” Sarışın kadın bu haykırışının ardından afallamış halde iki adım geriledi; kanlar içindeki ellerini havaya kaldırmıştı, gözlerini ellerinden ayıramıyordu. “Onu ben öldürdüm,” dedi tekrar ve bayıldı.
“Harika. Bir bu eksikti. Roarke?”
“Tamam, ben ilgilenirim.”
Eve güvenlik görevlilerinden birini dürtükledi. “Sen. İnsanları giyinme odalarına götür ve dışarı çıkmamalarını sağla.” Sonra diğer güvenlik elemanına döndü. “Sen de teknik ekibi toparla. Kapılar tutulsun. İçeri kimse girmeyecek ve dışarı kimse çıkmayacak.”
Kadının biri hüngür hüngür ağlamaya başlamış, birkaç adam da bağıra çağıra tartışmaya tutulmuştu. Eve içinden beşe kadar saydı, sonra rozetini havaya kaldırdı ve bağırmaya başladı: “Şimdi beni iyi dinleyin! Bu bir polis soruşturmasıdır. Talimatlara uymayanlar soruşturmanın yürütülmesine mani olmuş sayılacak ve en yakın polis merkezine götürülerek gözaltına alınacaktır. Şimdi, sahneyi derhal boşaltın!”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÖlüm Tanığı
- Sayfa Sayısı437
- Yazar Nora Roberts
- ÇevirmenAhu Ayan
- ISBN9944824415
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İzlenemez ~ Joanne Ellis
İzlenemez
Joanne Ellis
1. BÖLÜM Lucas Pazartesi Lucas, buz gibi su tenine batarken kâbusunun etkisini üzerinden atmayı denedi. İçine çökmüş derin acı onu her an boğabilirdi. Zihnindeki...
- Gözlerin Oyunu ~ Elias Canetti
Gözlerin Oyunu
Elias Canetti
Elias Canetti Kulaktaki Meşale ve Kurtarılmış Dil’in ardından otobiyografik üçlemesinin son kitabı Gözlerin Oyunu’nda yirmili yaşlarını, Felaket Çağı’nın en dehşetli günlerinin yaşandığı ve dünya...
- Limon Ağacı ~ Sandy Tolan
Limon Ağacı
Sandy Tolan
1967 yılının yaz aylarında, Altı Gün Savaşı’ndan uzak olmayan bir tarihte, genç bir Filistinli adam ve iki arkadaşı İsrail’in Ramla kasabasına giderler. Onlar kuzendir ve yaklaşık yirmi yıl önce ailelerinin terk etmek zorunda kaldığı, çocukluklarının geçtiği evi görmek isterler.