Şimdi beraberce asırlar öncesine gidelim, gül kokulu ayak izlerinin peşine düşüp kömür karası bir çağın nasıl mutluluk asrına dönüştüğüne şahitlik edelim. Peygamberimizin (s.a.v.) doğumundan gençliğine, nübüvvetinden hicret yolculuğuna uzanan Mekke Günleri’ni hep birlikte okuyalım, anlayalım, bugünün gözlüğüyle bakıp yüreğimize ilmek ilmek işleyelim. Bu muhteşem ömrün serencamını gelin kalbimizle dinleyelim…
On binlerce gence kalemi ve kelamıyla dokunan Onur Kaplan, bu defa okurlarını gül kokulu bir yolculuğa davet ediyor. Günler düne dönüyor, takvimler kutlu bir doğumu müjdeliyor, O’nun (s.a.v.) hayatı bugüne rehberlik ediyor.
“Televizyonların ve sosyal medya platformlarının yatak odalarımızdan zihnimizin en ücra köşelerine kadar sızdığı bu çağda, kötü etkilerden uzak durmak, aklımızı ve kalbimizi arındırmak adına ilahi beyanın yankılandığı ortamların peşine düşmek, modern çağın kendi hicretidir.”
GİRİŞ
Kâinat, doğum sancılarının girdabında boğuşan bir anne misali kıvranıyordu. Her yanı saran zulüm, nefes almayı imkânsız hâle getiriyordu. İnsanlar, duygusuz birer eşya gibi köle pazarlarında alınıp satılırken küçücük kız çocuklarına yaşama hakkı dahi tanınmıyordu. Zalimler, zulümleriyle abat olurken mazlumların sessiz çığlıkları bir neyin iniltisi gibi boşlukta kayboluyordu. Namus ve hayâ kavramları, ayağa kalkacak kudreti bulamadan tozlu topraklarda sürünürken kadınlar da evlerinin önüne utanç verici bir biçimde, zinanın karanlık bayraklarını asıyordu. Ticaret, güçlünün zayıfı ezebildiği, kuralların rafa kaldırıldığı bir arenaya dönüşmüştü ve gücün hakka boyun eğmesi gerekirken hak, gücün elinde oyuncak hâline gelmişti. Mazlumların ise bu fırtınalı dünyada sığınacakları bir liman, başlarını dinlendirebilecekleri sakin bir koy dahi yoktu. Ancak tüm bu sancılar eşliğinde, kâinat O’nun (s.a.v.) kutlu gelişini bekliyordu. Susuz kalmış ve çoraklaşmış çöller, O’nun (s.a.v.) getireceği rahmet damlalarıyla yeniden hayat bulacak, yeşerecek ve çiçek açacaktı. Küfrün karanlığında yönünü kaybetmiş zihinler, O’nun (s.a.v.) rehberliğinde aydınlığa erişecekti. Huzuru özlemle bekleyen yürekler, O’nun (s.a.v.) rahmet dolu ikliminde can bulacak ve taze bir hayata “Merhaba!” diyecekti.
Ve vakit yaklaşmıştı. O muazzam çölde, sırlarını kıyıda köşede gizleyen kum fırtınaları eşliğinde, zamanın ve mekânın ötesinde bir hikâye filizlenmekteydi. Kâinatın ahengine eşlik eden rüzgârlar ve yıldızlar, bir mucizenin doğumuna şahitlik etmek üzereydi. Çölün bağrında, her adımda insanlığın kurtuluşunu haykıran bir hikâye, güneşin sıcağıyla yanmış dudaklara fısıldanacaktı. O gün nefesler kesildiğinde ve güneş ufukta kaybolurken Mekke’nin semalarında meleklerin kanatları şafaktan şafağa süzülüyordu. Kumların kucakladığı bedenlerin arasında, bir annenin karnında, dünya tarihini değiştirecek bir bebek, soluk almak üzereydi ve Hz. Âmine, göğsünde insanlığın umut ışığını taşımaktaydı. Kâinatın yükünü omuzlayacak bir çocuğun doğumu yakındı. Ve o an geldiğinde zaman sanki durdu, mekân sessizliğe büründü. Gökyüzündeki yıldızlar ve melekler, bu kutlu ana şahit olmak için birbiriyle yarışırcasına parladı.
Bu, insanlık için yeni bir başlangıcın, sevgi ve umut dolu bir hikâyenin ilk sayfasıydı. Her kelimesi insanlığın kurtuluşunu haykıran bu hikâye, tarihin derinliklerinden gelen bir çağrı gibi, tüm dünyaya yayılacaktı.
BİRİNCİ BÖLÜM
FAHR-İ KÂİNAT
EFENDİMİZİN (s.a.v.)
DÜNYAYA GELİŞİ
İşte O An!
Miladi 571 yılı, Nisan ayının yirmisi, Rebiülevvel ayının on ikinci gecesiydi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kâinata teşrif ettiği o kutlu an, etrafı bambaşka bir nurun kuşattığı, sıra dışı bir zaman dilimiydi. Bu, sıradan bir ışık değil, gönlü aydınlatan, ruhu sarıp sarmalayan bir nurdu. O gece gökyüzü boyunca uzanan doğu ve batı sınırları âdeta silikleşmiş, yıldızlar birbiriyle ışıltılı bir dansa başlamışçasına titreyerek parlamış ve bu ışıltılar eşliğinde O’na (s.a.v.) bakanlar hayranlık içinde kalmıştı. Çünkü O (s.a.v.), tüm saflığı ve temizliğiyle dünyaya gelmişti. O’nun (s.a.v.) peygamberlik vazifesi ve engin merhameti, dünyaya ayak basar basmaz belirginleşmişti. Tıpkı ahirette Cenab-ı Hakk’a “Ümmetim, ümmetim!” diye yakaracağı gibi, dünyaya teşriflerinin ilk anlarında da secdeye eğilirken göğe yükselen “Ümmetim, ümmetim!” sesleri annesinin kulaklarında yankılanmıştı.
O’nun (s.a.v.) kutlu doğumunun bereketi, varoluşun her bir zerresinde kendini hissettirmeye başlamış ve yeryüzü, bu ilahi müjdenin etkisiyle yeniden şekillenmişti. Toprak tıpkı bir ilkbahar uyanışı gibi yenilenme yaşamış ve zerreden yıldızlara kadar her yer bu kutlu doğumun nurlu yankılarıyla dolup taşmıştı. Bu kutlu ana tanıklık eden Ebe Şifa Hatun, yaşadığı o eşsiz anları şöyle anlatıyor: “Allah Resulü doğduğu anda ben de oradaydım. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti O’nun üzerine olsun.’ Birdenbire maşrık ile mağrip arası, nurun muhteşem ışığıyla dolup taştı. Rum diyarının bazı sarayları bile gözlerimin önünde belirdi. O an, kâinatın her bir köşesi, O’nun nuruyla aydınlandı. Sonrasında, Allah Resulü’nü kucaklayıp emzirmeye başladım. Ancak beni olağanüstü bir hâl kapladı; bedenim titremeye başladı, gözlerim karardı ve yavrucağı göremez oldum. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu ve başka bir ses, ‘Doğuya götürdüler’ diye cevapladı.” Bu sözler, ebedî bir hazine gibi Şifa Hatun’un zihninin en müstesna köşesine nakşedilmiş ve o an, tüm hayatının anahtarı sayılan bir dönüm noktası hâline gelmişti. Yıllar sonra Efendimizin (s.a.v.) peygamberlik mührünü onurla taşıdığını duyuracağı an, Şifa Hatun yüreğindeki coşku ve aşkın yönlendirmesiyle, âdeta kanatlanarak O’nun (s.a.v.) huzuruna ulaşacak ve ilk Müslümanlarla birlikte, yürekten bir bağlılıkla, iman dairesine gönül dolusu bir adım atacaktı.
O mübarek geceye şahitlik eden bir diğer talihli ruh Fatıma Hatun ise, o kutlu doğumun nuruyla ev dolup taşarken gökyüzündeki yıldızların sanki sevinç ve coşku içinde, âdeta onların önüne serilmişçesine sarktığını ifade ediyordu. Hz. Muhammed (s.a.v.) ise tıpkı ayın en nurlu anında görülen bir yıldız gibi o müstesna geceye teşrif etmişti.3 Ve o cennet kokulu bebek, Fatıma Hatun’un şefkatli kolları arasına alındığında, kalplerin en ücra köşelerine serpilen bir aşk hâkim olmuştu. Fatıma Hatun bu heyecanla, O’nun (s.a.v.) kundağını sarmak için acele ettiğinde bu ana tanıklık eden bir melek sevgiyle, müjdelercesine şöyle dedi: “Ey Fatıma! O’nu biz kundağa sardık ve temizledik.” Peygamberimizin buyurduğu gibi, doğal düzen, insanların doğumları ve ölümleriyle değişmeyecekti. Ancak O (s.a.v.), kâinatın derin sırlarını kendi ruhunda barındıran, insanoğluna sunulmuş eşsiz bir hediyeydi. Bu yüzden O’nun (s.a.v.) varoluşa ilk adım atışı, birçok muhteşem olayı da beraberinde getirmişti.
Hz. Âmine’nin Rüyası
Kâinata adımını benzersiz bir şekilde atan bu müstesna bebeğin doğumunun muhteşemliği kadar isminin konuluşu da sıra dışı bir olay olarak tarihe geçecekti.
Hz. Âmine’nin hamileliğinin altıncı ayıydı. Bir gece rüyasında gördüğü bir zat, ona hitaben “Ya Hz. Âmine! Bil ki sen âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini ‘Muhammed’ koy ve hâlini hiç kimseye açma!”4 demişti. Üç ay önce gördüğü bu esrarengiz rüyanın ardından, Hz. Âmine için beklenen an gelmişti. Kâinat, bu mübarek gelişi sancılar içinde beklerken Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi’ni (s.a.v.), bir annenin yaşayabileceği en hafif sancıyla dünyaya getirmişti. Ne yazık ki yanında sevgili eşi Abdullah yoktu; o, Peygamberimizin (s.a.v.) dünyaya gelişinden kısa bir süre önce ahiret âlemine göç etmişti. Bu yüzden, Hz. Âmine bu müjdeli haberi ilk olarak kayınbabası Abdülmuttalib’e iletti. Dedesi, bu mübarek haberi duyar duymaz torununu görmek için sevinçle yola koyuldu. Eve vardığında, Hz. Âmine, hamilelik döneminde gördüğü o anlamlı rüyayı ona anlattı. Abdülmuttalib, Hz. Âmine’nin sözlerini dinlerken bir yandan da o nur yüzlü bebeğe hayranlık dolu gözlerle bakıyordu. Daha sonra torununu şefkatle kucağına alıp Kâbe’nin gölgesine doğru yavaşça ilerledi, orada gözlerini gökyüzüne çevirip kalbinden yükselen şükran dualarını Rabbine sundu ve bu manevi anın şahidi olarak bebeğe “Muhammed” adını verdi. Bu isim ki tüm dünyaya rahmet ve umut saçacaktı. Bu mübarek bebeğe isminin verilmesinin ardından, mutluluktan yüzü parlayan bahtiyar dede hemen bir ziyafet düzenledi.
Kureyş’in önde gelenleri, Abdülmuttalib’e dönerek “Bu güzel ziyafetin vesilesi olan çocuğa ne isim verdin?” diye sorduklarında Abdülmuttalib, gözleri parlayarak “O’na Muhammed ismini verdim” diye yanıtladı. Onlar bu ilginç ve atalarında olmayan ismi neden seçtiğini sorunca Abdülmuttalib huzurla gülümseyerek “Umarım ki O’nu yerde halk, gökte de Hak çokça övecek” dedi. Çünkü Muhammed ismi “çokça övülen ve methedilen” anlamına gelmekteydi. Abdülmuttalib’in ifade ettiği bu derinlik, müşriklerin basit ve sığ düşünceleriyle örtülmüş zihinlerine sığmıyordu. Onlar, öyle bir çağın içinde yaşıyorlardı ki sadece gördükleriyle yetiniyor ve sadece dokunduklarına inanıyorlardı. Hayatın derinliklerine, kalbin ritmine, vicdanın rehberliğine kulak vermeyen bu maddi bakış açısı, onları gerçeklerden alıkoyarken Efendimizin (s.a.v.) manevi büyüklüğünü anlamalarını imkânsız hâle getiriyordu.
Kutlu Doğum Sırasında Meydana Gelen Mucizeler
Kisrâ’nın Sarayındaki Burçların Yıkılışı Efendiler Efendisi (s.a.v.) tüm kâinatın titrediği o kutlu gecede dünyaya teşrif etmişti. Saatler varoluşun eşsiz bir anını gösterirken derin bir uykunun kollarında sarılı olan Medâin halkı, ansızın duyulan korkunç bir gürültüyle irkildi ve hükümdarın kalp atışları, halkın heyecanla çarpan nabzına karıştı. Çünkü o manzara bir rüya değil, bir kâhinin kaleminden süzülüp gelmiş gibiydi. Zira çok sağlam olduğu sanılan hükümdarın sarayının burçlarından on dört tanesi çatırdayarak yıkılıvermişti. Sabahın aydınlığıyla birlikte, hükümdar hemen din büyüklerini toplantıya çağırdı. Bu toplantının amacı, bu olağanüstü olayın ardındaki sırra ulaşmaktı. Ancak henüz toplantı başlamamıştı ki ansızın yaklaşan bir atlı, elinde bir mektupla kapıda beliriverdi. Söz konusu mektupta Mecûsîlerin binlerce yıldır yanan ateşinin bir anda söndüğü haberi yazılıydı. Bu haber, zaten içini korku ve heyecan sarmış olan Kisrâ’yı daha da telaşlandırmıştı. Bu esnada başkadı Mübezan, zarif hareketlerle hükümdarın karşısına geldi ve başını hafifçe eğerek “Yüce Kisrâ, size ve bu meclise, rüyamda şahit olduğum bir sahneyi anlatmak istiyorum” dedi. Salonda bulunanlar, Mübezan’ın bu beklenmedik sözleri karşısında şaşkınlıkla ona baktılar. Salonda bir sessizlik hâkim olurken herkes bu rüyanın, sönen ateşle ne kadar ilgili olduğunu merak ediyordu. “Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçtiler ve İran topraklarına yayıldılar.”5 Bu rüya yorumunu dinlerken başkadının yüzündeki ifade, merak ve ciddiyetin bir karışımıydı. Kisra, söylenenlerin altındaki derin anlamı hissettiğinde, içindeki gerginlik daha da arttı. Önünde duran sadece bir kadı değil, aynı zamanda adalet ve doğruluk timsaliydi. Bu nedenle, sözlerine kulak verip derinlemesine düşündü ve ardından başkadı Mübezan’a dönüp “Peki, sizce bu rüya neye işaret ediyor olabilir?” diye sordu. Mübezan, bilgelikle dolu gözlerini hükümdara çevirerek “Bu rüya, Arap yarımadasında tarihî bir dönüşümün yaşanacağına işaret olabilir” dedi. Hükümdarın aklı, bu yorumla birlikte daha da karıştı. Rüyanın derinliğini anlamak ve bir çözüme ulaşmak için Satih adında bilge bir âlime başvurdu. Zira Satih, o dönemin öne çıkan âlimlerinden biriydi ve bu tür konulardaki yorumları çokça değer görüyordu. Satih’in Ahirzaman Peygamberi’nin (s.a.v.) dünyaya gelişini haber veren sözleri, sarayın koridorlarında bir kehanet gibi yayıldı. Son Peygamber’in dünyaya ayak basışı bir nurun zuhuruydu ve bu nur, İran saltanatının karanlığını yarmak üzereydi. Çünkü rüyada görülen on dört burç, on dört hükümdarı temsil ediyordu ve bu burçların yıkılması, İran saltanatının çöküşünü simgeliyordu. Ve nitekim tarih, bu kehanetin gerçekleştiğini doğruladı; altmış yıl süren on dört hükümdarlık dönemi sonrası bu görkemli devlet, Kadisiye’nin tozlu topraklarında, Ahirzamanın Nebisi’nin (s.a.v.) ordusunun yaptığı muharebede yenilgiye uğradı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kâinata şeref verdiği o mübarek doğum, sadece burçların yıkılışıyla değil, aynı zamanda pek çok olağanüstü hadiseyle de dünyaya müjdeleniyordu. Gözler önüne serilen her bir mucize, O’nun (s.a.v.) eşsiz mesajının gücünü ve evrensel etkisini kanıtlıyordu. Evet o güzeller güzeli, gönlümüzü saran bir nur, dünyamızı aydınlatan bir aşkla geldi. Tüm sistemler O’nun (s.a.v.) gölgesinde çöktü; haksızlıklar, hukuksuzluklar ve zulümler O’nun (s.a.v.) adil bakışlarında yok oldu. Câhiliye âdetlerinin ve ananelerin karanlığı, O’nun (s.a.v.) aydınlığıyla dağılıp kayboldu. O (s.a.v.) geldi ve gönlümüze umut ekildi. Şimdi O’nun (s.a.v.) yeniden gelişine ne kadar da muhtacız. İçimizdeki dünya ateşleri O’nun (s.a.v.) sevgi dolu bakışlarıyla sönsün ve kalbimizdeki putların karanlık gölgeleri O’nun (s.a.v.) nur saçan ışığıyla yok olsun istiyoruz. Farkında mıyız bilmiyorum ama sanırım bugün yıkılan putlar o gün Medâin’de çıkan çatırtılardan daha çok ses çıkarıyor. Gözlerimizden süzülen yaşlar, bir zamanlar tapındığımız putların ardından sel oluyor; pişmanlıklarımızın, aldandıklarımızın izini silmek için çabalıyor ve o günün karanlığının bir yansımasını yaşayan bizler bugün her şeyden daha çok Muhammedî ruhun yokluğunu içimizde hissediyoruz.
Kalplerimizdeki özlem O’nun (s.a.v.) izini sürerken, dualarımız O’nun (s.a.v.) şefkatine ermek için yükseliyor. Ey Resul (s.a.v.)! Gel, bize tekrar doğ! Gel, bizi kucakla! Gel, gönlümüze huzur ver! Gel, kaybolmuş, yorgun ve pişman ruhlarımıza rehberliğinle umut ver! Gel ki gönüllerimiz senin sevginle dolsun! Gel ki ölmüş ruhlarımız seninle yeniden doğsun.
Gökyüzünden Dökülen Yıldızlar
“Bu olağanüstü gece, kâinatın titiz dengelerini altüst edecek bir anın habercisiydi. Gökyüzünün kuytularından süzülen yıldızlar, gecenin siyah örtüsünü arkalarında bırakarak yeryüzüne iniyordu. Her biri Kâinatın Nuru’nun (s.a.v.) dünyaya teşrifine tanıklık etmek için birbirleriyle yarışıyordu. Bu muazzam seremonide sema, yıldızların inci taneleriyle aydınlanırken yeryüzü de bağrını açmış, bu gökyüzü elçilerini coşkuyla selamlıyordu. Yer ile gök arasında kurulan bu muazzam bağlantı, âdeta bir dönemin solgunluğunu ve yeni bir çağın aydınlığını müjdeliyordu.”6 Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) bu dünyaya adım atışı, sadece yeryüzünde değil, gökyüzünde de dengeleri değiştiriyordu. O’nun (s.a.v.) varlığı, göklerdeki şeytan ve cinlerin artık kendi başlarına hareket edemeyeceğini, onların eski hükümranlıklarının sona erdiğini gösteriyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıO’nu Kalbinle Dinle - Mekke Günleri
- Sayfa Sayısı416
- YazarOnur Kaplan
- ISBN9786259872810
- Boyutlar, Kapak13,5×21, karton
- YayıneviAile Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Savaş Günlükleri ~ George Orwell
Savaş Günlükleri
George Orwell
Ama bizim gibi insanların, durumu sözde uzmanlardan daha iyi anlamasının sebebinin, belirli olayları öngörmekten çok, ne tür bir dünyada yaşadığımızı kavramak olduğunu düşünüyorum. Ne...
- Ömer’in Çocukluğu ~ Muallim Naci
Ömer’in Çocukluğu
Muallim Naci
Muallim Naci, nam-ı diğer Ömer, sekiz yaşına kadarki çocukluk hatıralarını pek sevimlice, neredeyse o yaşından anlatıyor. Babası, abisi, annesi, kedisi Fındık, Hoca Efendi, mahalledeki...
- Doğu’nun Romantik Olmayan Yüzü (Gezi Notları) ~ Muhammed Esed
Doğu’nun Romantik Olmayan Yüzü (Gezi Notları)
Muhammed Esed
1922 yılının baharında 21 yaşında iken Kudüs’te Eski Şehir’in dış mahallesinde yer alan evine gelip yaşaması için amcası Dorion’dan bir mektup aldı. 1922’nin sisli...