Annem saçlarımı bile örmüyor artık. Babamla yalnızlıklarına çekildiler. Birlikte ve ayrı ayrı. Kalorifer borularıyla dolu bu sımsıcak şehir odasında, kullanılmayacak ucuz likör kadehleri, deterjan adları, koca bir buzdolabı, transistörlü radyo ve çöp kokuları arasında ufaldılar. Biliyorum, akşamları kapı önlerine birikip eski konuşmaları sürdürmeler, türkü çığırmalar, oya işlemeler bile geçirmiyor bu küskünlüğü. Buralı değiliz. Babam, eski babam değil. Annem saçlarımı bile örmüyor.
İpek ve Bakır, Tomris Uyar’ın 1965-1970 yılları arasında yazdığı on yedi öyküden oluşan ilk kitabı. Sonraki yıllarda daha da keskinleştirerek işleyeceği temaların ilk örneklerini gösteren bu kitaba yıllar sonra dönüp baktığında şu yorumu yapıyor yazar: “Bu yaşta tıpatıp öyle yazmazdım onları belki; biraz daha mı damıtırdım, bazı sözcükleri mi değiştirirdim yoksa biraz daha deneyim yükleyip o genç-öyküyü yokuşa mı sürerdim bilemem. Zaten hepsinin altına imzamı gönül rahatlığıyla bugün de atabileceğime göre fark etmez.”
İçindekiler
Çiçek Dirilticileri ……………………………………………………. 11
Temmuz ………………………………………………………………… 19
Kuytuda ………………………………………………………………… 25
Konuk …………………………………………………………………… 31
Rüzgârı Düşün ……………………………………………………….. 39
“Dağlar Sada Verip Seslenmelidir” ……………………………… 47
“Bir Günün Sonunda Arzu” ………………………………………. 53
Mazi Kalbimde Bir Yaradır
I. Düğün …………………………………………………………… 59
II. Gün Döndü …………………………………………………… 67
III. Uzaktan Yoldan …………………………………………….. 73
IV. Biraz Daha …………………………………………………… 79
Yürek Hakkı …………………………………………………………… 83
Ovasız …………………………………………………………………… 89
Kurban ………………………………………………………………….. 95
Allı Turna …………………………………………………………….. 101
Evin Sonu ……………………………………………………………. 105
“Sarmaşık Gülleri” …………………………………………………. 115
Sonsöz Yerine ……………………………………………………….. 121
ÇİÇEK DİRİLTİCİLERİ
Yağmur bütün gün yağdı. Damdaki kiremitler tıkırdadı. Rüzgâr oluklara, pervazlardan içerilere savruldu. Başları örtülü kadınlar geçti yoldan. Taşlar su sıçratarak kurudular. Bulutların arasından bir halka geçirdi güneş. Zayıf ve titrek. Üç araba geçti. “İkisi özel, sayılmaz. Sonuncusu benim,” dedi Şükrüye, “sayılır!” Pencereye dayalı dirseklerini tükürükledi. “Baban birazdan gelir.” Annesi köşedeki sedire oturmuş, bacaklarını altına almıştı. Elindeki aynada yüzünü inceliyordu. “Baban birazdan gelir.” Şükrüye, annesinin güzel mi çirkin mi olduğunu düşündü. Babasına sormuştu, “Güzeldir,” demişti babası. Annesi çenesindeki sivilceyi sıktı, elini önlüğüne sildi. Şükrüye bir karara varamadan pencereden yana döndü. “Babam birazdan gelir.” Hava iyiden iyiye açmıştı şimdi; sokaktan geçen adamlar, yağmurdan sonra eskimiş görünüyorlardı. Paçaları çamur içindeydi. “Her pazar sinemaya gideriz, arada bir de babaanneye.” Annesi duymasın diye sustu. Sesini azıcık yükselterek tekrarladı –arada bir de babaanneye– annesi bir kere daha duymasın diye. Sonra dönüp baktı. Annesi başındaki topuzu firketelerle dengeliyor, deliyordu.
Şükrüye’nin dişleri kamaştı. Konuşacak şey bulamazdı annesiyle kalınca. Yalnızken hep susarlardı. “Baban nerdeyse gelir.” Şükrüye bıktı, masadaki sürahiden bardağına su boşalttı, iş olsun diye içti. “Sen de gelecek misin bizimle?” “Yok, işim var benim,” dedi annesi, “sonra Raşit Beylere gideceğim.” Demek biz babaanneye gidiyoruz. Şükrüye küçük bir kırmızının boğazına yerleştiğini duydu. Şimdiye kadar kaç kere ağladığını saydı. On dört çıktı. Yirmiye kadar ağzını açmamaya karar verdi. Yoldan şemsiyeli adamlar geçti, kapkara şemsiyeler. Yağmura yetişememişlerdi. Kapı açıldı. Babası girdi içeri. “Yine unuttun yağlamayı,” dedi annesi. “Ne var ne yok?”
“Geciktim, kusura bakma. Hadi Şükrüye, Nazan, sinemaya.” “Ben gidemem,” dedi annesi. “İşim var. Evde otursanız olmuyor mu yani? Çocuğu üşüteceksin.” Şükrüye kaç kere üşüttüğünü saydı, dokuz çıktı. Kapıdan çıkınca elini tuttu babasının, bir-iki kere burnunu kaşıması dışında yol boyunca da hiç bırakmadı. Babaanne deyince babaannenin önce evini düşünürdü, sonra yüzünü. Babaanne güzeldi. Saçlarını ortadan ayırır, limon kolonyasıyla yatıştırırdı. Yakasında iki anahtarlı bir deste asılı dururdu hep. Şükrüye yolun ıslak taşları üstünde yürünecek bir çizgi buldu. Her sokakta yürünecek en rahat çizgiyi bulmada üstüne yoktu. Şiir söyleyemezdi. “H’ye kadar sayarım, sonra sayamam,” diye düşündü. Babaanne H’ye kadar saydırırdı ona konuklar varken. Şükrüye utanırdı. “Ne güzel de sayıyor!” diye bağırırlardı konuklar.
Babaannenin yeşil çiçekli fincanları vardı. Babası ayağa kalkardı alırken. “Zahmet ettin. Gelecek hafta Nazan da gelir,” derdi. Oysa üçü de onun gelmeyeceğini bilirlerdi. Annem gelseydi üşütürdü değil mi? Şükrüye babasına baktı. Annesini severdi ama babasını daha çok. Babasının eli sert, tırnakları sarıydı. Filiz’in babasından daha uzun boyluydu. Ne sinir kız! Derslerini iki kere yazıyor, bir de temize çekiyordu: Üç. Ama babası çok yaşamazdı besbelli. Saçları dökülmeye başlamıştı. “Simit ister misin?” “Yok.” Akşam yemek yemezse annesi kızardı.
Arada yedikleri sayılmazmış. Babaanne koca bir tabakta beyaz bir tatlı getirirdi: çevirme. Bir bardak da su. Fincanlar, bardaklar yeşil sabun kokardı. Babası az şekerli içerdi kahvesini. Şükrüye içsin diye tabağına dökerdi biraz. Babaanne boyuna mutfağa girip çıkardı. Evleri bizimkinden küçük, diye düşündü Şükrüye, çünkü mutfak taşlığa bakıyor. Bir kapı daha vardı taşlığa bakan ama Şükrüye hiç açmamıştı o kapıyı.
Üç ay önce o odanın ampulünü değiştirmişti babası. “Ne zahmeti anne. İşimiz bu.” O cebinden tornavidasıyla kontrol kalemini çıkarırken koltukları kabarmıştı Şükrüye’nin. Bakkalın oraya gelince babası durur, “Annene sinemaya gittiğimizi söylersin,” derdi. “Babaannelerde üşütürsün diye korkuyor.” İnanmadan, babasının söylediklerini dinlerdi Şükrüye, onunla gizli bir şey paylaştığı için gönenirdi. Akşam yemeğe oturduklarında masanın altından onun elini tutardı. “Filim güzeldi,” derdi annesine. “Üç kişi öldü. Öyle ağladım ki.” Babasını güldürmek için daha inandırıcı ayrıntılar bulurdu. “Baştaki Miki renkliydi,” derdi. O zaman babası H’ye kadar saymış gibi gülerdi. Gözleri birbirine yakındı, kaşları kalın bir çizgiyle birleşmişti ama gülünce dişlerinden başka hiçbir yeri görünmezdi. Kapıya biraz kala sekmeye başladı Şükrüye. Oraya kadar koşsa bile son yedi metreye gelince gecikmek, yolu uzatmak ister, tek ayakla sekmeye başlardı.
Çok sevindiğine utandığı için mi ne? Kapıda biraz beklediler. “Hoş geldin oğlum,” dedi babaanne içeriden. “Geliyorum.” Kapıdan girdiklerinde, “Pabuçlarını çıkarmayı unutma kızım Şükrüye,” dedi. Taşlıkta Şükrüye, doya doya bir daha baktı babasına. “Baban hasta, yatıyor.” Babaannenin sesi musluk gibi açıldı taşlığa. Gençleşmişti. Taşlığın dört yanında çiçekler duruyordu. Sepet sepet. Zambaklar, süsenler, şebboylar, güller, menekşe… “Bir karanfil kopar Şükrüye,” dedi babaanne. Saçına pembe bir gül iliştirmişti. Yüzü de pembeydi. Dedenin hastalığıyla çiçekler arasında bir ilinti kurmaya çalıştı Şükrüye. Babasının yüzü kızarmıştı. Dedesini hiç görmediğini düşündü Şükrüye.
Onlar oda kapısını açarlarken çiçekler hep birden koktular. Kimse yoktu içeride. Babaanne omuzlarına siyah bir atkı sarmıştı. Mutfağa kahve yapmaya koştu hemen. Şükrüye bacak bacak üstüne atarak kahvesini üfledi, dudağının üstündeki tüylerin kıpırtısı durunca da içmeye başladı. Babaanne sessizliği bozmak için, “Nazan nasıl?” diye sordu. “Şükrüye kızım taşlıkta oynasana. Biz de babanla konuşalım. Yalnız çiçeklere dokunma.” “Nazan iyi, işi varmış,” dedi babası. “Ne oldu babama?” “Üşütmüş.” Taşlık karanlıktı. Kokulu karanlıkta çiçeklerin renkleri babaannenin ince uğultusuna karışıyordu: “Elini öpüver oğlum. Baba oğul arasında olmaz dargınlık.”
Çiçeklerden çok taşlığın öte yanındaki kapı çekiyordu Şükrüye’yi. Açsa mıydı? Dede orada mıydı ki? Yüreği çarparak kapının tokmağını çevirdi. Bir süre hiçbir şey göremedi. Odada bir nezle kokusu vardı yalnız. Gözleri alışınca yatağı seçti. İki iskemleyle tahta bir masa duruyordu yatağın yanında. Karşıki duvara babaannenin beyaz elbiseli bir gençlik resmi asılmıştı. Saçları örülüydü. Bir iskemleye dayanıyordu. Çizmeli bir adam oturuyordu iskemlede. Eski bir oda görmenin ezikliği çöktü Şükrüye’nin üstüne. O sırada yataktaki gölge doğruldu: “Kimsin sen?” Şükrüye karşılık vermek istedi, olmadı. Yerinde kalakaldı. Elini uzattı ihtiyar. “Sen Şükriye’sin herhalde? Gel bakalım. Yaklaş. Ama önce pencereyi aç da yüzünü göreyim.” Şükrüye çekinerek pencereye yanaştı, ayaklarının ucuna basarak camı itti. Yukarıdan vuran ışık, ihtiyarın kırçıl saçlarını, aşağı doğru yaylanmış kara kaşlarını, gür bıyıklarını aydınlattı. “Ne zaman geldin sen Şükriye?” “Biraz önce.” Böyle diyerek suçunu hafifletmeyi umdu. İhtiyarın yüzünde suçlayıcı bir öfke gizliydi sanki. Özellikle ağzının ucundaki kıvrımlarda. “Otur bakalım,” dedi. “Otur bakalım şöyle.” İhtiyar bir adamın küçük bir kıza soracağı şeyleri bilmiyor, diye düşündü Şükrüye. Konuşmayı zorladı. “Okula gelecek yıl başlıyorum. Adım Şükriye değil Şükrüye’dir. Hasta mısınız?”
“Ya, üşüttüm.”
“Üşütmek kötüdür, annem…”
Dedenin hoşlanmayacağını sezerek sustu. Sonra:
“Çiçekler sizin mi?”
“Benim.”
“Hepsi mi?”
“Hepsi.”
“Ne yaparsınız bu kadar çiçeği?”
“Satarım.”
“Peki, ya beğenmezlerse?”
“Beğendiririm. Neden beğenmesinler? Bunca ter döküyorum. Bak: Her akşam geniş bir kova alırım. Çiçeklerin çürümüş saplarını, kararmış yapraklarını ayıklarım. Köklerini biraz keserek kovadaki suda dinlendiririm. Yüzlerine sık sık su serperim. Sabaha dirilirler.” “Demek siz çiçek dirilticisisiniz?” dedi Şükrüye. “Bizim köşede öyle birine rastlamıştım. Bir de vazo satan bir adam görmüştüm, koca bir vazoyu kucağında dolaştırıp duruyordu. Param olsaydı alacaktım.” İhtiyar duygulanmıştı. “İyi kızsın Şükrüye,” dedi. “Babana çekmişsin. İçeride mi? Çok oldu görmeyeli eşşeği.” Şükrüye utandı ama kızmadı. İhtiyarın bıyıkları titriyordu. “Sen müthiş bir kız olacaksın Şükrüye. Öyle gözüküyor. Çabuk alışacaksın. Bilir misin, önceleri satamazdım çiçeklerimi, kıyamazdım. O zaman gençtim. Güzelliği kanıksamamıştım daha. Zamanla alışıyor insan.” “Ben de kökleri, yaprakları tanıyabilir miyim?” “Tanırsın,” dedi ihtiyar, “tanırsın. Hem sonra malını elden çıkarmayı öğrenmelisin. Ara sıra için yanacak ama geçer. Soğukkanlı olmalısın. Güç iş bizimki. Başka işlere benzemez. Gazetelerin küçük ilanlarında adı geçen mesleklerden değildir.” “Babam bana gazete okur,” dedi Şükrüye. “Sabahları işe gitmeden. Hem biliyor musunuz, sizin işinizi herkes yapamaz.” İhtiyar coşmuştu. Göğsü, yırtık pijamasının altından inip inip kalkıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİpek ve Bakır
- Sayfa Sayısı128
- YazarTomris Uyar
- ISBN9789750763434
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cumartesi ~ Ian McEwan
Cumartesi
Ian McEwan
“Cumartesi” Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Ian McEwan, son romanı Cumartesi’de tek bir günde koca bir hayatı anlatırken dünyada olup bitenlerden kendimizi ne...
- İki Şehrin Hikayesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikayesi
Charles Dickens
O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut...
- Artık Bensiz Asla ~ Maud Ankaoua
Artık Bensiz Asla
Maud Ankaoua
“Bu yolculuk; yaşamak, oynamak, sevmek dışında bir isteği olmayan içindeki o yaralı çocukla tanışmasını, ama bu hazinenin de ötesinde, koşulsuz bir sevgiyi keşfetmesini sağlamıştı:...