Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap
Şafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap

Şafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap

Elizabeth Lim

Kılık Değiştirmiş Yetenekli Bir Terzi  Kazanılması İmkânsız Bir Yarışma  Efsanelerle Örülmüş Ölümcül Sırlar Maia Tamarin, bir zamanlar oldukça ünlü bir terzi olan babasının dükkânında…

Kılık Değiştirmiş Yetenekli Bir Terzi  Kazanılması İmkânsız Bir Yarışma  Efsanelerle Örülmüş Ölümcül Sırlar

Maia Tamarin, bir zamanlar oldukça ünlü bir terzi olan babasının dükkânında dikişçi olarak çalışıyordu. Herkes onun iyi bir evlilik yapmasını bekliyordu ama o, diyarın en büyük terzisi olmayı kafasına koymuştu.

Sarayda yeni bir İmparatorluk Terzisi seçileceği konuşulurken, onlara da bir davet gelmişti. Tamarin soyadını ne hasta babası ne de dikişten anlamayan abisi onurlandırabilirdi. Bu kez ipleri eline alma sırası, abisinin yerine geçip saraya gidecek olan Maia’daydı.

Yalanlar ve entrikalarla dolu bir yarışma başlamak üzereydi. Sırrı keşfedilirse sonunun ölüm olacağını adı gibi bilmesine rağmen, hayalleri uğruna elinden geleni yapmak zorundaydı. Başbüyücü Edan’ın gözleri sürekli üzerindeyken güneş, ay ve yıldızlardan dokuyacağı kaderinde en büyük yardımcısı, ailesinin en gizli mirası olacaktı.

Benden en kaliteli ipi ya da sicimi eğirmemi isteyin, bunu herkesten hızlı yapabilirim  gözüm kapalı bile. Ama bir yalan söylememi isterseniz kekeler durur, söyleyecek bir şey bulmakta zorlanırım. Hikâyeler uydurmak konusunda hiçbir zaman yeteneğim olmadı. Abim Keton bunu herkesten iyi bilir. Her ne kadar ona her şeyi anlattığımda bana verilen üç imkânsız görev, yolculuğumda karşıma çıkan iblislerle hayaletler ve imparatorumuzun etrafını saran büyü kaşları bir iki kez kalksa da abim bana inanıyor. Ama babam inanmıyor. O, ardına saklandığım gölgelerin arkasını görüyor.

Keton’a gülümseyişimin, kızarmış ve nemli gözlerimi gizlediğini. Saatlerdir, hatta günlerdir ağlamaktan gözlerim şiş. Babamın göremediğiyse, yanaklarımda kuruyan gözyaşlarına rağmen kalbimin kaskatı olduğu. Hikâyemin sonuna gelmeye korkuyorum çünkü sonu, kesmeye cesaret edemediğim düğümlerle dolu. Uzaklarda davullar çalıyor. Her saniye biraz daha yaklaşıyor, seçimimi yapmak için ne kadar az zamanım kaldığını hatırlatıyorlar. Eğer geri dönersem, kendi benliğimi ardımda bırakacağım. Ailemi bir daha hiç görmeyeceğim, yüzümü aynada görmeyeceğim, adımın söylendiğini duymayacağım. Ama mesele onu kurtarmaksa güneşten, aydan ve yıldızlardan bile vazgeçebilirim. O  bir adı olmayan ama yine de binlerce adı olan çocuk. Elleri yıldızların kanıyla lekelenmiş çocuk. Sevdiğim çocuk.

BİRİNCİ BÖLÜM

Bir zamanlar üç erkek kardeşim vardı. Finlei en büyükleriydi – cesur olan. Hiçbir şey korkutamazdı onu; ne örümcekler, ne iğneler ne de babamdan sopa yemek. Dört kardeşin en hızlısıydı, bir sineği yalnızca başparmağı ve yüksükle yakalayabilecek kadar hızlı. Ama bu gözü pekliğine bir de macera tutkusu eşlik ediyordu. Dükkânımızda çalışmayı, güneşin değerli ışığını elbise dikmek ve gömlek onarmak için harcamayı küçümserdi. İğne konusunda da dikkatsizdi, parmakları delinip durmaktan hep sargı içinde olur ve işleriyse eşit olmayan dikişlerle bozulurdu. Abimi babamın fırçalarından korumak için o dikişleri söker, yeniden dikerdim. Finlei’nin babam gibi bir terzi olacak sabrı yoktu.

Sendo sabırlıydı ama dikiş konusunda değil. İkinci abim ailenin şairiydi ve yalnızca kelimelerden bir şeyler örmeyi severdi, özellikle de deniz hakkında. Babamızın dikebileceği güzel elbiselerle ilgili hikâyeler anlatır, öylesine zarif detaylar verirdi ki kasabadaki bütün kadınlar o elbiseleri almak için yaygara koparırdı – ancak o elbiselerin aslında var olmadığını öğrenirlerdi. Babam ceza olarak onu dükkânımızdaki sütunun arkasına oturtarak ipekböceği kozalarından ip çözmekle görevlendirdi. Sık sık, onunla oturup suyun o sonu gelmez ufkunun ardında neler bulunduğuna dair hikâyelerini dinlemek için yanına kaçardım. “Okyanus ne renk?” diye sorardı Sendo bana. “Mavi, salak. Başka?” “Renkleri bile bilmeden nasıl A’landi’nin en iyi terzisi olacak sın?” Sendo başını iki yana sallayarak suyu işaret etti. “Tekrar bak. Derinliklerine bak.”

“Safir,” dedim, okyanusun dalgalarının narin çıkıntılarını ve aralarındaki çukurları inceleyerek. Su parıldadı. “Safir, tıpkı Leydi Tainak’ın boynuna taktığı taşlar gibi. Ama bir parça yeşil de var… yeşim yeşili. Köpükler de inci gibi kıvrılıyor.” Sendo gülümsedi. “Bu daha iyi.” Bir kolunu omzuma atıp beni kendine çekti. “Günün birinde denizlere yelken açacağız, sen ve ben. Ve sen dünyadaki tüm mavileri göreceksin.” Sendo sayesinde en sevdiğim renk maviydi. Her sabah penceremi açıp da güneş ışığında parıldayan denize bakarken beyaz duvarlarım ona boyanırdı. Safir ya da gök mavisi. Çivit. İndigo. Sendo, gözlerimi bir rengin tüm çeşitlemelerini görebileceğim, en soluk kahverengiden en parlak pembeye kadar hepsinin kıymetini bileceğim şekilde eğitmişti. Işığın bir şeye nasıl binlerce olasılık katabileceğini göstermişti. Sendo’nun gönlü denizdeydi, babam gibi bir terzi olmakta değil. Keton üçüncü abimdi ve yaşı bana en yakın olandı. Ruh hâlimiz ne olursa olsun şarkıları ve şakalarıyla herkesi güldürürdü. İpeklerimizi mor yerine yeşile boyadığı, yeni ütülenmiş elbiselerin üzerine kirli sandaletleriyle dikkatsizce bastığı, dut ağaçlarını sulamayı unuttuğu ve hiçbir zaman babamın bir kazak örebileceği kadar iyi yün eğiremediği için başını hep derde sokardı. Para, parmaklarının arasından su gibi akıp giderdi. Ama babam en çok onu severdi  Keton’da terzi olacak disiplin olmadığı hâlde. Bir de ben vardım  Maia. İtaatkâr kız.

İlk anım, babam karışmasın diye bana annemin makarasını çevirmeyi öğretirken, çıkrığını çeviren annemin yanında mutlulukla oturup dışarıda oynayan Finlei, Sendo ve Keton’un seslerini dinleyişimdi. Benim gönlüm terzilikteydi: Daha yürümeyi öğrenmeden iğneye iplik geçirmeyi, konuşmayı öğrenmeden muntazam dikebilmeyi öğrendim. Dikişi seviyordum ve abilerimle birlikte dışarı gitmek yerine babamın mesleğini öğrenmekten mutluydum. Üstelik Finlei bana kavga etmeyi ve ok atmayı öğretirken hedefi hep ıskalıyordum. Sendo’nun masallarına ve hayalet hikâyelerine bayılsam da kendi başıma bir hikâye anlatamazdım. Büyük abilerim beni ne kadar uyarırsa uyarsın, Keton’un eşek şakalarına da hep kanıyordum. Babam gururla benim bir elimde iğne, diğerinde makasla doğduğumu söylemişti. Kız olmasaydım A’landi’nin en iyi terzisi olabileceğimi, kıtanın bir ucundan diğerine tüccarların peşimden koşabileceğini.

“Bir terzinin değeri şanıyla değil, mutluluk getirmesiyle ölçülür,” demişti annem, babamın sözlerinin beni nasıl da hayal kırıklığına uğrattığını görünce. “Sen ailemizin dikişlerini bir arada tutacaksın, Maia. Dünyadaki başka hiçbir terzi bunu yapamaz.” Ona ışıl ışıl gözlerle baktığımı hatırlıyordum. O zamanlar tek istediğim ailemin böyle bir arada ve mutlu olmasıydı daima.

Ama sonra annem öldü ve her şey değişti. Büyük Baharat Yolu üzerindeki önemli bir şehir olan Gangsun’da yaşıyorduk ve dükkânımız koca bir bloğun yarısı boyunca uzanıyordu. Babam son derece saygı duyulan bir terziydi, meslekteki becerisi bütün güney A’landi’de bilinirdi. Ancak tepemizde kara bulutlar dolanmaya başladı, annemin ölümü babamın güçlü iradesinde ilk çatlağı açtı. Çok içmeye başladı  acılarını gömmenin bir yolu olduğunu söylüyordu.

Bu çok uzun sürmedi; kederden babamın sağlığı bozuldu ve midesi herhangi bir alkol türevini kaldırmaz oldu. Dükkândaki işine dönse de hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Müşteriler babamın dikişlerindeki nitelik düşüşünü fark edip durumdan abilerime bahsettiler. Finlei ve Sendo ona bunu hiç söylemedi; bunu yapacak yürek yoktu onlarda. Ama Beş Kış Savaşı’ndan birkaç yıl önce, ben on yaşındayken, Finlei babamı Gangsun’dan ayrılarak Yol’un kıyı kesiminde kalan küçük bir sahil kasabası olan Kamalan Limanı’ndaki bir ev-dükkâna taşınmaya ikna etti. Temiz deniz havasının babama iyi geleceği konusunda diretti.

Yeni evimiz Yanamer ve Tongsa caddelerinin kesiştiği köşede, bir tanesiyle doyabileceğiniz kadar uzun şeritli el yapımı noodlelar yapan bir dükkânla dünyadaki en leziz poğaçaları ve sütlü ekmeği yapan fırının karşısındaydı – en azından aç olduğumuzda abimlerim ve benim için öyleydi ki çoğu zaman da açtık zaten. Ama en çok sevdiğim yanı güzel okyanus manzarasıydı. Bazen dalgaların rıhtıma vuruşlarını izlerken denizin babamın kırık kalbini onarması için gizliden gizliye dua ederdim – tıpkı benimkini yavaş yavaş iyileştirdiği gibi. Yaz ve kış aylarında, Büyük Baharat Yolu üzerinde doğudan batıya seyahat eden kervanlar ılıman iklimimizin tadını çıkarmak için Kamalan Limanı’nda durduklarında işlerimiz iyice açılırdı. Babamın küçük dükkânı istikrarlı bir indigo, safran ve aşı boyası tedarikine bağlıydı – boyalarımız için gereken renkler. Küçük bir kasaba olduğundan yalnızca elbise değil, aynı zamanda kumaş ve iplik de satıyorduk. Babamın büyük bir leydiye layık bir kıyafet yapmasının üzerinden çok zaman geçmişti ve savaş başladığında zaten işler azaldı. Talihsizlik yeni evimizde de peşimizi bırakmadı. Kamalan Limanı başkentten o kadar uzaktı ki abilerimin A’landi’yi kasıp kavuran iç savaşa hiç dahil olmayacaklarını düşünmüştüm.

Ama genç İmparator Khanujin ile ülkenin en kudretli savaş beyi Shansen arasındaki düşmanlık yatışacak gibi değildi ve İmparator’un, ordusunda savaşacak daha çok insana ihtiyacı vardı. Finlei ve Sendo’nun yaşı gelmişti, o yüzden ilk önce onlar askere alındı. O zamanlar, savaşa gitme fikrini romantik bulacak kadar gençtim. Asker olmuş iki abimin olması onur duyulacak bir şeymiş gibi geliyordu. Yola çıkmalarından bir gün önce dışarıda beyaz pamuk şeritlerini boyuyordum. Yanamer Caddesi’nde sıralanan şeftali tomurcukları beni hapşırttı ve babamın kalan son pahalı indigosunu eteğime döktüm. Finlei bana güldü ve burnumdaki boya lekelerini sildi.

“Korkma,” dedi ben çaresizce boyanın kurtarabildiğim kadarını
kurtarmaya çalışırken.
“Bunun otuz gramı seksen jen! Hem kim bilir boya tüccarları bir
daha ne zaman gelecek,” diye mırıldandım hâlâ eteğimi ovarken.
“Yol’dan geçmek onlar için giderek tehlikeli bir hâl alıyor.”
“O zaman ben seyahatlerimden getiririm,” dedi Finlei. Çenemi
kendisine doğru kaldırdı. “Asker olduğumda A’landi’nin tamamını
göreceğim. Belki de general olarak dönerim.”“Umarım o kadar uzun süre uzaklarda kalmazsın!” diye haykırdım.
Finlei’nin yüzü ciddileşti. Gözleri karardı ve rüzgârın savurduğu
saçımdan bir tutamı kenara çekti. “Kendine dikkat et, kardeşim,”
dedi. Sesinde hem neşe hem de keder vardı. “Çok çalışarak kendini yorma…”
“Hiç uçmayan bir uçurtmaya dönme,” diye tamamladım onun
yerine. “Biliyorum.”
Finlei yanağıma dokundu. “Keton’a göz kulak ol. Başını belaya
sokmadığından emin ol.”
“Babaya da dikkat et,” diye ekledi arkamdan yaklaşan Sendo.
Dükkânımızın önündeki ağaçlardan bir çiçek koparıp kulağımın
arkasına yerleştirdi. “Ayrıca kaligrafi çalışmayı ihmal etme. El yazının geliştiğinden emin olmak için en kısa zamanda döneceğim.”
Sendo saçlarımı karıştırdı. “Artık evin hanımı sensin.”
Başımı görev duygusuyla eğdim. “Evet, abilerim.”
“Beni işe yaramazın biriymiş gibi gösteriyorsun,” diye araya girdi Keton. Babam ona işlerini bitirmesi için seslenince Keton irkildi.
Finlei’nin ciddi ifadesinde bir tebessüm belirdi. “Aksini ispat edebilir misin?”
Keton ellerini kalçalarına koyunca hepimiz güldük.
“Orduyla birlikte uzak yerler göreceğiz,” dedi Sendo, elini omzuma koyarak. “Dönerken sana ne getireyim? Batı Gangseng’den
boya olur mu? Ya da Kraliyet Limanı’ndan inci?”

Hayır, hayır,” dedim. “Sağ salim dönün yeter. İkiniz de.” Ama sonra duraksadım. Sendo beni cesaretlendirdi. “Ne var, Maia?” Yanaklarım kızardı ve gözlerimi öne eğip ellerime baktım. “Eğer İmparator Khanujin’i görürseniz,” diye başladım yavaşça, “portresini çizin, olur mu?” Finlei’nin omuzları neşeyle sarsıldı. “Demek köydeki kızlardan onun ne kadar yakışıklı olduğunu duydun ha? Hepsi İmparator’un cariyelerinden biri olmaya can atıyor.” O kadar utanmıştım ki ona bakamadım. “Benim cariye olmak gibi bir niyetim yok.” “İmparator’un dört sarayından birinde yaşamak istemez misin?” diye sordu Keton alaycı bir edayla. “Her mevsim için bir sarayı olduğunu duydum.” “Keton, yeter,” diye azarladı Sendo. “Sarayları umurumda bile değil,” dedim bakışlarımı en küçük abimden Sendo’ya çevirerek. Gözleri nezaketle parlıyordu – o hep en sevdiğim abim olmuştu ve beni anlayacağını biliyordum. “Onun nasıl göründüğünü bilmek istiyorum ki günün birinde terzisi olabileyim.

İmparatorluk terzisi.” Keton, itirafım karşısında gözlerini devirdi. “O da ancak cariyesi olman kadar mümkün!” Finlei ve Sendo ona ters ters baktılar. “Peki o zaman,” diye söz verdi Sendo yanağımdaki çillere dokunarak. Ailede çilleri olan yalnızca ikimizdik güneşin altında gündüz düşleri kurduğumuz saatlerin bir sonucuydu. “Yetenekli kız kardeşim Maia için İmparator’un bir portresi.” Ona sarıldım. İsteğimin çok aptalca olduğunu biliyor ama yine de umut ediyordum. Hepimizin son kez bir arada olduğunu bilseydim, hiçbir şey istemezdim.

İki yıl sonra babam, Finlei’nin cephede öldüğünü haber veren bir bildiri aldı. Mektubun altına yeni dökülmüş kan gibi kıpkırmızı görünen imparatorluk amblemi damgalanmıştı ve öyle aceleyle basılmıştı ki İmparator Khanujin’in adını oluşturan harfler birbirine girmişti. Bu anı, aylar sonra bile beni ağlatmaya devam etti. Derken bir gece Keton hiç haber vermeden orduya katılmak için kaçtı. Ardında bıraktığı tek şey sabah halledeceğim çamaşırların üzerindeki –uyanır uyanmaz göreceğim ilk şey olduğunu biliyordu– alelacele karalanmış nottu.

Çok uzun zamandır faydasızın tekiyim. Sendo’yu bulup eve
getirmeye gidiyorum. Babaya iyi bak.

Gözlerime yaşlar doldu ve notu yumruğumun içinde buruşturdum. Savaşmaktan ne anlardı ki o? O da benim gibi incecikti, çiroz gibiydi, rüzgâra bile zar zor direnecek kadar zayıftı. Dolandırılmadan pazardan pirinç bile alamazdı ve hayatı boyunca, kavgalardan konuşarak kurtulmaya çalışmıştı. Bir savaştan nasıl sağ çıkabilirdi ki? Öfkeliydim de – çünkü onunla birlikte gidememiştim. Eğer Keton kendisinin faydasız olduğunu düşünüyorsa, ben neydim? Orduda savaşamazdım. Üstelik yeni dikişler oluşturmak ve satmak için tasarımlar çizmek için harcadığım binlerce saate rağmen hiçbir zaman usta bir terzi olamayacaktım. Babanın dükkânını asla devralamazdım.

Ben bir kızdım. Umabileceğim en iyi şey, iyi bir evlilik yapmaktı. Babam Keton’un gidişinden hiç bahsetmedi, en küçük abimin adını aylarca ağzına almadı. Ama parmaklarının taş gibi kaskatı kesildiğini gördüm; makas tutacak kadar bile açılmıyorlardı. Ben bocalayan dükkânımızı idare ederken o günlerini okyanusa bakarak geçiriyordu. Onun işlerini yürütmek ve abilerimin dönecekleri bir evin olacağından emin olmak bana kalmıştı.

Kimsenin ipek ya da saten gibi şeylere ihtiyacı yoktu, özellikle de ülkemiz kendini içten içte bitirirken. Ben de yerli balıkçılar için kenevirden gömlekler ve karıları için keten elbiseler yapmış, keten ipi eğirmiş ve gelip geçen askerlerin ceketlerini onarmıştım. Balıkçılar, çalışmamın karşılığında bize balık kafaları ve pirinç çuvalları veriyordu, askerlerden para almaksa doğru gelmiyordu. Her ayın sonlarına doğru, ölüler için ataları onuruna dua sunaklarında yakılacak hediyeler genellikle dikmesi zor olan kâğıt örtüler– hazırlayan kadınlara yardım ettim. Gelip geçen tüccarların ayakkabılarına kâğıt ve kemerlerine ise onları yankesicilerden koruması için para dizileri diktim. Hatta seyyahlardan isteyen olduğunda, büyüye inanmadığım hâlde tılsımlarını bile onardım. O zamanlar inanmazdım yani.

İş olmadığında ve buğdayla pirincimiz tehlike arz edecek kadar azaldığında hintkamışından sepetimi alıp içine birkaç yumak ip, bir top muslin ve bir iğne koyardım. Sokaklarda gezip kapı kapı dolaşır, onarım işi olup olmadığını sorardım. Ama limana çok az gemi geliyordu. Boş sokaklar toz ve gölgelerle kaplıydı. İş olmaması, eve dönerken tahammül etmek zorunda kaldığım tuhaf karşılaşmalar kadar canımı sıkmıyordu. Dükkânımızın karşısındaki fırına gitmekten hoşlanırdım ama savaş sırasında bu değişti. Çünkü artık Yanamer Caddesi’ne döndüğümde fırıncının oğlu Calu orada beni bekliyor oluyordu. Calu’yu sevmiyordum.

Orduya katılmadığı için değildi bu imparatorluğun sağlık muayenesini geçememişti, o yüzden katılamıyordu. Sevmememin nedeni, on altı yaşına girdiğim gibi kafasında onun karısı olacağım fikrinin belirmesiydi. “Senin iş için böyle yalvardığını görmekten nefret ediyorum,” dedi Calu bir gün bana. Elini sallayarak beni babasının fırınına çağırmıştı. Ekmeklerin ve keklerin kokusu kapıdan dışarı yayılıyordu ve maya, fermente olmuş pirinç unu ve pişmiş yerfıstıklarıyla susamların kokusu ağzımı sulandırmıştı. “Aç kalmaktan iyidir.

Avucundaki barbunya ezmesi lekesini sildi. Şakaklarındaki ter, masanın üzerindeki hamur kâsesine damladı. Normalde yüzümü tiksintiyle buruşturmama neden olurdu –Calu’nun babası onun ne kadar dikkatsiz olduğunu görse fırçayı çekerdi– ama umursamayacak kadar açtım. “Benimle evlenirsen hiç aç kalmazsın.” Küstahlığı beni rahatsız etti ve Calu’nun bana dokunduğunu, onun çocuklarını taşıdığımı, kasnaklarımın tozlandığını ve kıyafetlerimin şekerle yapış yapış olduğunu düşündüm dehşetle. Bir ürpertiyi güçlükle zaptettim. “Her zaman yiyecek bir sürü şeyin olur. Babanın da öyle.” Calu dudaklarını yalayarak bir kez daha denedi. Gülümsedi, dişleri tereyağı gibi sapsarıydı. “Babamın puf böreklerini, buharda pişirilmiş hünnap macunlu çöreklerini, hindistancevizli çöreklerini ne kadar sevdiğini biliyorum.” Midem guruldadı ama açlığımın kalbimi ele geçirmesine izin vermeyecektim. “Lütfen sorup durmayı kes.

Cevabım değişmeyecek.” Bu Calu’yu kızdırdı. “Bana göre fazla iyisin, öyle mi?” “Babamın dükkânını çekip çevirmem gerek,” dedim nazik olmaya çalışarak. “Bana ihtiyacı var.” “Bir kız dükkân işletmez,” dedi, son çörek partisini dışarı çıkarmak için buhar sepetini açarken. Normalde babamla bana biraz verirdi ama bugün vermeyeceğini biliyordum. “İyi bir dikişçi olabilirsin köyün en iyisi– ama abinler İmparator için savaşırken biraz daha mantıklı olup yuva kurman gerekmez mi?” Elime uzandı. Parmakları unlu ve nemliydi. “Babanın sağlığını düşün, Maia. Bencillik ediyorsun. Ona daha iyi bir hayat yaşatabilirsin.” Canım yanmış gibi birden çekildim. “Babam dükkânından asla vazgeçmez.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıŞafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap
  • Sayfa Sayısı376
  • YazarElizabeth Lim
  • ISBN9786258387100
  • Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
  • YayıneviYabancı Yayınevi / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Akşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap ~ Elizabeth LimAkşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap

    Akşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap

    Elizabeth Lim

    Lanetlenmiş Bir Terzi Yerle Gök Arasında Son Bir Savaş Herkesi Kurtarmak İçin Tek Bir Şans Güneşin, ayın ve yıldızların elbiselerini dikmek Maia Tamarin’e akılalmaz...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Postane ~ Terry PratchettPostane

    Postane

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz üçüncü kitabı Postane, alayına posta koymaya ant içmiş özgür ruhlu insanların cirit...

  2. Portobello Cadısı ~ Paulo CoelhoPortobello Cadısı

    Portobello Cadısı

    Paulo Coelho

    Gizemli bir kadının öyküsü Onu yakından tanıyan, belki de hiç tanımayan dostlarının ağzından Kim olduğumuzdan emin olmasak da, kendimize karşı her zaman içten olma...

  3. Barbarları Beklerken ~ J.M. CoetzeeBarbarları Beklerken

    Barbarları Beklerken

    J.M. Coetzee

    “Hiçbir şey hayal edebileceklerimizden kötü olamaz,” diye mırıldanıyorum. Beni duyduğunu belli eden bir işaret yapmıyor. Kanepeye çöküyor, onu esneyerek yanıma çekiyorum. “Anlat bana,” demek...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur