“…Satranç daima kendini geliştiren ama kısır, hiçbir sonuca varmayan bir düşünüş tarzı, hiçbir şey hesap etmeyen bir matematik, eserleri olmayan sanat, materyalden mahrum bir mimari ve buna rağmen varlığının tüm kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı olduğu ispatlanmış, bütün milletlere ve zamanlara ait, hangi Tanrı’nın can sıkıntısı gidermek, duyuları keskinleştirmek, aklı zorlamak amacıyla yeryüzüne gönderdiğini hiç kimsenin bilmediği tek oyun değil mi?’’
Stefan Zweig, Santraç’ta New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile Nazi döneminde esir düşen Avusturyalı Dr. B’nin şampiyona maçı için bir araya gelmelerini konu alır. Esir kaldığı süre boyunca tesadüfen ele geçirdiği bir kitapla satranç sanatının tüm inceliklerine hâkim olan Dr. B’nin oyun süresince uyguladığı stratejiler umduğu gibi gitmez. Kitaplarında psikolojik çıkmazları etkili bir şekilde işleyen Zweig, Satranç kitabında Dr. B karakteriyle deliliğin sınırlarında gezinmekte olan insan psikolojisini tüm ayrıntılarıyla ele almaktadır. Hapsedildiği hücresinde tüm sınırlamalara karşı üstün bir direnç gösteren Dr. B, insanın en mutsuz anlarında bile bir şekilde hayata tutunmak için nasıl bir savunma mekanizması geliştirdiğinin canlı örneği olarak karşımıza çıkar. Satranç, ruhsal gelgitlerin yanı sıra dönemin bir karşılaştırmasını da yapar; Mirko Czentonvic ile Dr. B değişim içindeki bir toplumda bulunan iki zıt karakteri temsil eder.
1942 yılında, intiharından birkaç ay önce tamamladığı son kitap olan Satranç Zweig’ın dünya edebiyatına armağan ettiği, etkileyici, bir solukta okunan kısa ama müthiş bir öykü…
Gece yansı New York’tan Buenos Aires’e gidecek olan büyük yolcu vapuruna, son saatin olağan telaşı ve hareketliliği hâkimdi. Arkadaşlarını uğurlamak için karada bulunan misafirler itişip kakışıyor, başlarında yana yatık kasketleriyle telgrafçı gençler isimler haykırarak salondan salona koşuşturuyorlardı; bavullar ve çiçekler vapura zar zor taşınıyor, çocuklar merdivenleri merakla koşarak inip çıkarlarken, orkestra güvertedekileri eğlendirmek amacıyla yılmadan çalıyordu. Ben bu curcunanın biraz uzağında, gezinti güvertesinde bir tanıdığımla sohbet etmekteydim, tam bu esnada yanımızda iki Uç kuvvetli flaş patladı; anlaşılan kalkıştan hemen önce muhabirler meşhur birisiyle röportaj yapıp fotoğrafını çekiyorlardı. Dostum o tarafa baktı ve gülümsedi. “Geminizde olağanüstü bir tip var, Mirko.” Bu haber karşısında yüzümde oldukça şaşkın bir ifade oluşmuş olmalı ki, açıklayarak ekledi: “Mirko Czentovic, dünya satranç şampiyonu. Bütün Amerika’da doğudan batıya katılmadığı turnuva kalmadı, şimdi de yeni zaferler için Arjantin’e gidiyor.”
Gerçekten bu genç dünya şampiyonunu ve hatta kariyerindeki hızlı yükselişi ile ilgili bazı detayları da o zaman hatırladım; benden daha dikkatli bir gazete okuyucusu olan dostum, bu detaylara bir sürü anekdot da ekleyiverdi. Mirko, ani bir çıkışla yaklaşık bir yıl önce Alehin, Capablanca, Tartakower, Lasker, Bogolyabov gibi satranç sanatının en tecrübeli ve eski ustalarının arasında yer alıvermişti; 1922 yılında New York’taki satranç turnuvasında sivrilen yedi yaşındaki harika çocuk Rzecewski’den beri, önceden adı sanı duyulmamış hiçbir satranç oyuncusunun şanlı loncaya girişi, halk arasında böylesine güçlü heyecan ve ilgi yaratmamıştı, çünkü Mirko’nun entelektüel vasıflarına bakarak, bu kadar parlak bir kariyer yapabileceği önceden kesinlikle sezilemezdi. Bu satranç ustasının özel hayatında herhangi bir konuşma esnasında imla hatası yapmadan tek bir cümle bile yazamadığı sırrı ve kendisine kızgın bir meslektaşının alaylı bir şekilde, “hiçbir konuda kültürlü değildi,” demesi ortalığa sızıvermişti. Tuna Nehrinde kayıkçılık yapan, beş parasız bir Güney Slavı’nın oğluydu. Bir gece, babasının minik kayığını hububat yüklü bir vapur çarpıp parçaladığı zaman Mirko on iki yaşındaydı ve babasının ölümünden sonra, o ücra köyün papazı kendisine merhamet gösterip yanına almıştı. Ve bu iyi papaz, ağzını açmaya üşenen, ağırkanlı, geniş alınlı bu çocuğa evde ders vererek, köy okulunda öğrenemediklerini telafi etmek için çok uğraşmıştı.
Ama bütün zahmetleri boşunaydı. Mirko, kendisine yüz defa açıklanmış olan harflere ilk defa görüyormuş gibi bön bön bakıyordu; zor çalışan kafasının en basit dersleri bile kavrayacak gücü yoktu. On dört yaşında olduğu halde, hesap yapması gerektiğinde hâlâ her seferinde parmaklarını kullanıyordu; hele bir kitap veya gazete okumak, bu ergenlik çağındaki çocuk için iyice zahmetli bir işti. Oysa Mirko isteksiz veya inatçı biri asla değildi. Itaatkârlılıkla her denileni yapardı; su taşır, odun keser, tarlada yardım eder, mutfağı toplardı; insanı çatlatan yavaş bir tempoda da olsa, kendisinden istenen her işi güvenilir bir şekilde yerine getirirdi. Ama bu tuhaf çocuğun merhameti! papazı en çok yıldıran yönü tamamen kayıtsız oluşuydu. Yap demeden hiçbir şey yapmıyordu, hiç soru sormuyor, diğer çocuklarla oynamıyordu ve açıkça görev verilmedikçe, kendiliğinden hiçbir meşguliyet yaratmıyordu; Mirko ev işlerini hallettikten sonra çayırdaki koyunların baktığı gibi, boş bakışlarla, etrafındaki olaylara ilgisiz, vurdumduymaz bir tavırla odada otururdu. Papaz akşamları uzun, köylü piposunu tüttürerek jandarma çavuşuyla her zamanki gibi üç el satranç oynarken bu sarı saçlı genç ses çıkarmadan yanlarında oturur, uykudan kapanan gözkapaklarının altından, kareli tahtaya ilgisizce bakar dururdu.
Bir kış akşamı, iki oyuncu günlük satranç partilerine dalmışken, anayol tarafından gelen bir kızağın minik çanlarının gittikçe hızlanan tınısını duydular. Kasketi karla kaplı bir köylü paldır küldür içeriye girdi, yaşlı annesi ölüm döşeğindeymiş, papaz kutsal seremonisi için acele gelebilir miymiş? Papaz derhal adamın arkası sıra gitti. Birasını henüz bitirmemiş olan jandarma çavuşu son bir pipo yaktı, ağır konçlu çizmelerini giymeye hazırlanırken, Mirko’nun bakışlarının, üstünde yarım kalmış oyun olan satranç tahtasına pür dikkat sabitlendiğini fark etti.
“Oyunu tamamlamak mı istiyorsun? Ha?” diye şaka yaptı, oysa uykulu gencin tahtanın üstündeki tek bir taşı bile kıpırdatmayı beceremeyeceğinden öylesine emindi ki. Çocuk çekingen bir tavırla ona doğru baktı, sonra başını salladı ve papazın yerine oturdu. Jandarma çavuşu on dört hamleden sonra yenilmiş ve yenilgisinin dikkatsizce yapılmış yanlış bir hamle olmadığını itiraf etmek durumunda kalmıştı. İkinci oyun da aynı şekilde sonuçlandı.
“Balam’ın eşeği!” diye hayretle haykırdı papaz tekrar geri döndüğünde ve Incil’le pek arası olmayan jandarma çavuşuna, iki bin sene önce böyle bir mucize sonucu, dilsiz bir yaratığın birdenbire bilgelik dilini konuştuğunu anlattı. İlerlemiş saate rağmen papaz yarı cahil asistanını düelloya davet ederek meydan okumaktan kendini alamadı. Mirko onu da kolaylıkla yendi. Oynarken sabırlı, yavaş ve azimliydi; geniş alnı devamlı satranç tahtasına eğik bir vaziyetteydi. Yadsınmaz bir güvenle oynuyordu; Jandarma çavuşu da papaz da ondan sonraki günlerde ona karşı hiçbir satranç oyununu kazanamadı. Yetiştirdiği gencin diğer konularda ne kadar geri olduğunu herkesten daha iyi bilen papaz, bu tek yönlü ve tuhaf kabiliyetin daha zor bir sınava ne kadar dayanabileceğini cidden merak etmeye başladı. Papaz biraz eli yüzü düzgün olsun diye Mirko’nun bakımsız saman sarısı saçlarını köy berberinde kestirdikten sonra onu kızağıyla komşu şehre götürdü; ana meydandaki kahvenin bir köşesinde, kendileriyle boy ölçüşemiyeceğini tecrübeyle öğrendiği tutkulu satranç oyuncularının buluştuğunu biliyordu. Papaz üstünde ters yüz edilmiş koyun postu ve ayaklarında yüksek konçlu, ağır çizmeleriyle saman sarısı saçlı, kırmızı yanaklı on beş yaşındaki genç oğlanı kahveye iterek girdiğinde masada oturan oyuncular az şaşırmadılar; çocuk satranç masalarından birine çağırlıncaya kadar çekingen ve gözleri utançtan yere dikilmiş bir halde bir kenarda dikildi durdu. Mirko ilk oyunda yenildi, çünkü sevgili papazın Sicilya açılışı oynadığını hiç görmemişti. İkinci oyunda en iyi oyuncuyla berabere kaldı. Üçüncü ve dördüncü elden itibaren hepsini sırayla yendi.
Elbette küçük bir Güney Slav taşra kentinde heyecan verici bir olayın yaşanması son derece nadir görülür; bu nedenle orada bir araya gelmiş olan kentin saygın kişileri için bu köylü şampiyonun ortaya çıkışı derhal günün konusu haline geliverdi. Ağız birliği edilerek, harika çocuğun mutlaka ertesi güne kadar kentte kalmasına karar verildi, amaç satranç kulübünün diğer üyelerini de toplamak ve özellikle satranç düşkünü yaşlı Kont Simczic’i de şatosunda haberdar etmekti. Yepyeni bir gururla evlatlığını süzen, ama yeni keşfinin mutluluğuna kapılıp yönetmekle yükümlü olduğu pazar ayinini kaçırmak istemeyen papaz, Mirko’yu yeni bir sınav için orada bırakmayı kabul etti. Masrafları satranç grubu tarafından üstlenen genç Mirko otele yerleştirildi ve o akşam hayatında ilk defa bir klozet gördü. Ertesi gün, pazar öğleden sonra, satranç odası hıncahınç doluydu. Mirko dört saat boyunca hiç kıpırdamadan tahtanın başında oturarak, ağzını tek bir sefer açmadan ve kafasını bile kaldırmadan, oyuncuların hepsini ardı ardına yendi; sonunda bir simultane parti oynanması teklif edildi. Simultane partide, çeşitli oyunculara karşı tek başına oynaması gerektiğini bu cahile anlatmak epey zaman aldı. Ama Mirko kuralı anlar anlamaz hemen işe girişti, ağır, gıcır gıcır sesler çıkaran ayakkabılarıyla sakin sakin masadan masaya giderek sonunda sekiz oyundan yedisini kazandı.
Böylece konuşmalar da başladı. Bu yeni şampiyon aslında o kentten olmadığı halde, kentte yerel gururu alevlendirmişti. Haritada varlığını hemen hemen hiç kimsenin fark etmediği o küçük kentin belki de meşhur bir adamı dünyaya salma gururunu yaşama zammı artık gelmişti. Aslında sadece garnizon kabaresi için kantocu ve kadın şarkıcı organize eden Koller adında bir menajer, bir yıllık ücreti karşılanırsa, bu gence Viyana’da tanıdığı mükemmel ama mütevazı bir ustanın yanında satranç sanatı ihtisasını yaptırmaya hazır olduğunu bildirdi. Altmış senedir her gün satranç oynayan ve şimdiye kadar karşısına hiç böyle olağanüstü bir rakip çıkmamış olan Kont Simczic, gerekli miktarı hemen bağışladı. İşte o günden itibaren kayıkçının oğlunun hayret verici yükselişi başladı.
Altı ay sonra Mirko satranç tekniğinin bütün sırlarını öğrenmişti, lâkin sonradan uzman çevrelerinde sıkça gözlenen ve alay konusu olan acayip bir engeli vardı: Mirko hiçbir zaman tek bir satranç oyununu bile ezbere -veya uzmanların ifade edeceği gibi “körleme”’- oynamayı beceremiyordu. Mücadele alanını hayal gücünün sınırsız boşluğuna yerleştirme kabiliyetine sahip değildi Altmış dört kareli ve otuz iki taşlı siyah-beyaz tahtanın hep elle tutulabilir bir şekilde önünde durması gerekiyordu; dünyaca ünlü olduğu dönemde bile, bir şampiyona oyununun önemli hamlelerini tekrar etmek veya problemli bir durumu kendince çözmek istediğinde konumu gözlerinin önünde görebilmek için, daima yanında katlanır bir cep satrancı tahtası bulunduruyordu. Önemsiz gibi görünen bu kusur, hayal gücü eksikliğinin işaretiydi ve bu küçük satranç çevresinde, sanki müzisyenler arasında harikulade bir virtüözün veya orkestra şefinin, önünde partisyon açık olmadan çalamadığı veya orkestrayı idare edemediği ortaya çıkmış gibi, hararetle tartışılıyordu. Bu tuhaf nitelik bile Mirko’nun hayret verici yükselişini katiyetle yavaşlatmadı. Daha on yedi yaşında bir düzine satranç ödülüne sahip olmuştu. On sekiz yaşında Macaristan Şampiyonası’nı kazandı, sonunda da, yirmi yaşında dünya şampiyonluğuna ulaştı. En atılgan şampiyonlar ki her biri entelüktel kabiliyetiyle, hayal gücüyle ve ataklığıyla ondan çok daha üstün oldukları halde, Napoleon’un anlayışı kıt Kutusow’a veya Hannibal’in Fabius Cunctator’a -Livius, Fabius’un da çocukluğunda benzer uyuşukluk ve ahmaklık belirtileriyle dikkat çektiğinden bahseder- yenildiği gibi, Mirko’nun sert mantığına karşı koyamadılar. Öyle ki, -filozoflar, matematikçiler gibi zihinsel üstünlüğe sahip, hayal gücünü kullanabilen, hesap yapabilen ve genellikle yaratıcı olan kişilerin- oluşturduğu satranç şampiyonlarının seçkin loncasında, ilk defa fikir ve kalem sahiplerinin dünyasının tamamen dışında olan, en kurnaz gazetecilerin bile ağzından yayımlanabilecek tek bir kelime bile koparamadıkları, hissiz, diline kira isteyen bir köylü çocuğu yer aldı. Tabii kısa bir süre sonra Mirko ile ilgili anekdotlar, kendisinin gazetelerden esirgediği parlak demeçleri ziyadesiyle telafi etmeye başladı, çünkü emsalsiz üstat satranç tahtasından kalkar kalkmaz kaçınılmaz bir şekilde tuhaf ve hatta gülünç bir tipe dönüşüyordu. Törenlik siyah takım elbisesine, abartılı, inci iğneli şık kravatına ve zahmetle bakımı yapılmış tırnaklarına rağmen, tavır ve hareketleriyle hâlâ papazın köydeki odasını süpüren o kalın kafalı köylü çocuğuydu. Yeteneğini, şöhretini arsız bir kalabalıkla kullanıp meslektaşlara eğlendirerek kışkırtan açgözlü ve bayağı bir ihtirasla mümkün olduğunca çok para kazanmaya çalışıyordu. Kent kent dolaşıyor, tabii hep en ucuz otellerde kalıyor, istediği Ücret verildiği müddetçe en berbat derneklerde bile oynuyor, fotoğrafını sabun reklamlarında dahi kullandırıyordu; hatta üç cümleyi bile doğru yazamayacağını iyi bilen rakiplerinin alayına aldırmadan, Satrançın Felsefesi isimli bir kitaba adını sattı; aslında bu kitabı, paraya ihtiyacı olan Galiçyalı sıradan bir öğrenci, işini bilen bir yayınevi için yazmıştı. Her kaba tabiatlı insan gibi, o da gülünç duruma düştüğünün bilincinde değildi; dünya turnuvasındaki galibiyetinden bu yana kendisini dünyanın en önemli adamı zannediyordu. Bütün bu akıllı, zeki ve parlak konuşmacıları ve yazarları kendi sahalarında yenmesi, özellikle de onlardan daha fazla para kazanması, eski güvensizliğini soğuk ve nezaketsizce teşhir edilen bir gurura dönüştürdü.
Mirko’nun bilinmeyen birkaç klasik çocuksu arsızlık örneğini anlatan dostum, “Ama bu kadar çabuk gelen bir şöhret böyle boş bir kafayı nasıl sarhoş etmez ki?” diye tamamladı sözlerini. “Banatlı, yirmi bir yaşında bir köylü çocuğu, köyündeki halkın odun keserek ve en ağır, berbat işleri yaparak bir senede kazandığı paradan daha fazlasını tahta üstündeki taşları biraz oraya buraya iterek, bir haftada kazanırsa, nasıl olur da mağrurluk nöbeti yaşamaz ki? Eğer İnsanın Rembrandt, Beethoven, Dante, Napoleon gibi kişilerin yaşamış olduklarından dahi bir nebze haberi yoksa kendini bir şey zannetmesi son derece kolay değil mi? Bu genç, duvarla çevrili beyninde sadece bir şey biliyor, o da aylardır tek bir satranç oyununu bile kaybetmemiş olduğu! Ayrıca, dünyamızda satranç ve paradan başka değerlerin varlığından da habersizdi, kendine hayranlık duymaması İçin hiçbir neden yoktu.”
Dostumun bu açıklamaları merakımı uyandırmayı başardı. Hayatım boyunca takıntılı, tek bir fikre sabitlenmiş olan insanlar, her zaman ilgimi çekmişlerdir; şöyle ki insan kendini ne kadar çok sınırlarsa, o kadar çok sonsuzluğa yaklaşır; bu kişiler dünyadan kopuk görünürler ve termit gibi kendi malzemelerini kullanarak kendilerine tuhaf ve emsali olmayan minyatür bir dünya kurarlar. Bu yüzden, tek yönlü entelektüelliğin bu garip emsalini Rio’ya kadar on iki gün sürecek bu yolculukta yakından tetkik etme niyetimi açıklamaktan çekinmedim.
Ama dostum, “Bu konuda pek şansınız olmayacak,” diyerek bana uyarıda bulundu. “Bildiğim kadarıyla hiç kimse şimdiye kadar Mirko’nun ağzından psikolojisiyle ilgili bir bilgi alamamış. Bu kurnaz köylünün, çok derin mankafalılığının arkasında hiç açık vermeme konusunda inanılmaz bir akıllılık saklı ve bunu, küçük lokantalarda buluştuğu, kendi çevresinden köylüler dışında diğer insanlarla konuşmaktan kaçınarak beceriyor. Kültürlü birisini fark ettiğinde salyangoz gibi kabuğuna çekiliyor; böylece kimse ağzından aptalca bir laf duymuş veya cehaletinin o sonsuz derinliğini ölçmüş olmakla iftihar edemiyor.” Dostumun gerçekten haklı olduğu ortaya çıktı. Seyahatin ilk günlerinde Mirko ya kaba bir tavır kullanmadan ki hiç benim tarzım değildir, yanaşmanın mümkün olmadığı anlaşıldı. Bazen gezi güvertesinde yürüyüş yaptığı oluyordu ama hep ellerini sırtında kavuşturmuş, Napoleon’un o meşhur resmindeki gibi gururlu bir içe dönüldük haliyle; üstelik bu düşünceli güverte turunu öyle alelacele ve hızla yapıyordu ki kendisine laf atmak için koşarak arkasından gitmek gerekirdi. Yolcu salonlarında, barda, sigara salonunda hiç göremiyordunuz kendisini; kamarottan öğrendiğim sır bilgiye göre günün büyük bir kısmını kamarasında, kocaman bir tahtada satranç alıştırmaları yaparak veya önemli satranç hamlelerini tekrar ederek geçiriyordu.
Üç gün sonra artık hakikaten kızmaya başladım, çünkü onun sert savunma tekniği benim ona yaklaşma isteğimden daha etkiliydi. Hayatımda hiçbir zaman bir satranç üstadıyla tanışma fırsatı elime geçmemişti ve şimdi böyle bir kişiyi gözümün önüne getirmeye çabaladıkça, ömrü boyunca sadece altmış dört siyah ve beyaz kareden oluşan bir sahada dönen bir beyin çalışmasını hayal edebilmem o kadar zorlaşıyordu. Kendi tecrübemden “kralların oyunu”nun gizemli çekiciliğini aslında biliyordum; o, insanların icat ettiği bütün oyunlar arasında tesadüfün tüm despotluğundan kaçan ve zafer palmiyesini sadece akla veya daha ziyade bir cins tinsel kabiliyete bahşeden tek oyundur. Ama satrancı bir oyun diye adlandırmakla daha başından rencide edici bir küçümseme yapılmış olunmuyor mu? O, aynı zamanda bir bilim, bir sanat, tıpkı Muhammed’in tabutunun yer ile gök arasında sallandığı gibi iki kategori arasında sallanan, bütün tezat çiftler arasındaki yegâne bağlantı; çok eski ve buna rağmen sonsuza dek yeni, yapı olarak mekanik ama sadece hayal gücüyle çalışan, sabit bir geometrik yerle sınırlı, öte yanda kombinasyonları sınırsız, daima kendini geliştiren ama kısır, hiçbir sonuca varmayan bir düşünüş tarzı, hiçbir şey hesap etmeyen bir matematik, eserleri olmayan sanat, materyalden mahrum mimari ve buna rağmen varlığının…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSatranç
- Sayfa Sayısı72
- YazarStefan Zweig
- ÇevirmenNevin Tali Ölçer
- ISBN9751032287
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSayfa6 Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gece Yarısından Sonra ~ Tess Gerritsen
Gece Yarısından Sonra
Tess Gerritsen
Herkes onun, o ise gerçeğin peşindeydi… Bir gece yarısı Sarah Fontaine, yaklaşan tehlikenin habercisiymiş gibi çalan telefonun sesiyle uyanır ve bir kadının alabileceği en...
- Kıbrıs’ın Acı Limonları ~ Lawrence Durrell
Kıbrıs’ın Acı Limonları
Lawrence Durrell
Osmanlı yönetiminde halkın temsilcileri oy çoğunluğuna sahipti. İngiliz yönetiminde halkın temsilcileri yönetimden tamamıyla dışlandı. Türkler burada üç yüz yıl kaldı, İngilizler yetmiş yedi. …...
- Dinle Beni ~ Tess Gerritsen
Dinle Beni
Tess Gerritsen
Anneler her şeyi bilir… Ama dinleyen kim? Dedektif Jane Rizzoli ile adli tabip Maura Isles tuhaf bir cinayetle karşı karşıyadırlar. Çok sevilen, kendi halinde...