2 DALDA ALTIN KÜRE ÖDÜLÜ
2012
5 DALDA OSCAR ADAYI
2012
*
Eğleniyormuş gibi görünmek zorundaydık; fakat bir gün gerçekten eğlenecektik. Çözüme, çözülmeye giden yol bana kaybolmuş gibi gelse de, bizi kıyıya en az sarsıntıyla ulaştırmak için elimden geleni yapacaktım.
Aile, kökenler, kimlik arayışının işlendiği romanda insancıllığın gücü sizi şaşırtacak…
Bir baba, ele avuca sığmayan küçük bir kız çocuğu, uyuşturucu bağımlısı bir abla ve komada olan bir annenin trajik ve yer yer mizah dolu hikâyesi. Bir başına kalan baba çocuklarıyla iletişim kurmak zorundadır. Ancak bu düğümü çözmeye çalışırken aslında çocuklarını tanımadığı gerçeğiyle yüzleşir. Annenin bir anda ortaya çıkan ve bu düğümü daha da çözümsüz bir hâle sokan sırrı üzerine baba ve çocuklar bir yolculuğa çıkarlar. Bir sırla başlayan bu yolculukta Kaui Hart Hemmings okuyucunun kafasında bir soru uyandırır: Her kayıp bir kayboluş mudur?
***
1
Güneş parlıyor, mina kuşları cıvıldıyor, palmiye ağaçları rüzgârla savruluyordu; ama bunların hiçbir anlamı yoktu. Hastanedeydim ve sağlıklıydım. Kalbim atması gerektiği gibi atıyordu. Beynim âdeta bağırarak mesajlar gönderiyordu. Karım dik duran bir hastane yatağında, insanların uçakta uyuyakaldıkları pozisyondaydı. Bedeni dik, başı yana düşmüş, elleri bacaklarının üzerinde öylece yatıyordu.
“Onu düz yatıramaz mıyız?” diye sordum.
Kızım Scottie, “Bekle,” dedi. Annesinin polaroid bir fotoğrafını çekti. Kendisini fotoğrafla yellemeye başlayınca, karımın dik duran bedenini alçaltmak için yatağın kenarında duran düğmeye bastım. Neredeyse tamamen yatar pozisyona geldiğinde, parmağımı düğmeden çektim.
Joanie yirmi üç gündür komadaydı ve önümüzdeki birkaç gün içinde, doktorumuzun son söyleyeceklerinin üzerine bazı kararlar vermem gerekecekti. Daha doğrusu, doktorun Joanie’nin durumuyla ilgili fikrini öğrenmem gerekecekti. Aslında Joanie’nin bir ön vasiyeti olduğu için, benim bir karar vermeme gerek kalmayacaktı. Her zamanki gibi o kendi kararlarını kendisi verecekti.
Günlerden pazartesiydi. Dr. Johnson sah günü konuşacağımızı söylemişti ve bu görüşme yüzünden bir hayli gergindim. Romantik bir aşk buluşmasına gidecek gibiydim. Nasıl davranacağımı, ne söyleyeceğimi, ne giyeceğimi bilmiyordum. Vereceğim cevapların ve tepkilerin provasını yapıyordum. Fakat yalnızca beni sevindirecek senaryoların repliklerini ezberlemiştim. B planım yoktu.
“İşte,” dedi Scottie. Bu arada Scottie onun gerçek adı. Joanie kendi babasının adı Scott olduğu için, bu ismin çok hoş olacağını düşünmüştü -bu fikre katılmadığımı söylemeliyim.
Fotoğrafa baktım. İnsanların sürekli birilerini uyurken çektikleri o şaka amaçlı fotoğraflara benziyordu. Neden o fotoğrafların bize bu kadar komik geldiğini anlamıyorum. Siz uyurken size yapabilecekleri birçok şey vardır. Verilen mesaj bu olmalı. Ne kadar savunmasız olduğuna bir bak, ne kadar habersiz olduğuna. Fakat bu fotoğrafta onun yalnızca uyumadığını biliyordum. Joanie’ye bir serum takılıydı ve ağzından içeri giren endotrakeal tüp isminde bir şey onun nefes almasını sağlıyordu. Bir tüp sayesinde besleniyor ve bir Fiji köyüne yetecek kadar ilaç alıyordu. Scottie sosyal bilgiler dersindeki çalışmaları için bizim hastanedeki hayatımızı belgeliyordu. İşte Joanie, Queen’s Hastanesinde, komada dördüncü haftası; skoru Glasgow ölçeğine göre 10, Rancho Los Amigos ölçeğine göre ise III. Bir yarışa katılmıştı ve saatte yüz otuz kilometre hızla giden sürat teknesinden fırlayıp denize uçmuştu. Fakat ben iyileşeceğini düşünüyordum.
“Uyarıcılara belirgin olmayan, bilinçsiz yanıtlar veriyor ama ara sıra tepkileri tutarsız olsa da belirginleşiyor.” Sol gözünde bir tiki olan ve hızlı konuşması yüzünden kendisine güçlükle soru sorabildiğim kadın nörolog bana bunları söyledi. “Tepkileri kısıtlı ve genellikle aynı, ayrıca bunların, ona gönderilen uyarıcılarla hiçbir ilgisi yok,” dedi. Söyledikleri hiç hoşuma gitmiyordu fakat Joanie’nin savaştığını biliyordum. Onun iyi olacağını ve bir gün normale döneceğini biliyordum -genelde olaylara iyimser yaklaşırım.
Nörolog, “Ne için yarışıyordu?” diye sormuştu.
Bu soru kafamı karıştırmıştı. “Sanırım kazanmak için. Bitiş çizgisine ilk ulaşan olmak için.”
“KAPAT ŞUNU” dedim Scottie’ye. Fotoğrafı defterine yapıştırmayı bırakıp uzaktan kumandayla televizyonu kapattı.
Penceredeki zımbırtıyı işaret ederek, “Şunu kastettim,” dedim. Pencereden güneş, ağaçlar, çimenlerin üzerinde turistler ve ilginç kadınların attığı yemlerin üzerinde bir oraya bir buraya zıplayan kuşlar görünüyordu. “Kapat şunu. Berbat.” Bu tropik atmosferde üzülmek çok zordu. Büyük şehirlerde sokakta somurtarak yürüyebilirsiniz. Hiç kimse size sorunun ne olduğunu sormaz, ya da yüzünüzü güldürmeye çalışmaz. Fakat buradaki herkes, cennetten bir parça olan Hawaii’de yaşadığı için şanslıymış gibi davranır.
Scottie, “İğrenç,” dedi. Jaluzileri kapatıp tüm dünyayı dışarıda bıraktı.
O an onu incelediğimi ve gördüklerimin beni son derece endişelendirdiğini fark etmemesini umdum. Fazla heyecanlı ve garipti. On yaşındaydı. İnsanlar on yaşındayken bütün gün ne yaparlar? Parmaklarını pencerenin kenarında gezdirip, “Kuş gribi kapabilirim,” diye mırıldanıyordu ve sonra elini ağzının etrafında daire şeklinde gezdirip trampet sesine benzer sesler çıkarıyordu. Tam bir kaçık gibiydi. Kafasının içinden neler geçiyordu, kim bilir… Kafasından bahsetmişken, kesinlikle saçını kestirmeli ya da taramalıydı. Tepesindeki saçlar anten gibi fırlamıştı. Bu çocuk saçlarını nerede kestiriyor böyle? Merak ediyorum. Acaba saçlarını hiç kestirmemiş olabilir mi? Kafasını kaşıdıktan sonra tırnaklarının arasına baktı. Giydiği tişörtün üzerinde, “BEN SİZİN BİLDİĞİNİZ KIZLARDAN DEĞİLİM. AMA OLABİLİRİM DE!” yazıyordu. Çok güzel olmadığı için mutlu olsam da, bunun ilerde değişebileceğini biliyordum.
Saatime baktım. Onu bana Joanie vermişti.
“Kordonu parlak ve saat kısmı sedef? Demişti.
“Buna ne kadar para verdin?” diye sormuştum.
“İlk sorunun bu olacağını nasıl da biliyordum!..”
Hediyeyi seçmek için çok uğraşmış olduğunu, incindiğini görebiliyordum. O hediye vermeyi, insanları tanıdığını ve dinlediğini gösteren hediyeler verebilmek için isterdi. En azından ben öyle yaptığını düşünüyordum. Keşke fiyatını sormasaydım. Sadece beni tanıdığını göstermek istemişti.
Scottie, “Saat kaç?” diye sordu.
“On buçuk.”
“Hâlâ erken.”
“Biliyorum,” dedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Orada yalnızca Joanie’yi ziyaret edip iyileşmesini, gece boyunca ışığa, seslere ve acı veren iğnelere tepki vermesini ümit etmek için bulunmuyorduk. Yapacak başka bir işimiz yoktu. Scottie tüm gün okulda olurdu ve Esther onu okuldan alırdı. Ancak bu hafta burada, benimle daha çok zaman geçirmesi gerektiğini düşündüğüm için onu okuldan almıştım.
“Şimdi ne yapmak istiyorsun?” diye sordum.
Tüm zamanını alan bir proje gibi görünen, bir şeyler yapıştırdığı defterini açtı. “Bilmiyorum. Yemek.”
“Her zaman bu saatlerde ne yaparsın?”
“Okulda olurum.”
“Peki, ya cumartesileri? Cumartesi olsa ne yapardın?”
“Sahil.”
Onunla en son ne zaman ilgilendiğimi ve birlikte ne yaptığımızı hatırlamaya çalıştım. Galiba yaklaşık bir yaşındaydı, ya da bir buçuk. Joanie’nin çekim için Maui’ye gitmesi gerekiyordu ve bebek bakıcısı bulamamıştı. Annesi ve babası da işleri olduğu için ona bakamayacaklardı. Ben bir davanın ortasındaydım ve evde kalmama rağmen kesinlikle yapmam gereken işler vardı. Bu yüzden Scottie’yi bir sabun kalıbıyla birlikte küvete koydum. Ardından ne yapacağını izledim. Suya elleriyle vurdu ve suyu içmeye çalıştı. Sonra sabunu bulup ona uzanmaya çalıştı. Elinden kayınca, minicik yüzünü kaplayan merak ifadesiyle birlikte tekrar denedi. Bunun üzerine çalışma alanı ve bebek telsizinin bulunduğu salona geçtim. Güldüğünü duyabiliyor, böylece boğulmadığını biliyordum. Bunun hâlâ işe yarayıp yaramayacağını düşündüm: Eline Irish Spring marka, kaygan bir sabun verip onu küvete koymak…
“Sahile gidebiliriz,” dedim. “Annen olsa şimdi seni kulübe götürür müydü?”
“Herhâlde yani. Başka nereye götürebilir?”
“Öyleyse planımızı söylüyorum. Sen annenle konuş, sonra hemşireyi görelim. Buradan eve uğrayıp sonra dışarı çıkacağız.”
Scottie albümünden bir fotoğraf çıkardı ve buruşturup fırlattı. Hangi fotoğraf olduğunu merak ediyordum ve eğer hastane yatağında yatan annesiyse, zaten pek güzel bir aile hatırası olmayacağını düşündüm. Scottie, “İsterdim ki…” dedi. “Ne isterdim?”
Bu bizim oyunlarımızdan birisiydi. Arada bir, içinde bulunduğumuz yer ve zaman yerine olmak istediği yeri söylerdi. Sonunda, “Dişçide olmak isterdim,” diye karar verdi.
“Ben de. Keşke şu an ağız röntgenimizi çektiriyor olsaydık.”
“Annem de dişlerini temizletiyor olsaydı,” dedi.
Dr. Branch’in ofisinde dudaklarımızın uyuşmasını ve gülme krizine girmemizi gerçekten isterdim. Bununla karşılaştırıldığında, bir kanal tedavisi harika olabilirdi. Ya da herhangi bir tedavi, gerçekten…
Aslında evde çalışıyor olmayı isterdim. 1840’lardan beri ailemin sahip olduğu topraklara bundan sonra kimin sahip olacağına karar vermem gerekiyordu. Satıştan sonra ailem artık arsa sahibi olmayacaktı ve kuzenlerimle altı gün sonra yapacağımız toplantı için çalışmalıydım. Alıcı olarak uygun gördüğümüz kişiye karar verecektik. Bu konuyu bu kadar ertelemem benim sorumsuzluğumdu ama sanırım ailem de uzun bir süredir böyle yapmıştı. Mirasımıza sırt çevirip bir başkasının gelip hem servetimizi, hem de borçlarımızı üstlenmesini bekledik.
Bu durumda Esther’in Scottie’yi sahile götürmesi gerekecekti; fakat bunu ona tam söyleyecekken, utanıp sustum. Karım hastanedeydi, kızımın ailesine ihtiyacı vardı ve benim çalışmam gerekiyordu. Âdeta onu bir kez daha küvete bırakıyordum.
Scottie gözlerini annesine dikti. Duvara yaslanmıştı ve tişörtünün alt kısmını çekiştirerek oyalanıyordu.
“Scottie,” dedim. “Eğer bir şey söylemeyeceksen, gidebiliriz.”
“Tamam,” dedi. “Gidelim.”
“Annene okulda neler yaptığını anlatmayacak mısın?”
“Okulda ne yaptığımla hiçbir zaman ilgilenmez.”
“Ders dışı aktivitelerini anlatmaya ne dersin? Programın cumhurbaşkanından bile yoğun. Fotoğraf defterini göster ona. Cam üfleme dersinde geçen gün ne yaptınız?”
“Bong,” dedi.
Cevap vermeden önce ona yalandan baktım. Söylediği şeyin bir önemi yokmuş gibi duruyordu. Neden söz ettiğini bilip bilmediğini anlamamıştım. “İlginç,” dedim. “Peki, bong nedir?
Omuz silkti. “Birkaç liseli çocuk bana onun yapılışını öğretti. Düşünebileceğim bütün yemeklerle, özellikle cips ve salsa sosuyla harika gideceğini söylediler.”
“Sende hâlâ duruyor mu peki… şu bong denen şey?”
“Sayılır,” dedi. “Bay Larson onu vazo olarak kullanmamı söyledi. İçine çiçek koyup ona verebilirim,” diyerek annesini işaret etti.
“Bu harika olur!”
Bana şüphe dolu bir bakış fırlattı. “Bütün dünyayı bundan haberdar etmene gerek yok.”
“Pardon,” dedim.
Sandalyemde geriye doğru yaslanıp tavandaki deliklere baktım. Neden endişelenmediğimi bilmiyordum ama endişelenmiyordum işte. Joanie’nin bunun altından kalkacağını biliyordum; çünkü o her şeyin altından kalkardı. O uyanacaktı ve Scottie annesine kavuşacaktı. Evliliğimiz hakkında konuşabilecektik ve ben şüphelerimden kurtulacaktım. Elimdeki malları satıp Joanie’ye bir tekne, onu şaşkına çevirip başını geriye atarak gülmesini sağlayacak türden bir şey alacaktım.
“En son hasta olup yatan sendin,” dedi Scottie.
“Evet.”
“O zaman bana yalan söylemiştin.”
“Biliyorum, Scottie. Bağışla…”
Hastaneye gitmek istemeyişimden bahsetti. Küçük bir motosiklet kazası geçirmiştim. Bir kamyona çarpıp direksiyonun üzerinden uçarak karman çorman bir çöp yığınının üzerine düşmüştüm. Enkaz hâlinde eve döndüğümde, Joanie ve Scottie’ye olanları anlatmış fakat iyi olduğumda ısrar etmiş, hastaneye gitmeyi kabul etmemiştim. Scottie benim doğru söylemediğimi kanıtlamak için küçük bir test yapmıştı. Joanie de ona katılmıştı. Kötü polisi ve daha kötü polisi oynuyorlardı.
Elini kaldırıp, “Bu kaç?” dedi. Bir serçe parmak ile başparmak gördüğümü düşünüyordum.
“Saçmalık,” dedim. Çünkü bu şekilde test edilmek istemiyordum.
Joanie, “Ona cevap ver,” dedi.
“İki?”
Scottie uyanık bir edayla, “Tamam,” dedi. “Gözlerini kapatıp burnuna dokunarak tek ayaküstünde dur.”
“Çok saçma, Scottie. Bunu zaten yapamam, ayrıca bana sarhoş sürücü muamelesi yapıyorsun.”
Joanie, “Ne diyorsa yap!” diye bağırdı. Bana her zaman bağırırdı fakat bu bizim birbirimizle konuşma şeklimizdi. Bana bağırdığında kendimi zavallı gibi hisseder ve beni sevdiğini düşünürdüm. “Burnuna dokun ve tek ayak üstünde dur.”
Onları protesto etmek için yerimden kımıldamadım. Ben de bir sorun olduğunun farkındaydım ancak yine de hastaneye gitmek istemiyordum. Vücudumdaki problemin ne olduğunu anlamak istiyordum. Endişeliydim. Başımı dik tutmakta güçlük çekiyordum. “İyiyim.”
Joanie, “Ucuz numara,” dedi.
Şüphesiz, haklıydı. “Haklısın,” dedim. Fakat olacakları hayal edebiliyordum: Bir doktor bana “İncinmişsin,” deyip en az bin dolar isteyecekti. Ardından ona daha sonra dava açmamı engellemek için gerekli olmayan şeyler yapıp bana gereksiz, aşırı önlemlerden bahsedecekti. Bunun üzerine para ödememek için evrakları kasten kaybeden sigorta şirketleriyle uğraşmak zorunda kalacaktım ve hastane beni oradan oraya gönderecekti ve tüm bunlarla uğraşırken, konuyla ilgili eğitimi bile olmayan insanlarla telefonda konuşmak zorunda kalacaktım. Joanie’nin durumunda bile bununla ilgili şüphelerim devam ediyordu. Hızlı konuşan nörolog ve beyin cerrahı sadece oksijen seviyesini sabit ve beyindeki şişkinliği kontrol altında tutmaları gerektiğini söylüyorlardı. Kulağa oldukça kolaymış gibi geliyordu -birisine oksijen vermek için bir cerraha gerek olmamalı. Başımın sağ tarafını ovuştururken, doktorlarla ilgili düşüncelerimden Joanie’ye bahsetmiştim.
Joanie, “Kendine bir bak,” dedi. Duvarımızda duran, içinde ölü balık resmi olan tabloya bakıp onu nereden aldığımızı hatırlamaya çalışıyordum. Sanatçının ismini okumaya çalıştım: Braddy Churkill? Churchill?
“Doğru düzgün göremiyorsun bile,” dedi.
“Öyleyse kendime nasıl bakabilirim?”
“Kapa çeneni, Matt. Hazırlan ve arabaya bin.”
Hazırlanıp arabaya bindim.
Gözleri beyine bağlayan dördüncü sinirin zedelendiğini öğrendik ve bu da gözlerimin iyi görememesini açıklıyordu. Scottie, “O olay olduğunda ölebilirdin,” dedi.
“İmkansız,” dedim. Dördüncü sinir yüzünden mi? Hangimiz onsuz yapamayız ki?”
“Yalan söyledin. İyi olduğunu söylemiştin. Parmaklarımı görebildiğini söylemiştin.”
“Yalan söylemedim. Parmaklarla ilgili tahminim doğruydu. Ayrıca kısa bir süreliğine de olsa, ikiz çocuklarım oldu. İki tane Scottie.”
Söylediklerimin doğru olup olmadığını kontrol etmek için, gözlerini şaşı yaptı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSenden Bana Kalan (Descendants)
- Sayfa Sayısı352
- YazarKaui Hart Hemmingis
- ÇevirmenCemile Özyakan
- ISBN9786058724112
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviCALLİSTO KİTAP / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kutsal Mezarın Günahkar Misafiri ~ William Peter Blatty
Kutsal Mezarın Günahkar Misafiri
William Peter Blatty
bazen çekilin acılar, merhametin bir ışık gibi yüreğimize süzüldüğü kirli bir pencere gibidir… Kapısından iyilik ve umudun girmediği bir bina… Karanhk, rutubetli bir bodrum...
- Çöl Çiçeği ~ Waris Dirie
Çöl Çiçeği
Waris Dirie
WARIS DIRIE, çilde göçebe bir yaşam süren ve kızların sünnet edilmesi gibi gelenekleri hala uygulamakta olan Somalili bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. On...
- Zavallı Şey ~ Matias Faldbakken
Zavallı Şey
Matias Faldbakken
Kendi halinde sessiz sakin bir delikanlı olan Oskar, daha çocukken kendini Blumların çiftliğinde her işe koştururken bulur. Hayatı küçücük odası ve kan ter içinde...