Bir köpek bir anahtar yutuyor ve ardından kanlı bir mafya hesaplaşması geliyor…
Bir lise öğrencisi İlluminati adına neredeyse ölümüne işkence görüyor…
Bir kasaba bandosunda çalan dokuz mazbut adam bir genç kızın hayatını karartıyor ama hiçbir ceza almıyor…
Bir adamın çantasından 18 cinayetin fotoğrafı çıkıyor, karakolu elini kolunu sallayarak terk ediyor…
Ferdinand von Schirach’ın geçen yıl NTV Yayınları’ndan çıkan SUÇ adlı kitabı bütün dünyada ses getirdi. Şimdi de önümüzde yazarın yeni hikâyelerinden oluşan bir kitap var: SUÇ 2
Ferdinand von Schirach, ceza davalarını etkileyici hikâyelere dönüştürüyor; kendine özgü sade diliyle çarpıcı bir yoğunluğa ulaşıyor. Yavaş ama kendinden emin, iyi ile kötüyü, suç ile suçsuzluğu ve her birimizin ahlaki sorumluluğunu sorguluyor.
Panayır
Ağustos’un ilk günü bu mevsim için bile fazlasıyla sıcaktı. Kasaba kuruluşunun altı yüzüncü yılını kutluyordu, havada kavrulmuş badem ve pamuk şekeri kokusu vardı, kızarmış yağlı etlerden yayılan buhar insanların saçlarına siniyordu. Panayırlarda hep olan şeyler vardı: Atlıkarınca, çarpışan arabalar, havalı tüfekler… Kasabanın yaşlıları eyyam-ı bahurdan’ bahsediyordu. Açık renk pantolon giymiş ve gömleklerinin üst düğmelerini açmışlardı.
Mazbut işleri olan mazbut adamlardı: Sigorta temsilcileri, galeri sahipleri, esnaf. Bir kusurları yoktu. Neredeyse hepsi evliydi, çocukları vardı, vergilerini, kredi borçlarını ödüyorlar ve akşamları haberleri seyrediyorlardı. Tamamen sıradan adamlardı ve kimse böyle bir şeyin yaşanabileceğine ihtimal vermezdi.
Üflemeli çalgılardan oluşan bir bandoda çalıyorlardı. Öyle aman aman büyük merasimlerde çaldıkları yoktu; şarap kraliçesi seçildiğinde, atıcılık derneği ya da itfaiye gösteri yaptığında çalarlardı. Bir keresinde cumhurbaşkanını ziyaret etmişler, bahçede çalmışlardı. Sonrasında soğuk bira ve sosis ikram edilmişti. O gün çekilen fotoğraf şimdi dernek binasında asılıydı, cumhurbaşkanı fotoğrafta görünmüyordu ama biri gazetede çıkan, her şeyi ispatlayan haberi fotoğrafın yanına yapıştırmıştı.
Hepsi sahnede, perukları ve takma sakallarıyla oturuyordu. Karıları onlara beyaz pudra ve allıkla makyaj yapmıştı. Bugün bando haysiyetli gözükmeliydi, “kasabanın şerefi adına” demişti belediye başkanı. Ama haysiyetli görünmüyordu. Adamlar siyah perdenin önünde terliyordu ve içkiyi fazla kaçırmışlardı. Gömlekleri vücutlarına yapışmıştı, ter ve içki kokuyorlardı, ayaklarının dibinde boş bardaklar duruyordu. Yine de çalıyor-lardı. Yanlış çalmalarının da bir ziyanı yoktu, çünkü seyirciler de içkiyi fazla kaçırmıştı. Parçalar arasında insanlar alkışlıyor ve soğuk bira servis ediliyordu. Bando ara verdiğinde, bir radyo spikeri plak koydu. Sahnenin önündeki lataların üzerine toz yağıyordu, çünkü insanlar sıcağa rağmen dans ediyordu. Sonra müzisyenler, içki içmek için perdenin arkasına geçti.
Kız on yedi yaşındaydı ve geceyi erkek arkadaşında geçirmek istediğinde, hâlâ evden izin almak zorundaydı. Bir yıl sonra liseyi bitirecek, Berlin ya da Münih’te tıp okumaya başlayacaktı; üniversiteye girmeyi iple çekiyordu. Güzeldi, mavi gözleri, temiz bir yüzü vardı, görünüşü hoştu ve garsonluk yaparken gülerdi. Bahşiş iyiydi, yaz tatilinde erkek arkadaşıyla Avrupa’yı gezmek istiyordu.
Hava o kadar sıcaktı ki, kız kot pantolonunun üzerine sadece beyaz bir tişört giymişti, saçlarının önüne düşmesini engellemek için yeşil bir saç bandı ve güneş gözlüğü takmıştı. Müzisyenlerden biri perdenin önüne gelip kıza eliyle işaret ederek elindeki boş bardağı gösterdi. Kız dans pistini geçip sahneye çıkan dört basamağı tırmandı, ince elleri için aslında fazlasıyla ağır olan tepsiyi dengede tutmaya çalışıyordu. Adamın peruk ve beyaz yanaklarıyla komik göründüğünü düşündü. Adamın gülümsediğini hatırlayacaktı sonra; adamın gülümsediğini ve yüzü beyaz olduğu için dişlerinin sapsarı göründüğünü. Perdeyi kenara çeken adam kızın diğerlerinin yanına geçmesini sağladı. Adamlar iki sıranın üzerinde oturuyorlardı ve susamışlardı. Bir an için kızın beyaz tişörtü güneş ışığında garip bir şekilde ışıl ışıl parladı. Bu tişörtü giymesi erkek arkadaşının hep hoşuna giderdi. Sonra kızın ayağı kaydı. Geriye doğru düştü, canı yanmadı ama biralar üzerine döküldü. Tişört içini gösterdi, sütyen takmamıştı. Kız utandığı için güldü, sonra da birdenbire sessizleşip gözlerini ona diken adamlara baktı. Adamların ilki kıza elini uzattı. Ve her şey başladı. Perde tekrar kapanmıştı, hoparlörlerden bir Michael Jackson şarkısı geliyordu ve dans pistindeki ritim adamların ritmi oldu. Ve sonrasında hiçbiri hiçbir şey açıklayamayacaktı.
Polis geç geldi. Telefon kulübesinden arayan adama inanmamışlardı. Adam korodan biri olduğunu söy-lemiş, adını vermemişti. Telefona çıkan polis memu-ru, çalışma arkadaşlarına adamın söylediklerini aktar-mıştı ama hepsi bunun bir şaka olduğunu düşünmüştü. Sadece en genç polis memuru, gidip bir göz atacağını söylemiş ve sokağın diğer tarafına geçip panayır yerine gitmişti.
Sahnenin altı karanlık ve nemliydi. Kız orada yatıyordu; çıplaktı ve çamurun içindeydi, sperm, idrar ve kandan sırılsıklam olmuştu. Konuşamıyordu, hareket etmiyordu. İki kaburgası, sol kolu ve burnu kırılmıştı, bardak ve bira şişeleri yüzünden sırtıyla kolları kesik içinde kalmıştı. Adamlar, işleri bitince, latalardan birini kaldırmış ve kızı sahnenin altına atmışlardı. Kız orada aşağıda yatarken de üzerine işemişlerdi. Sonra tekrar ön tarafa geçmişlerdi. Polisler kızı çamurdan çıkardıklarında orada polka çalıyorlardı.
“Savunma savaşmaktır; suçlananın hakları için savaşmak.” Bu cümle, o zamanlar sürekli yanımda taşıdığım, kırmızı plastik kaplı küçük kitapta yazıyordu. “Savunma vekilinin cep kitabı”ydı bu. İkinci sınavımdan daha yeni geçmiş, birkaç hafta önce avukatlığa kabul edilmiştim. O cümleye inanıyordum. Ne anlama geldiğini bilmiyordum.
Bir okul arkadaşım beni arayıp bir davaya katılmak isteyip istemediğimi sordu, iki avukata daha ihtiyaçları olduğunu söyledi. Elbette istiyordum; ilk büyük davamdı, bütün gazeteler o olayla dolup taşıyordu ve bunun benim yeni hayatım olduğunu zannediyordum. Bir ceza yargılamasında kimse suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda değildir. Kimse, kendini savunmak için konuşmak zorunda değildir, sadece davacı kanıtlar sunmak zorundadır. Bizim stratejimiz de buydu: Herkes susuverecekti. Daha fazlasını yapmak zorunda değildik.
DNA analizleri mahkemelerde henüz yeni yeni kabul ediliyordu. Polis memurları kızın giysilerini hastanede emniyet altına almış ve mavi bir çöp torbasına tıkıştırmıştı. Torbayı polis arabasının bagajına koymuşlardı, torba adli tıbba götürülecekti. Polisler her şeyi doğru yaptıklarını düşünüyorlardı. Araba saatlerce güneşin altında durdu, sıcakta plastik torbanın altında mantar ve bakteri üredi, bunlar DNA izlerini değiştirdi. Artık kimsenin DNA sonuçlarını çıkarması mümkün değildi.
Kızın hayatını kurtaran doktorlar son kanıtları da yok etti. Kız ameliyat masasında yatıyordu, cildi temizlendi. Faillerin, kızın vajinası, makatı ve vücudundaki izleri silindi, kimse acil müdahaleden başka bir şey düşünmüyordu. Çok sonra, polisler ve başkentten gelen adli tıp görevlileri ameliyathaneden çıkan çöpleri bulmaya çalıştılar. Bir zaman sonra pes ettiler, sabahın üçünde hastanenin kantininde, önlerinde açık kahverengi fincanlarda soğuk kahveyle oturuyorlardı. Yorgunlardı ve hiçbir bilgi edinememişlerdi. Hemşirelerden biri onlara eve gitmelerini söyledi.
Genç kız faillerin adlarını veremiyordu, adamları birbirinden ayıramıyordu; makyaj ve peruklarla hepsi aynı görünmüştü. Yüzleştirmede önce adamlara bakmak istemedi, sonunda kendine hakim olabildiğinde ise hiçbirini tanıyamadı. Adamların hangisinin polise telefon ettiğini kimse bilmiyordu, ama onlardan biri olduğu kesindi. Bu yüzden her birinin o arayan kişi olma ihtimali vardı. Sekiz kişi suçluydu, ama her biri o suçsuz olan tek kişi de olabilirdi.
Adam çelimsizdi. Köşeli bir yüzü, sarı metal çerçeveli bir gözlüğü, sivri bir çenesi vardı. O zamanlar cezaevlerinin ziyaretçi bölmesinde sigara içmek yasak değildi, adam sayısız sigara içti. Konuşurken, ağzının kenarında tükürük birikiyor, bunu mendiliyle siliyordu. Onu ilk gördüğümde, on gündür tutukluydu. Durum onun için ne kadar yeniyse benim için de o kadar yeniydi, haklarını ve müvekkil ile avukat arasındaki ilişkiyi fazlasıyla detaylı anlattım. Özgüven eksikliğinden dolayı dile gelen kitabi bilgilerdi bunlar. Adam karısını, iki çocuğunu, işini ve sonunda panayırı anlattı. O gün havanın çok sıcak olduğunu ve çok fazla içtiklerini söyledi. Bu olayın neden yaşandığını bilmediğini ekledi. Söyledikleri bundan ibaretti – hava çok sıcakmış. Ona faillerden biri olup olmadığını hiç sormadım, bunu bilmek istemiyordum.
Avukatlar şehrin pazar yerindeki otelde kalıyordu. Barda dosyayı tartıştık. Genç kızın, eziyet görmüş vücudunun, şişmiş yüzünün fotoğrafları vardı. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Kızın ifadeleri karmaşıktı, söylediklerinden net bir tablo çıkmıyordu ve dosyanın her bir sayfasında öfke seziliyordu; polislerin öfkesi, savcının öfkesi ve doktorların öfkesi. Hiçbir faydası yoktu.
Gecenin köründe odamdaki telefon çaldı. Hattın diğer ucundakinin sadece nefesini duyabiliyordum, konuşmuyordu. Adam yanlış numara çevirmemişti. O telefonu kapatana kadar onu dinledim. Uzun sürdü.
Bölge mahkemesi otelin bulunduğu meydandaydı, dıştan ufak bir merdiveni olan, klasik mimari stilde inşa edilmiş bir binaydı, hukuk devletinin büyüklüğünü gösteriyordu. Kasaba üzüm cendereleriyle ünlüydü, burada tüccarlar ve üzüm üreticileri yaşardı, hiçbir savaştan zarar görmemiş, şanslı bir bölgeydi. Burada her şey haysiyet ve iffetle parlıyordu. Biri mahkeme pencerelerinin önüne sardunyalar koymuştu.
Yargıç bizi odasına teker teker çağırdı. Üzerimde cüp-pe vardı, çünkü bu tür görüşmelerde cüppe giyilmediğini henüz bilmiyordum. Tutukluluk halinin incelenmesi başladığında, insanın genç olup da her şeyin susmaktan daha iyi olduğunu düşündüğü zamanlarda yaptığı gibi, çok fazla konuştum. Yargıç sadece müvekkilime bakıyordu, beni dinlediğini sanmıyorum. Ama yargıç ile adamın arasında bambaşka bir şey, bizim muhakeme usulü kanunumuzdan çok daha eski bir şey vardı; yazılı kanunlarla alakası olmayan bir suçlamaydı bu. Ve benim konuşmam bittiğinde, yargıç, adamın konuşmak isteyip istemediğini bir kez daha sordu. Okuma gözlüğünü katlayıp beklerken, alçak sesle ve tonlamasız sordu bunu. Yargıç cevabı biliyordu, ama soruyu yöneltti. Ve o soğuk mahkeme odasında biz hepimiz, davanın burada sonlanacağını ve suçun bambaşka bir mesele olduğunu biliyorduk.
Daha sonra, koridorda sorgu yargıcının kararını bekledik. Dokuz savunma avukatıydık, tanıdığım avukat ve ben en gençleriydik. İkimiz de bu dava için yeni takım elbiseler almıştık. Bütün avukatlar gibi şakalaşıyorduk, olay bizi içine çekmemeliydi ve ben artık bütün her şe-yin bir parçasıydım. Koridorun ucunda bir polis memuru duvara dayanmıştı, şişman ve yorgundu ve içinden bizi aşağılıyordu.
akşamüstü, yargıç tutuklama kararlarını kaldırdı, sanıklar konuşmadıkları gibi kanıt da bulunamadığını söyledi. Sadece iki cümleden ibaret olmasına rağmen, kararı kâğıttan okudu. Sonra salon sessizliğe büründü. Savunma doğruydu ama şimdi, kadın mübaşir bana kararı verip de biz salondan çıkana kadar ayağa kalkmalı mıydım bilmiyordum. Yargıç başka türlü karar veremezdi. Koridorda linolyum ve eski dosyaların kokusu vardı.
Adamlar serbest bırakıldı. Arka kapıdan çıktılar, karılarına, çocuklarına ve hayatlarına döndüler. Vergilerini ve kredi borçlarını ödemeye devam ettiler, çocuklarını okula yolladılar ve hiçbiri bir daha bu olay hakkında konuşmadı. Sadece bando dağıtıldı. Bir daha yeni dava açılmadı.
Bölge mahkemesinin önünde kızın babası duruyordu. Biz onun sağından ve solundan geçip gittiğimizde, adam merdivenin ortasındaydı. Kimse ona dokunma…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıSuç II "Bir Ceza Avukatından Gerçek Hikayeler"
- Sayfa Sayısı152
- YazarFerdinand von Schirach
- ISBN6055443405
- Boyutlar, Kapak13x20 cm, Karton Kapak
- YayıneviNTV YAYINLARI / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hallerin Esiri ~ Sedat Anar
Hallerin Esiri
Sedat Anar
Merhametsiz babaların, şefkatli annelerin, dal dal uzayan ailelerin, arkadaşların yanı başında, zamanın çok yavaş aktığı köy toprağında geçen bir çocukluk… Ve onun her yaşta,...
- Çavdar Tarlasında Çocuklar ~ J. D. Salinger
Çavdar Tarlasında Çocuklar
J. D. Salinger
NewYork’lu bir burjuva ailesinin oğlu Holden Caulfield’in “büyümeye dair” keyifli ve hüzünlü öyküsü. Salinger’in en iyi eserlerinden biri. Türkçeye daha önce Gönülçelen adıyla çevrilen...
- Ben, Malala ~ Chiristina Lamb, Malala Yusufzay
Ben, Malala
Chiristina Lamb, Malala Yusufzay
“Malala kim?” diye sordu silahlı adam. Malala benim, bu da benim hikâyem. Haksızlığa maruz kalan ve sonra da susturulan bütün kızlar… Sesimizi birlikte duyuracağız!...