Brooklyn, Paul Auster’ın her köşesini özümsemiş olduğu kendi coğrafyası. Bu romanı da, Florida’da başlamakla birlikte yine gelip Brooklyn’in Sunset Park semtinde düğümleniyor. Çocukça bir ağız dalaşının kaldırılamayacak kadar ağır bir vicdan yüküne dönüşmesi sonucunda, doğup büyüdüğü yerden, içinde yetiştiği ortamdan, ailesinden ve arkadaşlarından, kendi geçmişinden ve hatta geleceğinden kaçan bir gencin acılı öyküsü. Pişmanlık, avarelik, aşk, umut kıvılcımları, günlük yaşamın çetin koşullarında bulunan geçici çözümlerin bir araya getirdiği kişilerin dayanışması… Bu kişilerden her birinin kendi kişiliğinin penceresinden dünyaya bakışı… Sunset Park, Paul Auster’ın bütün diğer kitapları gibi bir solukta okunacak bir çağdaş edebiyat başyapıtı. “Tutkulu bir edebiyat… Yaşadığımız zorlu ve belirsizliklerle dolu çağda, Auster bize aşkın, sanatın ve her şeye rağmen hayatta kalabilmenin mucizesini anlatıyor.” Donna Seaman, Booklist “Auster’dan yine ustalıkla yazılmış bir metin… Sevginin gücüne, kaybetmenin acısına, pişmanlığın ve öfkenin yarattığı dinmek bilmez sızıya dair unutulmayacak bir hikâye.” Jane Ciabattari, The New York Times Book Review
MILES HELLER
1
Neredeyse bir yıldır terk edilmiş şeylerin fotoğrafını çekiyor. Günde en az iki, bazen de altı yedi iş çıkıyor; her seferinde de o ve iş arkadaşları, giden ailelerin geride bıraktığı, gözden çıkarılmış sayısız nesneyle karşılaşıyorlar. Gidenler aceleyle, utançla, ne yapacaklarını bilemeden çekip gitmişler ve şu anda her neredelerse (eğer sokaklarda gecelemeden başlarını sokacak bir yer bulmuşlarsa), yeni yerlerinin ellerinden giden eski evlerinden daha ufak olduğu su götürmez bir gerçek. Her ev bir tükenişin –iflasın ve ödeme taahhüdünü yerine getirememenin, borçlanmanın ve ipotekli malı yitirmenin– öyküsü; o da, ortadan kaybolan ailelerin bir zamanlar burada olduğunu, hiç görmeyeceği, hiç tanımayacağı insanların hayaletlerinin boş evlerin orasına burasına saçılmış eşyalarında hâlâ varlıklarını sürdüğünü kanıtlamak için o dağılmış yaşamların geriye kalan son izlerini belgelemeyi kendine iş edindi.
Yaptıkları işe çöpleri temizlemek deniyor; Miles da söz konusu emlakin şimdiki sahibi yerel bankalara “ev bakımı” taşeronluğu yapan Dunbar Emlak Şirketi’nin iş verdiği dört kişilik bir ekipte çalışıyor. Güney Florida’nın uzayıp giden düzlükleri bu öksüz yapılarla dolu ve bunları olabildiğince çabuk elden çıkarmak bankaların işine geldiği için, boşalmış evlerin hemen temizlenmesi, onarılması, alıcı adaylarına gösterilebilecek hale getirilmesi gerekiyor. Ekonominin harap olması, sıkıntıların acımasızca yayılması yüzünden çöken dünyada, çöp temizleme işi bu bölgede gelişen birkaç sektörden biri. Bu işi bulduğu için şanslı. Buna daha ne kadar katlanabileceğini kestiremiyor; ama parası iyi, üstelik işlerin günbegün azaldığı bir ülkede iyi bir iş olmasa da hiç yoktan iyi.
İlk başta o dağınıklık, o pislik, o bakımsızlık onu şaşkına çeviriyordu. Girdiği evlerden ancak bir ikisi, eski sahipleri tarafından tertemiz bırakılmış oluyordu. Evlerin çoğunluğu ise –açık bırakılmış evye ve banyo musluklarından taşmış sulardan tutun da, çekiçle çökertilmiş duvarlara ya da müstehcen yazılarla dolu duvarlara veya kurşunlarla delik deşik edilmiş duvarlara kadar, koparılıp götürülmüş bakır borulardan yer yer çamaşır suyundan ağarmış halılara ve salonun ortasına yığılmış dışkılara kadar– bir şiddet ve öfke patlamasının, giderayak duyulan hırsın yarattığı kaprisli bir vandalizmin izlerini taşıyordu. Belki bunlar çok aşırı örnekler, belki varını yoğunu kaybetmiş insanların öfkeden kaynaklanan, iğrenç ama anlaşılabilir umutsuzluk izleri; ama o, bir eve girdiğinde her zaman irkilmese bile yine de ürkmeden hiçbir kapıyı açamıyor. Kaçınılmaz olarak ilk karşısına çıkan şey koku oluyor; küfün, bozulmuş sütün, kedi sidiğinin, tuvaletlerdeki kurumuş dışkıların ve mutfak tezgâhında çürüyen yiyeceklerin birbirine karışmış ve her yere sinmiş kokuları burun deliklerine saldırıyor. Açık pencerelerden giren temiz hava bile o kokuları söküp atamıyor; en düzenli, en köşe bucak temizlik bile o yenilmişliğin kokusunu yok edemiyor.
Sonra, birtakım nesneler, unutulmuş eşyalar, terk edilmiş şeyler oluyor hep. Şimdiye kadar binlerce fotoğraf çekti; giderek filizlenen bu arşivdeki resimlerde kitaplar, ayakkabılar, yağlıboya tablolar, piyanolar ve tost makineleri, oyuncak bebekler, çay takımları ve kirli çoraplar, televizyonlar ve satranç, dama gibi oyun tahtaları, parti giysileri ve tenis raketleri, kanepeler, ipek çamaşırlar, derz dolgu tabancaları, raptiyeler, plastik action figürleri1 , rujlar, tüfekler, rengi solmuş şilteler, çatal bıçaklar, poker fişleri, bir pul koleksiyonu ve kafesinin dibinde yatan bir kanarya ölüsü var. Neden kendisini bu fotoğrafları çekmek zorunda hissettiğini bilmiyor. Bunun boşuna bir uğraş olduğunun, hiç kimseye bir yarar sağlamayacağının farkında; ama yine de her eve girişinde eşyaların kendisine seslendiğini, artık orada olmayan insanların sesiyle konuşarak kaldırıp atılmadan önce son bir kez kendilerine bakılmasını rica ettiklerini seziyor. Ekipteki diğer görevliler onun bu fotoğraf çekme saplantısıyla alay ediyorlar; ama o hiç oralı olmuyor. Ona göre ötekilerin hiç önemi yok, onları küçümsüyor. Ekip şefi Beyni Sulanmış Victor; kekeme geveze Paco; nefesi hırıltılı, şişko Freddy – hiçliğin üç silahşoru. Yasa, belli bir değerin üstündeki, kurtarılabilen eşyanın bankaya verilmesini öngörüyor; banka da bunları sahiplerine iade etmekle yükümlü; oysa iş arkadaşları hoşlarına giden her şeye el koyuyor ve gerisini düşünmüyorlar. Miles bu yağmaya – şişelerce viskiye, radyolara, CD çalarlara, okçuluk gereçlerine, açık saçık dergilere– sırt çevirdiği ve sadece resimlerin, eşyanın kendisinin değil eşyanın resimlerinin peşinde olduğu için ona aptal gözüyle bakıyorlar. Bir süredir çalışırken olabildiğince az konuşmaya dikkat ediyor. Paco ve Freddy ona El Mudo2 diye isim taktılar.
Miles yirmi sekiz yaşında; bildiği kadarıyla hiçbir beklentisi yok. En azından ateşli bir hırsı, makul bir gelecek kurmanın kendisine neler sağlayacağı hakkında en ufak bir fikri yok. Florida’da daha uzun süre kalmayacağını, yakında yine başka yerlere gitmek isteyeceğini biliyor; ama o isteğin kendisini harekete geçmeye zorlayacağı ana kadar, ileriye bakmadan bugünü yaşamakla yetiniyor. Üniversiteyi bırakıp başına buyruk yaşadığı şu yedi buçuk yıl içinde başardığı bir şey varsa, o da günü gününe yaşamak, bugün burada olmakla yetinmek yeteneğini geliştirmek oldu; bu, insanın becereceği en övünülecek bir iş olmasa da, belirli bir disiplini ve özdenetimi gerektirmişti. Hiçbir tasarısı olmamak, bir başka deyişle hiçbir özlemi ve umudu olmamak, elindekiyle yetinmek, güneşin doğuşundan bir sonraki tan vaktine kadar olan sürede dünya neyi sunuyorsa onu kabullenmek – kişi böyle yaşayabilmek için bir insanın isteyebileceklerinin en azını istemek zorundadır.
O da isteklerinden azar azar vazgeçerek olabilecek en düşük noktaya indirdi. Sigarayı ve içkiyi bıraktı, yemeğini artık lokantada yemiyor, televizyonu, radyosu, bilgisayarı yok. Arabasını bisikletle takas etmek istiyor; ama arabayı başından atamıyor, çünkü aldığı işler bisikletle gidilemeyecek kadar uzak yerlerde. Aynı durum seve seve kaldırıp çöpe atacağı cep telefonu için de geçerli; ama işi nedeniyle telefona ihtiyacı olduğundan ondan da vazgeçemiyor. Dijital kamera belki kurallarına aykırıydı; ama bitip tükenmeyen çöp temizleme işinin kasveti ve zahmeti yüzünden, kameranın hayatını kurtardığını hissediyor. Yoksul bir mahallede, ufak bir apartman dairesinde oturduğu için kirası az ve hayati gereksinimlere harcadığı para dışında tek lüksü kitap almak, ciltsiz kitaplar, çoğunlukla da roman, Amerikan romanları, İngiliz romanları, yabancı romanların çevirileri; ama sonuçta kitaplar lüks değil, hayati gereksinimlerden biri ve okumak da iyileşmeyi hiç istemediği bir bağımlılığı.
Kız olmasa, ayın sonu gelmeden çeker giderdi. İstediği her yere gidebilecek kadar para biriktirdi, üstelik Florida güneşinden de gına gelmişti – epeyce araştırıp inceledikten sonra o güneşin ruha yarardan çok zararının dokunduğuna inanıyor. Ona göre, bu Makyavelist bir güneş, ikiyüzlü bir güneş, yaydığı ışıkla çevreyi aydınlatmıyor, tam tersine –o değişmez, aşırı parlak ışığıyla gözlerinizi kamaştırarak, yarattığı aşırı nem darbeleriyle sizi sersemleterek, serabı andıran yansımaları ve parıltılı hiçlik dalgalarıyla dengenizi bozarak– çevreyi görmenizi engelliyor. Bu güneş parıltılı ve baş döndürücü ama insana elle tutulur bir şey sağlamıyor, huzur vermiyor, nefes payı bırakmıyor. Ama öte yandan kızı da ilk kez bu güneşin altında gördü ve kızdan vazgeçmeyi göze alamadığı için de güneşle bir arada yaşamaya devam ediyor ve onunla barış yapmaya çalışıyor.
Kızın adı Pilar Sanchez, onunla altı ay önce bir parkta karşılaştı, mayıs ortalarında bir cumartesi akşamüstü tamamen rastlantısal bir karşılaşma oldu bu, olmayacak karşılaşmaların en olmazıydı. Kız çimenlere oturmuş kitap okuyordu, o da üç metre ileride çimenlere oturmuş, kızın okuduğu kitabın eşini okuyordu; ikisi de Muhteşem Gatsby’nin ciltsiz karton kapaklı baskılarıydı. Miles’ın, on altı yaşındayken babasının armağan ettiği kitabı üçüncü okuyuşuydu bu. Oraya geleli yirmi otuz dakika olmuştu ve kendini kitaba kaptırıp çevresinden soyutlandığı sırada birinin güldüğünü duydu. Başını o tarafa çevirdi ve kızın orada oturmuş kitabın başlığını işaret ederek kendisine gülümsediğini gördüğü o ölümcül ilk bakışta, onun daha on altısında bile olmadığını tahmin etti; gerçekten de daha çocuk denecek görünümde, paçaları kesilmiş kısa, dar şortu, sandaleti, boyundan askılı bluzu, yani güneşte yanan Florida’nın güney bölgelerindeki az buçuk çekiciliği olan her kızın sırtındaki kıyafetiyle ufak tefek, yeniyetme bir kızdı. Kendi kendine, bu daha çocuk, dedi; ama kız o duru tenli, çıplak bacakları ve kollarıyla, dikkatli, gülümseyen yüzüyle orada oturuyordu işte, insanlara da nesnelere de pek ender gülümsediği halde kızın koyu renk, cıvıl cıvıl gözlerinin içine bakarak o da kıza gülümsedi.
Altı ay geçtiği halde kız hâlâ reşit değil. Ehliyeti on yedi yaşında olduğunu, ancak mayısta on sekizine basacağını gösteriyor; o yüzden toplum içinde kıza karşı çok dikkatli davranması, bir şehvet düşkünü olduğu izlenimini uyandıracak herhangi bir şeyden ne pahasına olursa olsun kaçınması gerekiyor; yoksa tepesi atan bir işgüzar, polisi aradığı anda kodesi boylaması işten bile değil. Hafta sonu ya da bayram tatili olmayan her sabah arabasıyla kızı John F. Kennedy Lisesi’ne götürüyor; kız son sınıfta, üniversiteye gitmek ve gelecekte devlet diplomalı bir hemşire olmak arzusuyla iyi okuyor; ama kızı arabadan okulun önünde indirmiyor. Bunu yapmak çok tehlikeli olabilir. Bir öğretmen ya da okulun bir görevlisi onları arabada birlikte görebilir ve kıyameti koparır, o nedenle arabayı Kennedy’ye üç dört blok kala durdurup kızı indiriyor. Vedalaşırken kızı öpmüyor. Elini bile sürmüyor. Kız aklınca kendisini yetişkin bir kadın gibi gördüğü için, onun bu çekimserliğinden hüzünleniyor; ama sırf o kabul etmesi gerektiğini söylediği için bu göstermelik kayıtsızlığı sineye çekiyor.
Pilar’ın annesiyle babası iki yıl önce bir araba kazasında ölmüşler; Pilar da geçen haziran, ders yılının bitiminde onun apartmanına taşınıncaya kadar baba evinde üç ablasıyla yaşıyordu. Yirmi yaşındaki Maria, yirmi üç yaşındaki Teresa ve yirmi beşindeki Angela. Maria iki yıllık bir üniversitede okuyor, güzellik uzmanı olacak. Teresa yerel bir bankada veznedar. En güzelleri olan Angela bir kokteyl salonunda hosteslik yapıyor. Pilar’ın dediğine göre, arada bir para için müşterilerle yattığı da oluyormuş. Pilar bunu söyler söylemez, hemen ardından Angela’yı sevdiğini ekliyor, bütün ablalarını sevdiğini ama artık annesinin ve babasının anılarıyla fazlasıyla dolu olan evden ayrıldığına da sevindiğini söylüyor; üstelik kendine hâkim olamayıp yaptıkları için Angela’ya kızdığını, bir kadının kendini satmasını günah diye yorumladığını ve bu konuda artık onunla tartışmak zorunda olmadığı için rahatladığını anlatıyor. Onun dairesinin döküntü bir yer olmasına karşılık, kendi evinin çok daha büyük ve rahat olduğunu anlatıyor; ama o dairede on sekiz aylık Carlos Junior’un bulunmayışının da büyük bir huzur verdiğini söylüyor. Diğer çocuklara kıyasla Teresa’nın oğlu da tabii ki kötü bir çocuk değil, hem kocası Irak’ta görevliyken, kendisi de uzun saatler bankada çalışırken Teresa’nın elinden başka ne gelebilir; yine de bu durum haftanın her günü bebek bakıcılığını küçük kardeşinin üzerine yıkmak hakkını vermez ona. Pilar ablasına yardım etmekten kaçınmıyor ama buna içerlemekten de kendini alıkoyamıyor. Yalnız kalıp ders çalışacak zamana ihtiyacı var ama bebeğin kirli bezlerini değiştirirken nasıl ders çalışabilir? Bebekler başkaları için harika şeyler ama kendisinden ırak olmalarını istiyor. Aman istemem, diyor, istemem, eksik olsun.
Kızın tavrı ve zekâsı onu şaşırtıyor. İlk karşılaştıkları gün parkta oturup Muhteşem Gatsby hakkında konuşurken de kızın bu kitabı öğretmeni ödev verdiği için değil de, kendi istediği için okumasından çok etkilendi; kızın, kitaptaki en önemli karakterin Daisy ya da Tom, hatta Gatsby’nin kendisi olmayıp Nick Carraway olduğunu söylemesi onu daha da çok etkiledi. Kıza neden böyle düşündüğünü sordu. Kız, Çünkü hikâyeyi anlatan o, dedi. Ayakları yere basan, kendi dışındakilere bakabilen tek kişi o. Ötekilerin hepsi yitip gitmiş, sığ insanlar; Nick’in sevecenliği ve anlayışlılığı olmasa ötekiler hakkında hiçbir şey hissedemezdik. Nick olmasa o kitap da olmazdı. O hikâye her şeyi bilen, allame bir anlatıcının ağzından aktarılsaydı, şimdikinin yarısı kadar ilgi çekmezdi.
Allame anlatıcı. Kız bu terimin anlamını kavramış, tıpkı inançsızlığın askıya alınması1 , biyojenez2 , antilogaritma3 ve Brown ile Eğitim Kurulu Davası4 hakkındaki konuşmaları algıladığı gibi. Miles, Küba asıllı babası ömrü boyunca postacılık yapmış, üç ablası tekdüze gündelik işlerin sıkıcı batağına saplanmış olan Pilar Sanchez gibi gencecik bir kızın, nasıl olup da ailesinden böylesine farklı oluşuna hayret ediyor. Pilar öğrenmeye hevesli, planları var, çok çalışıyor; kızı yüreklendirmek, eğitimini ilerletmesine katkısı olabilecek her şeyi yapmak delikanlıyı da mutlu ediyor. Kız evinden ayrılıp onun yanına taşındığından beri, genç kıza SAT sınavlarında5 yüksek puan almanın inceliklerini gösterdi, bütün ev ödevlerini kontrol etti, (onun ders programında olmayan) matematiksel analizin giriş bölümü kalkülüsün ana kurallarını öğretti, düzinelerce romanı, öyküyü, şiiri yüksek sesle kıza okudu. Kendi geleceğiyle ilgili hiçbir hırsı olmayan, ayrıcalıklı eski yaşamının göz boyayan yularlarına tekme vurup üniversiteyi bırakan bu genç adam, şimdi kızın geleceği için hırslı olmayı, onu ulaşmayı istediği noktaya kadar zorlamayı kendine iş edindi. İlk öncelik üniversiteye, tam burslu olarak iyi bir üniversiteye girmek, ondan sonrasını kızın kendi başına yürütebileceğine güveniyor. Gerçi kızın şimdiki hayali, devlet diplomalı bir hemşire olabilmek; ama Miles zamanla işlerin değişeceğine, kızın tıbbiyeye heveslenip doktor olacağına kesinlikle inanıyor.
Onun yanına taşınmayı kız teklif etti. Kendisine kalsa böylesine cüretkâr bir planı aklının ucundan geçirmezdi; ama Pilar kararlıydı, evden kaçmak, her gece onunla sevişmek olasılığı kızın başını döndürüyordu; evin ekmeğini kazandığı için aileyle ilgili kararlarda son sözü söyleyen Angela’yla görüşmesi için yalvar yakar olması üzerine, genç adam Sanchez kızlarının en büyüğüyle tanıştı ve bu konuyu açma fırsatını yarattı. Angela önce çekimser davrandı, Pilar’ın bu kadar hayati bir kararı veremeyecek kadar genç ve deneyimsiz olduğunu söyledi. Ama kardeşinin Miles’a âşık olduğunu biliyordu, yine de aralarındaki yaş farkı nedeniyle bu aşkı onaylamıyordu; çünkü adam er geç bu yeniyetme oyuncağından bıkar ve kızı kırık bir kalple terk edebilirdi. Miles bunun tam tersinin gerçekleşebileceğini, kırık bir kalple terk edilenin kendisi olabileceğini söyledi. Sonra kırık kalpler ve duygular meselesini bir yana itip durumu tamamen pratik gerekçelerle açıkladı. Pilar’ın bir işi olmadığını, aile ekonomisine yük olduğunu, kendisinin ise kıza bakabilecek ve bu yükü ailenin omuzlarından alabilecek durumda söyledi. Üstelik kızı alıp da Çin’e kaçıracak değildi. Ablaların evinden kendi apartmanına on beş dakikada yürünüyordu, kardeşlerini istedikleri zaman görebilirlerdi. Pazarlığı bağlamak için, ablalara çok isteyip de keseleri elvermediğinden alamadıkları armağanlar önerdi. Çöpleri temizleme işinde uyguladığı yapılacaklar ve yapılmayacaklar kuralını tam tersine çevirerek kızları şoke edip sevinçten deliye döndürdü; ertesi hafta içinde çöp temizlerken yepyeni bir düz ekran TV’yi, en kalitelisinden bir kahve makinesini, kırmızı bir üç-tekerlekli bisikleti1 , (Baba filmlerinin koleksiyoncular için hazırlanmış kutulu seti dahil) otuz altı filmi, profesyonel kullanım için tasarlanmış bir makyaj aynasını, bir kristal şarap kadehi takımını bir kenara ayırdı ve hepsini şükran duygusunun nişanesi olarak Angela’ya ve kardeşlerine armağan etti. Bir başka deyişle, aileye rüşvet verdiği için Pilar artık onun yanında kalıyor. Kızı satın aldı.
Evet, kız ona âşık, kendisi de bütün kuşku ve bocalamasına karşın, hiç olacak şey değil diye düşünmesine rağmen yine de kızı seviyor. Çocuk yaştaki kızlara özel bir tutkusu olmadığını da belleğinizin bir köşesine kaydedin. Şimdiye kadar hayatına giren kadınların hepsi aşağı yukarı onunla yaşıttılar. Bu nedenle Pilar onun için ideal kadın tipini temsil etmiyor – o yalnızca kendisi, genç adamın bir akşamüstü parkta başına konan talih kuşu, bütün kuralların istisnası. Kıza neden bu kadar kapıldığını kendisine bile açıklayamıyor. Onun zekâsına hayran olduğu doğru; ama daha önceleri başka kadınların zekâsına da hayranlık duymuş, ancak hiçbirine kapılmamıştı. Kızı sevimli buluyor ama çok çarpıcı ya da (gençliğin kendisi güzel olduğu için on yedi yaşındaki her kızın güzel olduğu söylenebilirse de) nesnel ölçütlerle güzel bulmuyor. Hem bu hiç önemli değil. Onun vücudunu ya da aklını beğendiği için âşık olmadı. Peki öyleyse, neden? Her şey çekip gitmesini söylerken onu burada tutan nedir? Belki kızın ona bakış tarzı, bakışlarındaki vahşet, onu dinlerken pür dikkat kesilen bakışları, birliktelerken olanca varlığıyla orada olduğunu duyumsatması, kendisi için yeryüzünde Miles’tan başka hiç kimse olmadığını hissettirmesi.
Bazen kamerasını çıkarıp çektiği terk edilmiş şeylerin resimlerini gösterince kızın gözleri doluyor. Pilar’ın yufka yürekli, duygusal yanı ona neredeyse komik geliyor; yine de kızın bu naifliği, başkalarının acılarına yaklaşımındaki bu kırılganlık onu etkiliyor, öte yandan kızın bir başka özelliği de sağlam duruşu, dirençliliği, konuşkanlığı ve kahkahaları olduğu için, Miles belirli bir anda hangi özelliklerin ağır basacağını kestiremiyor. Bu ikilem kısa vadede yorucu olabilir ama uzun vadede iyi sonuç vereceğini hissediyor. Yıllardır kendini pek çok şeyden yoksun bırakan, feragatte ısrarlı olan, öfkesini dizginlemeyi ve serinkanlı, kayıtsız, aldırışsız bir tavırla dünyadan koparak yaşamayı kendi kendisine öğreten Miles, kızın duygusal aşırılıklarıyla, bir anda parlayıverişiyle, terk edilmiş bir oyuncak ayının, kırık bir bisikletin ya da içinde solmuş çiçekler duran bir vazonun resmini görünce gözyaşlarına boğulmasıyla yavaş yavaş yeniden hayata dönüyor.
İlk kez yatağa girdiklerinde, kız bakire olmadığını söyledi. Miles da onun sözüne güvendi; ama tam içine gireceği anda kız bunu yapma diyerek onu itti. Anne deliğinin dokunulmazlığı vardır, erkeklik organları kesinlikle yasaktır, dedi. Dile ve parmaklara izin vardı ama erkeklik organına hiçbir zaman, hiçbir koşulda geçit yoktu. Miles onun neden söz ettiğini bir türlü anlayamadı. Prezervatif takmıştı, tamam değil mi? Korunuyorlardı, kay…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSunset Park
- Sayfa Sayısı280
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750745874
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Eğer Yaşarsam ~ Gayle Forman
Eğer Yaşarsam
Gayle Forman
Sıradan bir günde… On yedi yaşındaki Mia, bir genç kızın isteyebileceği her şeye sahiptir: sevgi dolu bir aile, ona âşık bir erkek arkadaş, müzik...
- Mara ile Dann ~ Doris Lessing
Mara ile Dann
Doris Lessing
Buzul çağı ile kuraklık arasında bölünmüş bir dünya. İnsanlar topluluklar halinde güneyden kuzeye, ılıman topraklara ulaşma umuduyla göçüyorlar. Bu uygarlık çöküşünün ortasında, ailelerinden koparılmış,...
- Elif ~ Paulo Coelho
Elif
Paulo Coelho
“Hilal’e isminin anlamını sordu; Türkçede ayın ilk günlerinde aldığı yay biçimi demektir. Ülkemin bayrağında da vardır hilal…” Elif’in başkahramanı dünyaca meşhur yazar Paulo Coelho,...