Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Suskun
Suskun

Suskun

Gökhan Karadaş

Hasan Sabbah sessiz, Alamut dilsizdi. Fedailerse… SUSKUN Alamut Kalesinin gizemli öyküsü ilk kez bir Türk yazarın kaleminde romanlaşıyor. Daha önce dünyanın ünlü tarihçilerinin kaleme…

Hasan Sabbah sessiz, Alamut dilsizdi. Fedailerse… SUSKUN

Alamut Kalesinin gizemli öyküsü ilk kez bir Türk yazarın kaleminde romanlaşıyor. Daha önce dünyanın ünlü tarihçilerinin kaleme alıp romanlaştırdığı seri bu kez yeni bir solukla karşımıza çıkıyor. Büyük deha Hasan Sabbah’ın içinde sahte cennetini barındıran ve etkisi altına aldığı fedailerle Selçuklulara karşı giriştiği mücadeleyi yönettiği fethi neredeyse imkânsız olan kalenin öyküsü okuyucuyla buluşuyor.

Bundan dokuz yüz sene önce kimine göre zamanın en büyük teröristi kimilerine göre gerçek bir halk kahramanı sayılan Hasan Sabbah tarihin ilk canlı bombalarını başka bir değişle intihar komandolarını yetiştirerek etrafında ki devletlerin kadınlarına, emirlerine, vezirlerine hatta sultanlarına dâhil inanılmaz yöntemlerle suikastlar düzenleterek kendi kale devletini kurmaya çalışır. Özellikle Selçukluların başına bela olan bu gizemli devlet kendilerine verilen haşhaşın etkisi ve liderleri Hasan Sabbah’ın büyüleyici sözleriyle Vezir Nizamülmülk, vezir Kaşani ve Sultan Berkyaruk’a tek kişilik saldırılar düzenlemiş ve onları herkesin gözü önünde küçük bir hançerle öldürerek bunda da başarılı olmuşlardı. Ardı arkası gelmez suikastların sonrasından Gözü pek fedailerin etraflarına yaydıkları korku Selçuklu Sultanlarının kâbusları olmuştur artık.
Bu kitapta, daha çocuk yaşında Ortadoğu’nun kanlı coğrafyasına atılan bir fedainin içinde barındırdığı aşkla nefretin, yaşamla ölümün aleni çatışmasına tanık olacaksınız. Daha kitabı elinize alır almaz kapak sizi o olağanüstü döneme davet ediyor. İlk sayfadan itibaren de kendinizi Tufan’ın kum fırtınasıyla başlayıp sahte cennetin kapılarında gerçeği aradığı bir hikâyenin içinde bulacaksınız. Yazarın akıcı anlatımıyla kendinizi o döneme ait hissedeceksiniz. Kitabı bitirip te kapağı kapattığınızda içinizden bir ses size de susmanızı söyleyecek…

*

Artık zamanı geldi evlat…
Tak bakalım kutsal silahını beline,
O silah ki kılıç olmasın, yay olmasın
Hele hele gürz, çekre yahut topuz hiç olmasın
Sadece avuç büyüklüğünde ucu sivri bir hançer
O hançer ki hem seni hem düşmanı öldürsün
Düş bakalım yollara evlat…
İz bırakmadan git hasmının peşinden
Kervanları kat önüne, gizli saklı…
Ardında saraylar bırak, içi kanla dolu…
Sonra suskun ol ölesiye, ağzını bıçak dahi açmasın
Sen sus ki diğerleri yaşasın
Git bakalım kaderinin peşinden evlat…
Yalancı cennetin acımasız yollarından yürü
Biz de seyreyleyelim seni kartal yuvası Alamut’tan…
Ve hep birlikte görelim; ölecek misin, öldürecek misin?

İran’ın kuzeyinde, Elburz Dağları’nın karlı tepelerine taht kurmuş kartal yuvası Alamut komutasındaki fedaîler, önderleri Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra var olma mücadelesi veriyorlardı. Basra’dan Gazne’ye, Hazar’dan Kızıldeniz’e ölümün kol gezdiği topraklarda düşmanlarına korku salan Alamut Kalesi’nin sonsuza dek ayakta kalabilmesi için gözü pek fedaîler kan kokan ırmaklardan sızıverdiler düşmanlarının kalbine…

Tarihin yalancı cenneti Ortadoğu’da İktidar savaşları sürerken, emirlerin, vezirlerin ve hatta sultanların korkulu rüyası fedaîler inançları uğruna sessizce ölüme gidiyorlardı.

Amansız bir kum fırtınasıyla başlayan tufan, koca bir imparatorluğu yerle bir etmeye yetecek miydi?

***

1
ALAMUT

“Bana Tanrını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” diye bağırdı İmam. “İnandığın her neyse ya da her kimse sen de onun ayrılmaz bir parçasısm. Her Tanrı kendi vuslatında yaratmamış mıdır kulunu? Her inanan kendisinde Tanrısını görmez mi aslında? Yaratan yarattığını kendi varlığına iman edecek şekilde var edip kendisine ibadet etmesini istemez mi? Yaratılan her kul, yaratıcısının küçük bir örneği değil midir gerçekte? Kime ve neye inandığını bildiğiniz birini tanımanız ve onu anlamanız çok kolay olmaz mı?”

İmam’ın soru yağmuruyla birlikte yükselen sesi, onu can kulağıyla dinleyen genç oğlanlar üzerinde heyecanla karışık bir korku yaratmıştı. Kaskatı kesilen delikanlılar, gözlerini kırpmadan bilge hocalarını dinliyorlardı. Konuşmanın verdiği hiddetle elini kolunu sallayan yaşlı adamın ağzından çıkan tükürükler, ön safta oturan birkaçının yüzüne yağmur gibi yağıyor, kıpırdamaya bile cesaret edemeyen gençler, hocalarının bakışları üstlerinden çekildiğinde kaçamak bir parmak hareketiyle yüzlerini silmeye çalışıyorlardı.

Ellili yaşlarda olmasına rağmen hâlâ dinç görünen İmam, önünde duran ahşap kürsüye daha sıkı sarılıp keskin bakışlarla öğrencilerini süzüyor, onların her hareketini dikkatle takip ediyordu.

Şimdiye kadar yüzlerce fedai yetiştiren yaşlı kurt, bu ses tonuyla konuşmanın yeniyetme delikanlılar üzerinde ne kadar etkili olduğunun farkındaydı.

“Biz iman edenler, dinimizin emrettiği şeyleri yaparken belli bir yol izleriz. İşte bu yol, bizi kaderimize götüren yoldur. Nasıl ki bir Hıristiyan, her hafta aynı gün kiliseye gitmeyi görev biliyorsa, bir Müslüman da her hafta, her gün aynı vakitte camiye gitmesi gerektiğini bilir. İşte bu görev anlayışı kadere gidilen yoldur.”

Yükselen sesin etkisi kısa bir duraksamanın ardından odanın duvarlarında yankılanmaya devam etti. İmamın sert bakışları öğrencilerinin yüzünde şimşek gibi patlıyordu.

“Bizim fedaîlerimiz bu gerçeği bilmeseydi ne olurdu? O zaman kimi nerede hangi zamanda karşılayacağını nereden bilebilirdi? Ölmeyi hak etmiş eli kanlı bir Türk köpeğinin ya da halifenin sırtlan yüzlü uşaklarından birinin Cumayı nerede ve ne zaman kılacağını bilen fedaî artık hedeften şaşması imkânsız ok gibidir. Çünkü düşman, alnına yazılan kaderi takip eden basit bir ölümlüdür. Efendimiz Seyduna’nın emriyle, ölmeyi hak eden düşmanlarımızı, nerede ve ne zaman öldürebileceğimizi bilmek, bizler için ne büyük şanstır. Bu, tanrısının kim ya da ne olduğunu bildiğiniz bir insanın, nemli topraktaki ayak izleri gibidir. O izleri takip etmek, dişi çıkmamış çocuğun bile kolaylıkla yapabileceği bir iştir.”

Son cümlenin ardından talebelerini iyice etkisi altına aldığına inanan el-Hadi, sesini bir filozof edasıyla alçaltarak sustu. Kısık gözleri yuvalarına iyice oturmuş, kaşları ile sivri elmacık kemikleri arasında kaybolacakmış gibi görünüyordu. İmamın bu hali, karşısındaki toy delikanlıların içini ürpertiyordu.

Dizlerinin altına kadar uzanan beyaz cübbesi sıska olmasına rağmen ona heybetli bir görünüm sağlıyordu. Başından hiç çıkarmadığı koyun yünüyle dokunmuş sarık ise bu heybeti tamamlayan nişan gibiydi.

İmam kumaşını Mısır’ın Assiyût ilinden getirtir ve dokuma ustalarına özenle işletirdi. Bu kumaştan yapılan elbiseler giymeyi, imamlığa geçtiği günden beri adet edinmişti. O zamandan bu yana üzerine giydiği beyaz cüppesini, aynı tondaki beyaz sarığıyla tamamlar ve gerçek bir imam görüntüsüne bürünürdü. Bu paha biçilmez kumaşları sadece kendi kullanmakla kalmaz, eşine dostuna da hediye ederdi. Hediyesini her sunuşunda ender bulunan dokumalardan söz ederken, “Mısır illerinde öyle sarıklıklar işlerler ki dünyada eşi benzeri bulunmaz,” diye övünmeyi de ihmal etmezdi.

el-Hadi, Fatımîlerin son büyük halifesi İmam el-Mustansir’in torunuydu. Onun ani ölümüyle birlikte oğulları Nizar ve Mustali halifelik ve imamlık üzerinde birbirleriyle kanlı bir savaşa giriştiler. Bu kavganın sonunda Mustali galip gelince yeni halife olarak tahta geçti ve Nizar’ı destekleyen halk üzerinde bir linç başlattı. Halifenin askerleri, genç yaşlı demeden yakaladıkları herkesi farelerin cirit attığı, çamur kaplı zindanlara hapsettiler. Direnenleri ise acımasızca kılıçtan geçirdiler. Babası Nizar hapiste ölürken, oğlu el-Hadi, bu linçten ancak Hasan Sabbah’ın yardımıyla kurtulmayı başardı. Alamut efendisinin emriyle Mısır’dan kaçırılıp hayatının sonuna kadar yaşayacağı İran’a, oradan da fedaîlerin kalesine getirildi.

Onun Alamut Kalesi’ne yerleşmesiyle gizli İmam dönemi de başlamış oldu. Yaşlı kurt, şimdilerde Hz. Ali’nin emanetini canı pahasına korumaya ant içmiş bir avuç fedaîyi eğitmekle meşguldü.

Kalenin en kıdemli imamı, usta bir savaşçı olmasına rağmen pek de kaba görünmeyen elleriyle ahşap kürsünün yıpranmış kenarlarını sıkıca kavradı. Yılların verdiği ıstırabı anlatırcasına derin bir nefes aldıktan sonra sükûnetle sözlerine devam etti.

“Allah’ın bizlerin yaşantısını önceden bilmesi, onun bizim neler yapacağımızı yazmasıdır aslında. Bu kaderdir ve kadere giden yol, tanrısının emirlerini canı gönülden takip eden kulun yoludur. Bu yolu en iyi bilen kişi, ruhu şu anda bile burada olan Hasan Sabbah efendimizdir. Seyduna’nın yakın arkadaşı, şarabın kölesi, Nişaburlu Hayyam şöyle dememiş miydi?

Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet, cehennem?

İsyan dolu dörtlüğü tutkulu şairler gibi okuyan el-Hadi, bütün öğrencileri mest etmeyi başarmıştı. Yaşları yirmiyi geçmeyen on beş kadar genç, ipek halının üzerinde düzgün sıralar halinde bağdaş kurarak oturmuş, derin derin soluk alıyordu. Hepsi de büyülenmiş gibiydi, çünkü kader hakkında şimdiye kadar öğrendikleri tüm doğrular, artık karmaşık gerçekler yığını gibi gelmekteydi. Donuk yüz ifadelerini algılayan hocaları, amacına ulaşmış bir dai edasıyla onlara akşamki ödevlerini bildirmekten geri durmadı.

“Yarınki derse kadar hepinizin bu dörtlüğü düşünmesini istiyorum. Tanımayan kimsenin kalmadığı Ömer Hayyam’ın burada anlatmak istediği gerçek nedir? Tanrı’nın yazdığı kader değiştirilebilir mi? Yoksa tüm düşmanlarımız gibi biz de kaderimize razı mı olmalıyız? Sizler de Nizamü’l-mülk’ün celladı, Alamut’un kahraman fedaîsi İbn-i Tahir gibi hem kendinizin hem de düşmanlarınızın kaderini değiştirebilir misiniz?”

Son soruyla küçük odaya doluşan büyük sessizlik mühür gibi kilitlemişti tüm acemi bedenleri. Odada hiçbir göğüs hareketi yoktu, nutku tutulan öğrenciler soluk almayı bile bırakmışlardı. Her biri, yüzyıllık heykeller gibi hocalarına bakıyorlardı. İmam onlardan, şimdiye dek kendilerine öğretilen İslâm gerçeklerini sorgulamalarını, Allah’ın alınlarına kazıdığı kaderlerine fütursuzca karşı çıkmalarını istiyordu. Oysaki İslâm’ın doğrularını ve Allah’ın emirlerini tartışmak mümkün değildi ki. Anne babaları onlara böyle öğretmemiş miydi?

Odadaki hareketsizliği, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ dinç görünen İmam’ın bir sıçrayışta kalkışı bozdu. Kürsüde dağınık halde duran kitaplar ve kâğıt parçalarını tek hamlede toplayıp arkasına bile bakmadan hızlı adımlarla odadan çıktı. Onun çıkışından dakikalar sonra kendine ilk gelebilen Tufan oldu. Başını birkaç kez sağa sola sallayarak düştüğü girdaptan kurtulmaya çalışan genç adam, her derste biraz daha fazla şaşkınlığa uğruyordu. Hocalarının anlattıkları karşısında, babasının ona öğrettiği doğrular hızla çürüyor, beyninin kıvrımlarında kaybolup gidiyordu.

Artık onun adı da bir zamanlar kahramanlıklarım dinlediği fedaîlerin isimleriyle aynı odalarda dolaşmaktaydı. Onlar da bu halılarda oturmuş, korkuyla karışık bir heyecanla irkilerek büyük daileri, erdemli imamları, belki de büyük peygamber Hasan Sabbah’ı dinlemişlerdi. el-Hadi onları ilk kez, Alamut’un kahraman fedaileri Tahir’le, Süleyman’la, Yusuf’la aynı kefeye koymuştu. Diğerleri gibi Tufan da bunun etkisiyle uzun süre yerinde çakılı kalmaktan kurtaramamıştı kendini. Yoksa babasının dileği yerine getirilebilir miydi? Tufan belki de ilk kez o soruyu kendi kendine sordu:
“Ben de bir gün gerçek bir fedaî olabilir miyim?”

Tufan dâhil herkes, sınıfın en büyüğü Mustafa’nın kaba sesi ile kendine geldi. Mustafa, akşam yemeği zamanının geldiğini ve yemekten sonra toplu halde akşam namazı kılınacağını, ardından herkesin odalara çekilip dinlenmesi gerektiğini söyledi. Bu uyarıyla birlikte tüm delikanlılar, önlerindeki kitapları ve tüm öğrendiklerini akıllarında kaldığı kadarıyla yazmakla yükümlü oldukları defterleri toparlayarak sıra halinde odadan çıktılar.

Tufan, dersten sonra ona verilen ek görevi yerine getirmek için kümesin yolunu tuttu. Amid’de kuş beslediği öğrenildiğinden beri Tufan’a kuş bakımına yardımcı olması emredilmişti. Genç asker, günün yorgunluğunu atmak için fırsat olarak gördüğü bu işi zevkle yapıyordu.

Alamut Kalesi’nde posta güvercini olarak beslenen elli kadar cins güvcrcin vardı. Kalede yaşayan her fedaîye adanmış bir güvercin olurdu. Sahibi göreve yollandığında kader arkadaşı ondan önce yola çıkar ve yazılan fermanı diğer kalelere ulaştırırdı. Verilen görevin yerine getirilip getirilemediği, kaleye dönünce havada defalarca takla atan kuşun hareketlerinden anlaşılırdı. Hayvanın bu hareketleri ölen bir fedai için yaptığı son görev anlamına gelirdi.

Tufan kümese vardığında, ustası Ceberut oldukça meşgul görünüyordu. Tek kolu olmayan adam uzun yıllar kuş eğiticisi olarak çalışmış, Bâtıniliği kabul edince Alamut’ta bu göreve getirilmişti. Onun kuşlara ne denli düşkün olduğunu bilmeyen yoktu. Birçoğu için o tam bir zırdeliydi.

İmamın sözleri kulaklarında çınlayan Tufan, ustasını çalışırken görünce keyiflendi. Adam, yerden kaptığı kuşları, kısa bacaklarıyla bir sıçrayışta havaya savuruyor, sonra da inmeleri için yere avuç dolusu buğday serpiştiriyordu. Tıknaz yapısıyla güreşçiyi andıran usta, çırağının geldiğini görünce onu yanına çağırdı.

“Gel, delikanlı. Haydi ağzıma birkaç parça buğday ver bakalım. Şu kolumda duran güvercine ağzımı hiç açmadan yemi yedirebilir miyim sence?”

Tufan, bilmem dercesine dudaklarını büktü. Kuşçu kendinden emin bir tavırla kendi sorusunu kendisi yanıtladı.

“Yer elbet yer. Ben bu ön dişleri boşuna kırdırmadım. Bir kuş eğiticisi yemi ağzını açarak değil, kırık dişlerinin arasından yedirir. Daha on yaşındayken ustam, bir cellât gibi üstüme abanıp kerpetenle ön dişlerimi söktü, biliyor musun? Hem de hiç acımadan.”

Şaşkınlıkla adamın dişlerini görmeye çalışan çırak, yerdeki bakır tastan aldığı bir avuç yemi ustasının ağzına doldurdu. Yemler ağzına fazla gelince adam boğulacak gibi oldu. Birkaç kuru aksırıktan sonra kendine gelebildi. Havada taklalar atan kuşlar ise dışarı püsküren yemleri kapabilmek için vakit kaybetmeden sahiplerinin etrafını sardılar. Kuşçu çırağının acemiliğine aldırmadan ağzında kalan yemleri dilinin ucunda dışarı çıkardı. Yemi gören güvercin, kısa adımlarla sekerek çatlak dudaklara doğru yanaştı. Güvercin, ürkek başını bakıcısının dişlerinin arasından sokup hızlı hareketlerle yemleri almaya başladı. Diline her dokunulduğunda dudaklarını kapatan Ceberut, böylelikle güvercini tetikte olmaya zorluyor gibiydi.

Eğitim bittikten sonra tüm kuşlar serbestçe gökyüzünde uçmaya başladılar. Her biri neşeli taklaları ile sokakta oynayan yaramaz çocukları andırıyordu. Ustası çırağının durgunluğunu fark edince hemen arkasındaki yem sandığının üzerine oturup sordu:

“Bugün pek sessizsin delikanlı. Ben anladım diyemem, ama emin ol şu neşeyle kanat çırpan hayvanlar senin bir derdin olduğunu anlıyorlar. Bana değilse bile onlara anlatmak istemez misin?”

“Bir derdim yok, usta. Bugün derste anlatılan bazı şeyler kafama takıldı da onları düşünüyordum.”

“Anladım, delikanlı. Desene ilim senin iliklerine işliyor yavaş yavaş. Eğitilmek her zaman karnında büyük sancılar barındırır. Küçük yürekli olmasına rağmen büyük işler başaran bir kuş bile iki koca yılda eğitiliyor. Anlayacağın seninki henüz bir başlangıç. Beynine kazına kazına öğreneceksin her şeyi. Yeter ki imanın kuvvetli olsun.”

“Biliyorum usta. Ancak güvercin demek banş demek değil midir? Bizeyse burada barıştan çok savaşı, yaşamaktan çok ölmeyi öğretiyorlar. Ben de ölümü düşmanlarımıza tanıtabilmek için var gücümle çalışıyorum. Ancak anlatılan bazı şeyler de kafamı karıştırmıyor değil.”

Ustası, dökük dişleriyle sırıtınca ürkütücü görünen yüzü, bir anda komik bir hal aldı.

“Bak sana ne anlatacağım, delikanlı. Nuh peygamber, tufan sırasında dünyayı göle çeviren suların çekilip çekilmediğini öğrenmek için beyaz bir güvercin uçurur. Zavallı hayvan uzun süre uçar ancak azgın sular toprağı öylesine kaplamıştır ki konacak yer bulamaz ve geri döner. Nuh, bir hafta bekler ve kuşu tekrar uçurur. Ak güvercin, bu kez ağzında bir zeytin dalı ile gemiye dönünce Nuh peygamber suların çekilmeye başladığını anlar. Yaradana sığınıp içinde her cins canlıdan birer çiftin bulunduğu gemisini yeryüzünü kaplayan derin sularda ilerletmeye başlar. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra gemi Cûdi Dağı’nda karaya oturur. Gemide bulunan ümitsiz insanlar karaya ayak basınca tanrının kendileriyle barıştığına inanırlar. Bu haberi getiren güvercini de barışın sembolü sayarlar.”

Tufan, ustasını büyük bir dikkatle dinliyordu.

“Bizim güvercinlerimiz de tufanları sona erdirecek haberler getirecek, değil mi usta?” diye sordu umutsuzca.

“Evet,evlât!”  dedi ustası. “Bu kuşlarda bizim için barışın habercisi.”

Adam, yerde duran kuşları tek eliyle işaret ederek konuşmasına devam etti.

“Yerde halı deseni gibi duran şu günahsızlara iyice bak evlât. Şu koca paçalı Par-Parı görüyor musun? Bu kuşun aslı ta Amid taklacılarına dayanır derler. Onları burada beslemekteki tek amacımız canlı renkleri ve koca paçaları. Göze hoş görünsünler yeter. Göreceksin ki, gün geçtikçe bu kuşların takla atmaları da, uçuşları da zayıflayacak. Ha, bir de şu Sinehlere bak.”

Tufan, ustasının gözleriyle işaret ettiği parlak mavi tüylü kuşlara dikkatle baktı.

“Neden paçaları yok biliyor musun evlât?”

Genç çırağın yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce kendi sorusunu kendisi yanıtladı usta.
“Çünkü onlardan, yalnızca akıllı olmaları ve yüzlerce kilometre uçtuktan sonra sapasağlam geri dönmeleri istenir. Paçaları olmadığı için uçuşları postalara benzer, anlayacağın kuvvetli ve hızlıdırlar. Bu tür sadece İsfahan’da eğitilir, ama ben buraya gelirken birkaç tanesini çalıp getirdim.”

Ceberut, keyifli anlatımına acı bir duraksamayla ara verdi. Gözleri ansızın donuklaşmış, yerde tüneklenen kuşlardan birine odaklanmıştı. Tekdüze bir sesle devam etti.

“Bir kolum neden yok sanıyorsun? Yakalanınca kolumu diyet vererek ödedim cezamı. Say ki canımın yarısını verdim gözümü kırpmadan. Ama olsun! Şehirden çıkamaz dedikleri kuşları da buraya getirmeyi başardım ya!”

Ustası, başını yerden kaldırıp kendisini merakla dinleyen çırağının kısık gözlerine baktı.

“İşte sen delikanlı, buraya gelmeden önce tıpkı bir Par-Par gibi ayakların prangalı ve hantaldın, uçmayı unutmuştun. Ama şimdi öyle misin? Aldığın zorlu eğitimlerden sonra tıpkı bir Sineh gibi kuvvetli ve hızlısın. Eğitimlerinin sonunda sen de diyetini ödeyip daha da hızlı uçmayı öğreneceksin. Çok uzaklara gidip sana verilen görevleri yerine getirdikten sonra da tıpkı bu sadık hayvanlar gibi ardında bıraktığın evinin yolunu bulacaksın.”

Güneşin altında rengi git gide kararan adamın söyledikleri Tufanı çok etkilemişti. Amid’den kaçarkenki hali gözünün önüne geldi. Gerçekten de babasını geride bırakmanın omuzlarına yüklediği büyük acı onu hantallaştırmış, âdeta yürümesini engellemişti. Şimdi ise intikam hırsıyla çevikleşmiş, yaydan fırlamaya hazır ok gibi olmuştu. Zihni de uzakları aydınlatan bir fener gibi aydınlanmıştı.

“Ben babamın kanını yerde gördükten sonra, zalimlerle savaşmaya ant içtim, usta. Bir keresinde babam anlatmıştı. Uç bin Unuk adında, üç bin altı yüz yıldır yaşayan zalim bir dev varmış. Bu dev pek büyükmüş, pek uzunmuş. Boyu üç yüz kulaç kadarmış, öyle ki büyük tufanda sular bu adamın ancak dizlerine kadar gelirmiş. Bu adam, elini denize daldırır, balık tutarmış. Daha sonra elindeki balığı güneşe doğru kaldırır, güneşin hararetiyle kızartır ve yermiş. En sonunda Hazreti Nuh o zalim devi tufanın sularında boğup öldürmüş. İşte ben de usta, yüce Allah’ın izniyle zalimlere diz çöktüreceğim. Nice eğilmez başları eğip dökülmez kanları dökeceğim.”

“Aferin sana evlât!” dedi kuşçu gururla. “Bildiğin yolda cesaretle yürümeye devam et. Unutma ki şu an içinde yüzdüğün ırmağın suyu baldıra çıkmaz zannedilir ama nice Uç bin Unuk onda boğulmuştur.”

Uzayan konuşmanın ardından Tufan, bakımından sorumlu olduğu güvercinleri besleyip birliğine geri döndü.

Akşam yemeğinde kızarmış kaz eti, içine katık konulmuş yufka, taze keçi peyniri ve kavrulmuş buğday vardı. Yemeği büyük bir sessizlik içerisinde yiyen gençlerin her hallerinden kafalarını karıştıran sorular silsilesinde kaybolmamak için direnç göstermeye çalıştıkları belli oluyordu. Öğrencilerden kimi kaşığıyla yemeği karıştırıyor, kimisi de kopardığı eti ısırmadan önce dakikalarca elinde bekletiyor, o esnada hayallere dalıyordu.

Birçoğu öksüz ya da yetim olan bu oğlanlardan bazıları Buzurg Ümid’in emriyle Yüzbaşı Kiya Bajâfar tarafından Kazvinde kurulan köle pazarından para karşılığı satın alınmış, bazıları da babalarının isteğiyle gönüllü olarak İsmâilî öğretisinin hizmetine girmişti. Alamut kanunlarına göre satın alınan her oğlanın mutlak bakir olması gerekiyordu. Aşkı, şehveti ve cinselliği yaşamamış olmaları, onların kadına yönelik arzularını da köreltiyordu, Böylece kafaları karışmayan gençler, imanı kuvvetli birer asker olup çıkıyorlardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Tarihi Roman
  • Kitap AdıSuskun
  • Sayfa Sayısı360
  • YazarGökhan Karadaş
  • ISBN9786051063638
  • Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviAlfa Yayıncılık / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Agafya ~ Ertürk AkşunAgafya

    Agafya

    Ertürk Akşun

    Sana yeni bir isim verdim ben, “Agafya” dedim. “Yüce aşk” dedim. Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin istedim. Ve o ismi sadece ben...

  2. Türk Ülküsü ~ Hüseyin Nihal AtsızTürk Ülküsü

    Türk Ülküsü

    Hüseyin Nihal Atsız

    Bir ülkünün çevresinde toplanmak ve onun için ölümü göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Millî bir ülkü olmadıktan...

  3. Dişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1 ~ Luke DevenishDişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1

    Dişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1

    Luke Devenish

    GÖLGELERİN ARASINDA DİŞİ BİR KURT VAR M.Ö. 44 Roma’nın rakip güçleri cumhuriyeti şiddetli bir sona doğru sürüklemektedir. Bir kâhin genç Tiberius Nero’ya esmer güzeli...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur