Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Taş Kâğıt Makas
Taş Kâğıt Makas

Taş Kâğıt Makas

Alice Feeney

On yıllık bir evlilik. Ömürlük sırlar. Unutulmaz bir yıldönümü. Evlendiğiniz kişiyi tanıdığınızı mı sanıyorsunuz? Bir daha düşünün… Bay ve Bayan Wright için işler uzun…

On yıllık bir evlilik.
Ömürlük sırlar.
Unutulmaz bir yıldönümü.

Evlendiğiniz kişiyi tanıdığınızı mı sanıyorsunuz?
Bir daha düşünün…

Bay ve Bayan Wright için işler uzun zamandır yolunda değildi. Hayatı boyunca yüz körlüğünden mustarip olan Adam durumunu kabullenmiş bir işkolikti ve karısı Amelia da kendini hayvan barınağındaki tam zamanlı işine adamıştı. Tam da yıldönümleri yaklaşırken, İskoçya’da iki günlük tatili kazanan çift bu hafta sonunun evliliklerini onaracağını ya da tamamen bitireceğini biliyordu. Bilmedikleriyse bu geziyi tesadüfen kazanmamış olduklarıydı. İçlerinden biri çok uzun zamandır yalan söylüyordu.

Bazı çiftler sonsuza dek mutlu yaşamaz, hele de birileri mutlu olmalarını istemiyorsa.

“Feeney ‘Ters Köşelerin Kraliçesi’ olmanın hakkını veriyor. Kitabı okurken sürekli tahminlerde bulunup duracaksınız.” Real Simple

“Evlilik hiçbir zaman bu kadar huzursuz edici ya da bu kadar zorlayıcı olmamıştı. Alice Feeney gerilim ve merak dolu muazzam bir roman yazmış ve sonu sizi hayretler içinde bırakacak. Olayların nereye gittiğini çözdüğünüzü sanabilirsiniz ama inanın bana, hiçbir fikriniz yok!” Samantha Downing

Taş Kâğıt Makas tam da iştahınızı kabartan, bir oturuşta yalayıp yutacağınız kitaplardan.” Chris Whitaker

“Ba-yıl-dım!” Sarah Pinborough

“Her sayfasında merakın pençesine düşeceğiniz bu kitabı sakın kaçırmayın.” Deadly Pleasures

Taş Kâğıt Makas beni her seferinde gafil avlayan (omzumun arkasından bakıp durmama neden olan) keskin ters köşelerle dolu. Sarsıntıdaki bir evliliğin müthiş bir portresi.” Philippa East

“Feeney yine yapacağını yapmış! İnsana bundan sonra birine güvenip güvenemeyeceğini sorgulatıyor. Elimden bırakamadım.” Christina Dalcher

“İncelikle kurgulanmış, müthiş keyif veren, karanlık bir gerilim.” Catherine Ryan Howard

“Bu muhteşem hikâye, kitabı bitirdikten çok sonra bile zihnimde dolaşmaya devam edecek muazzam bir sona doğru iki farklı yönden ilerliyor.” CrimeReads

“Âdeta düelloya tutuşmuş bir çiftin üzerinden ilerleyen bu girift ve gotik macera çok iyi kurgulanmış ve sonu çok güzel bağlanmış.” Kirkus

“İncelikle işlenmiş ve şok üstüne şokla dolu Taş Kâğıt Makas, ‘ters köşe’ kavramına yeni bir anlam kazandırıyor. Sallantıda olan bir evlilik, yıllanmış sırlar ve insanın tüylerini ürpertecek bir mekân… Tam neler döndüğünü anladığınızı sandığınız anda Alice Feeney yeni bir şok dalgası gönderiyor!” Laurie Elizabeth Flynn

“Yalnızca zekâ pırıltılarıyla dolu değil, aynı zamanda tam Feeney işi. Karanlık ve dâhiyane.” Cara Hunter

***

Amelia

Şubat 2020

Kocam yüzümü tanımıyordu.

Ben arabayı sürerken bana baktığını hissedince ne gördüğünü merak ettim. Başkalarını da tanımıyordu ama yine de evlendiğim adamın bir şüpheli teşhisi sırasında beni diğerlerinden ayırt edemeyeceğini bilmek çok tuhaftı.

Onun yüzünde nasıl bir ifade olduğunu bakmama gerek olmadan biliyordum. Somurtkan, aksi, Ben sana demiştim, der gibi bakıyordu, o yüzden önümdeki yola odaklandım. Öyle yapmak zorundaydım. Kar iyiden iyiye bastırmıştı, tipide araba kullanmak gibiydi, nitekim Morris Minor Traveller’ımın silecekleri yetişmekte zorluk çekiyordu. Arabam da benim gibi ’78 modeldi. Özenle baktığınız şey ömürlük olur ama kocamın ikimizi de daha genç modellerimizle değiştirmek istediğinden kuşkulanıyordum. Adam evden çıktığımızdan beri emniyet kemerini yüz kere kontrol etmişti; şimdi de ellerini sımsıkı yumruk yapmış, öyle oturuyordu. Londra’dan İskoçya’ya gitmek taş çatlasın sekiz saat sürerdi ama bu fırtınada daha hızlı gitmeye cesaret edemiyordum. Hava kararmaya başladığı ve biz pek çok bakımdan kaybolmuş gibi göründüğümüz hâlde.

Evden uzakta geçireceğimiz bir hafta sonu sahiden evliliğimizi kurtarabilir mi? Evlilik terapisti bir hafta sonu tatile çıkmamızı önerdiğinde kocam ona bu soruyu sormuştu. Sözleri zihnimde her canlandığında aklımda yeni bir pişmanlıklar listesi beliriyordu. Ömrümüzün çoğunu doğru düzgün yaşamadan geçirmiş olmamız beni kahrediyordu. Her zaman şu an olduğumuz kişiler değildik ama geçmişe dair anılarımız hepimizi yalancı çıkarabilirdi. O yüzden ben geleceğe odaklanıyordum. Kendi geleceğime. Bazı günler gelecekle ilgili hayallerimde Adam da hâlâ yer alıyordu ama yeniden kendi başıma olduğumu hayal ettiğim zamanlar da oluyordu. İstediğim bu değildi ama öylesinin ikimiz için de en iyisi olabileceğini düşünmeden edemiyordum. Denizin kumu yeniden şekillendirmesi gibi, zaman da ilişkileri değiştirebilirdi. Hava durumu uyarısını gördüğümüzde Adam yolculuğu ertelememizi söylemişti ama ben kabul etmemiştim. Bu hafta sonu tatilinin ilişkimizi kurtarmak için son şansımız olduğunu ikimiz de biliyorduk. En azından kurtarmayı denemek için. İşte bunu unutmamıştı.

Adam’ın prosopagnozi denilen bir bilişsel bozukluğu vardı, yani kendi yüzü de dahil hiçbir yüzü ayırt edemiyordu. Kaç kere yolda beni tanımıyormuş gibi yanımdan geçip gitmişti. Bu durumun kaçınılmaz olarak sebep olduğu sosyal anksiyete ikimizi de etkiliyordu. Adam partilerde kendi arkadaş grubunun arasındayken bile kimseyi tanımıyormuş gibi hissederdi. O yüzden genellikle kendi başımıza takılırdık. Birlikte ama yalnız. Sadece ikimiz. Kocamın bana kendimi görünmez hissettirmesinin tek sebebi yüz körlüğü değildi. Çocuk istememişti; onun yüzünü tanıyamamaya katlanamayacağını söylüyordu. Kocam doğduğundan beri bu durumla yaşıyordu, bense onunla tanıştığımdan beri. Bazen şer görünende hayır olabiliyordu.

Kocam yüzümü bilmiyor olabilirdi ama beni tanıyabileceği başka yollar öğrenmişti: parfümümün kokusundan, sesimden, hâlâ tuttuğu zamanlarda elimin onda bıraktığı histen. Evlilikler değil, insanlar başarısız olurdu. Ben artık onun yıllar önce âşık olduğu kadın değildim. Acaba ne kadar yaşlandığımı görebiliyor muydu? Ya da uzun, sarı saçlarıma düşen akları fark etmiş miydi? Kırklar yeni otuzlardı belki ama cildim kırışmaya başlamıştı ve bu kırışıkların sebebi kahkahalar değildi. Eskiden bir hayli ortak noktamız vardı; yalnızca aynı yatağı değil, aynı sırları, aynı düşleri de paylaşırdık. Hâlâ birbirimizin cümlesini tamamlarız ama artık yanlış tamamlıyoruz.

Adam, “Boşa kürek çekiyormuşuz gibi hissediyorum,” deyince, bir an evliliğimizden mi bahsediyor yoksa yön bulma becerimden mi, anlayamadım. İnsanın içini karartan barut rengi gökyüzü onun ruh hâlini yansıtıyordu sanki, dahası kilometreler sonra ilk kez konuşmuştu. İleride yerler kar tutmuştu ve rüzgâr şiddetini gitgide artırıyordu; yine de arabanın içinde kopmak üzere olan fırtınayla karşılaştırılamazdı bile.

“Çıktısını aldığım yol tarifini bulup yeniden okur musun?” dedim boş yere sinirimi bastırmaya çalışarak. “Yaklaştığımızdan eminim.”

Benim aksime kocam inanılmaz güzel yaşlanmıştı. Çehresine uygun saç tıraşı, bronz teni ve fazlasıyla ilgi duyduğu yarı maratonlar sayesinde şekillenen vücudu kırkı geçkin yaşını gayet iyi gizliyordu. Adam koşmakta hep çok iyiydi, bilhassa da gerçeklerden uzağa koşmakta.

Senaristti. Bu işe Hollywood’un katlanır merdiveninin en alt basamağının da altında, kendi başına merdivene erişmesinin mümkün dahi olmadığı bir yerde başlamıştı. İnsanlara okul biter bitmez film sektörüne girdiğini söylerdi ki yalan da sayılmazdı. On altı yaşında Notting Hill’deki Electric Cinema’da işe başlayarak atıştırmalık ve bilet satmıştı. Yirmi bir yaşına geldiğindeyse ilk senaryosunun haklarını satmıştı. Taş Kâğıt Makas hiçbir zaman beyaz perdeye aktarılmadı ama Adam o anlaşma sayesinde kendine bir menajer buldu, o menajer de Adam’a iş buldu ve böylece Adam bir romanın uyarlamasını üstlendi. Roman çoksatan değildi ama uyarlaması –düşük bütçeli bir İngiliz filmiydi– BAFTA’yı kazanınca bir senaryo yazarı doğdu. Kendi karakterlerinin beyaz perdede can bulmasını izlemekle aynı şey değildi elbette –hayallerimize giden yollar nedense hep dolambaçlıydı– ama bu sayede patlamış mısır satmayı bırakıp bütün vaktini yazmaya ayırabildi.

Senaristler ismi herkesçe bilinen kişiler değillerdir, nitekim çoğu insan onun ismini bilmezdi ama senaryosunu yazdığı filmlerden en az birini izlediklerine kalıbımı basardım. Aramızdaki sorunlara rağmen onun tüm başarılarından müthiş gurur duyuyordum. Adam Wright sektörde keşfedilmemiş romanları gişe rekorları kıran filmlere çevirmekle nam salmıştı ve hâlâ yenilerini arıyordu. Bazen kıskançlığa kapıldığımı kabul ediyordum ama Adam’ın yatağa kitapla girmeyi tercih ettiği gecelerin sayısını düşününce, kıskanmam bence gayet normaldi. Benim kocam beni başka kadınlarla ya da adamlarla aldatmıyordu, benim kocamın başkalarının kelimeleriyle ilişkisi vardı.

İnsanoğlu tuhaf ve öngörülemez bir türdür. Ben hayvanlarla bir arada olmayı tercih ederim ki Battersea Köpek Barınağı’nda çalışmamın birçok sebebinden biri de bu. Dört ayaklıların dostluğu iki ayaklılarınkinden daha sağlam, üstelik köpekler ne kin tutar ne de nefret etmeyi bilir. Orada çalışmamın diğer sebeplerini düşünmemeyi tercih ediyorum; bazen anılarımızın tozunu olduğu gibi bırakmak gerekir.

Yolculuğumuz boyunca arabanın ön camından gördüğümüz manzara çarpıcı biçimde değişip durdu. Yeşilin her tonunda ağaçlar, gümüş renginde parıldayan devasa göller, karla kaplı dağlar ve göz alabildiğine uzanan kusursuz, el değmemiş topraklar gördük. Kuzey İskoçya’ya âşıktım. Yeryüzünde buradan daha güzel bir yer varsa bile ben görmemiştim. Burada dünya Londra’da olduğundan çok daha büyük görünüyordu. Ya da ben daha küçüktüm. Buranın sessizliğinde ve ıssızlığında müthiş bir huzur buluyordum. Bir saati aşkın süredir bir tek insan bile görmemiştik ki bu da aklımdaki plan için burayı mükemmel bir yer kılıyordu.

Sol tarafımızda bize serenat yapan dalgaların sesi eşliğinde fırtınalı bir denizin yanından geçerek kuzeye doğru ilerlemeye devam ettik. Dolambaçlı yol daralarak tek şeride düşerken, maviden pembeye, pembeden mora ve şimdi de siyaha bürünen gökyüzünün yansıması ardımızda bıraktığımız yarı donuk göllerin üstündeydi. İç kısımlara doğru ilerledikçe etrafımızı bir orman sardı. Dalları karla kaplı, boyları evimizin boyunu aşan kadim çam ağaçları fırtınada kibrit çöpü misali bir o yana bir bu yana savruluyordu. Dışarıda hayalet gibi uğuldayan rüzgâr bizi durmaksızın yoldan çıkarmaya çalışıyordu, nitekim buzlu yolda hafif kaydığımızda direksiyonu öyle sıkı kavradım ki eklemlerim bembeyaz kesildi. O sırada alyansım gözüme çarptı. Ayrılmak için onca sebebimiz varken hâlâ birlikte olduğumuzun somut anımsatıcısı. Nostalji tehlikeli bir ilaçtı ama ben mutlu anılarım zihnime dolarken yaşadığım hissi seviyordum. Belki de hissettiğimiz kadar kayıp değildik. Acaba kendimize dönüş yolunu hâlâ bulabilir miyiz diye merak ederek yanımda oturan adama baktım. Sonra uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaparak elini tutmak için uzandım. “Dur!” diye bağırdı. Her şey çok hızlı oldu. İleride, yolun ortasında, kar fırtınasının arasında bir geyik gördüm, görmemle frene basmam bir oldu, araba döndü, kaydı, döne kaya giderek geyiğin devasa boynuzlarının tam önünde durdu. Geyik bize doğru şöyle bir bakış attıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi sakince yürüyerek ormanın derinliklerine doğru gözden kayboldu. Ağaçlar bile üşüyor gibiydi. Kalbim delicesine çarparken el çantama uzandım. Titreyen parmaklarım cüzdanıma, anahtarlarıma ve çantamın içindeki diğer her şeye değdikten sonra nihayet astım spreyimi buldum. Çalkaladıktan sonra ağzıma sıktım.

Adam’a, “İyi misin?” diye sorduktan sonra ilaçtan bir tur daha sıktım. “Sana bunun kötü bir fikir olduğunu söylemiştim,” dedi. Yola çıktığımızdan beri çenemi tutmaya çalışıyordum ama artık burama kadar gelmişti. “Daha iyi bir fikir önerdiğini hatırlamıyorum,” diye çıkıştım. “Hafta sonu tatili için sekiz saat yol gitmek…” “Kuzey İskoçya’ya gitmek ne güzel olur demiyor muyduk senelerdir?” “Ay’a gitmek de güzel olur ama rokette bizim için yer ayırtmadan önce bana da söylemeni tercih ederim. Bu aralar ne kadar meşgul olduğumu biliyorsun.” Meşgul, evliliğimizde tetikleyici kelime hâline gelmişti. Adam meşguliyetini rozet gibi taşırdı. Âdeta bir izci gibi. Meşgul olmaktan gurur duyardı: Başarısının statü sembolüydü. Meşgul olması ona kendini önemli hissettiriyor, benimse uyarladığı romanları kafasına fırlatma arzusuyla yanıp tutuşmama sebep oluyordu. “Sen sürekli meşgul olduğun için bu hâldeyiz zaten,” dedim takırdayan dişlerimi sıkarak. Arabanın içi o kadar soğuktu ki kendi nefesimi görebiliyordum. “Pardon, İskoçya’da olmamız benim suçum mu? Şubat ayında? Kar fırtınasının ortasında? Bu senin fikrindi. Üzerimize bir ağaç devrilip de ezilerek öldüğümüzde ya da kullanmakta ısrar ettiğin bu boktan tenekenin içinde soğuktan donarak geberdiğimizde bitmek bilmeyen dırdırını daha fazla dinlemek zorunda kalmayacağım en azından.” Toplum içinde asla böyle didişmezdik, bunu sadece yalnızken yapardık. Dışarıya karşı kusursuz görünmek için ikimiz de elimizden geleni yapardık ve insanların da yalnızca görmek istediklerini gördüklerini anlayalı çok olmuştu. Ama kapalı kapılar ardında, Bay ve Bayan Wright’ın arası uzun zamandır bozuktu. Adam torpido gözünde biricik telefonunu aradı ama bulamadı. “Telefonum yanımda olsaydı şimdiye çoktan oraya varmıştık.” Kocam cihazların ve aygıtların hayattaki tüm sorunlara çözüm olduğunu sanıyordu.

“Evden çıkmadan önce sana her şeyini aldın mı diye sordum,” dedim. “Ben de aldım zaten. Telefonum torpido gözündeydi.” “Öyle olsaydı hâlâ orada olurdu. Eşyalarını toplamak benim görevim değil. Ben senin annen değilim.” Bunu der demez pişman oldum ama laf ağızdan bir kere çıkardı, çıktıktan sonra geri alamazdınız. Annesi, Adam’ın konuşmayı sevmediği konular listesinin en başında geliyordu. O telefonunu aramaya devam ederken asla bulamayacağını bile bile sabırlı olmaya çalıştım. Doğru söylüyordu. Telefonu torpido gözüne koymuştu. Ama ben sabah yola çıkmadan önce telefonu oradan alıp eve saklamıştım. Bu hafta sonu kocama mühim bir ders vermeyi planlıyordum ve bunun için telefonuna ihtiyacı yoktu. On beş dakika sonra yeniden yola koyulduk ve görünüşe bakılırsa doğru yönde ilerliyorduk. Adam çıktısını aldığım yol tarifine karanlıkta gözlerini kısarak bakıyordu; kitap ya da taslak hariç ekran yerine kâğıtta yazılı şeyleri okumak nedense ona pek zor gelirdi. “Bir sonraki dönel kavşakta ilk sağa dön,” dedi beklediğimden daha emin konuşarak. Çok geçmeden yolumuz ve önümüzdeki inişli çıkışlı karlı manzarayı aydınlatan ay ışığından başka bir şey kalmadı. Ne yol üzerinde sokak lambaları vardı ne de Morris Minor’ın farları önümüzü doğru düzgün aydınlatıyordu. Benzinimiz de yine azalmıştı ama aşağı yukarı bir saattir tek bir benzinciye bile rastlamamıştık. Kar artık şiddetini iyice artırmıştı ve dahası, kilometrelerdir dağların ve göllerin karanlık ana hatlarından başka hiçbir şey görmemiştik. Sonunda üzeri karla kaplı eski Blackwater tabelasını görünce ikimiz de derin bir oh çektik. Adam son tarifleri âdeta coşkuyla okudu.

“Köprüden geçin, göle bakan sekiyi geçince sağa dönün. Yol sağa kıvrılarak vadiye varacak. Pub’ı geçerseniz fazla ilerlemiş ve eve giden dönüşü kaçırmış olursunuz.”

“Daha sonra pub’da bir şeyler yemek güzel olurdu,” dedim. Uzakta Blackwater Hanı göründüğünde ikimiz de bir şey demedik. Pub’a varmadan döndüm ama pencerelerinin tahtalarla kaplandığını görecek kadar yaklaşmıştık. Metruk bina uzun zaman önce terk edilmiş gibiydi. Vadiye inen dolambaçlı yol hem olağanüstü hem de ürkütücüydü. Dağların arasına elle oyulmuş gibiydi. Şerit o kadar dardı ki küçük arabamız anca sığıyordu, ayrıca şeridin bir tarafı sarp bir uçurumdu ve bariyer de yoktu. Adam ön cama yaklaşıp karanlığa doğru bakarak, “Galiba bir şey görüyorum,” dedi. Benimse tek görebildiğim kapkara gökyüzüyle onun altındaki her şeyi kaplayan beyaz örtüydü. “Nerede?” “Şurada. Hemen şu ağaçların ardında.” Adam hiçliği işaret ederken yavaşladım. Derken uzakta yapayalnız dikilen büyük beyaz binayı gördüm. Adam yılgın bir sesle, “Kiliseymiş,” dedi. “Tamam işte!” dedim ilerideki eski tahta tabelayı okuyarak. “Blackwater Şapeli’ni arıyorduk zaten. Geldik!” “Yani… eski bir kilisede kalmak için mi onca saat araba sürdük?” “Dönüştürülmüş şapelde, evet, ayrıca arabayı ben sürdüm.” İyice yavaşlayarak tek şeritli yoldan çıkıp vadi tabanına inen karla kaplı patika yola saptım. Sağda saman çatılı küçük bir evin önünden geçtik –şapel dışında etrafta görünen tek yapı oydu– sonra küçük bir köprüden geçtik ve birdenbire kendimizi bir koyun sürüsünün arasında bulduk. Farların ışığında ürkütücü görünen bir araya toplanmış koyunlar yolumuzu kapıyordu. Hafifçe ara gaz vererek kornaya bastım ama bana mısın demediler. Karanlıkta parlayan gözleriyle biraz doğaüstü görünüyorlardı. O esnada arkadan bir hırıltı yükseldi.

Devasa siyah labradorumuz Bob yolculuğumuz boyunca gıkını çıkarmamıştı. O yaşında yapmaktan hoşlandığı tek şey uyumak, bir de yemek yemekti ama koyunlardan korkuyordu. Kuş tüyünden de. Benim de korktuğum aptalca şeyler vardı ama ben o şeylerden korkmakta haklıydım. Bob’un hırıltısı koyunları korkutmak şöyle dursun, yünlerini bile kıpırdatmadı. Adam birden arabanın kapısını açınca içeriye sert rüzgârla beraber kar doldu. Adam’ın elini yüzüne siper ederek arabadan inmesini ve sonra koyunların arkasında kalan bir kapıyı açıp onları oraya kışkışlamasını izledim. Karanlıkta o kapıyı nasıl görmüştü hiç bilmiyordum.

Tek kelime etmeden arabaya geri bindi, ben de yolun kalanı boyunca yavaş yavaş sürdüm. Yol gölün kıyısına tehlikeli biçimde yakındı, buraya neden Blackwater* adını verdiklerini görebiliyordum. Arabayı eski beyaz şapelin önüne çektiğimde üzerime bir rahatlık çöktü. Uzun ve yorucu bir yolculuk olmuştu ama sonunda varmıştık işte; kendime içeriye girer girmez her şeyin düzeleceğini söyledim. Arabadan inip tipiye çıktığımda neye uğradığımı şaşırdım. Montuma sıkıca sarındım ama nafileydi, buz gibi esen rüzgâr soluğumu kesiyor, kar taneleri yüzüme tokat misali vuruyordu. Bagajdan Bob’u indirdim ve sonra üçümüz karda gotik görünüşlü çift kanatlı tahta kapıya doğru yürümeye başladık. Şapelden dönüştürülmüş handa kalma fikri başta bana çok romantik gelmişti. İlginç ve eğlenceli olacaktı. Ama şimdi buradayken sanki kendi korku filmimizi çekmeye hazırlanıyormuşuz gibi hissettim. Şapelin kapısı kilitliydi. “Sahipleri anahtar kutusundan filan bahsetmiş miydi?” “Yoo, kapının açık olacağını söylediler.” Gözlerimi amansız kardan koruyarak azametli beyaz binaya, binanın beyaza boyanmış kalın taş duvarlarına, çan kulesine ve vitray camlarına uzun uzun baktım. Bob yine hırlamaya başladı ki normalde hiç böyle yapmazdı, acaba uzakta yine koyunlar yada başka hayvanlar mı görmüştü? Adam’la benim göremediğim bir şey?

Adam, “Belki arka kapısı vardır?” dedi. “Umarım vardır. Araba şimdiden kara gömüldü bile.” İz peşindeymiş gibi başını uzatarak yürüyen Bob önde, şapelin etrafını dolandık. Şapel çepeçevre vitray camlarla kaplı olsa da başka kapısı yoktu. Dahası, binanın ön tarafı harici lambalarla –uzaktan gördüğümüz ışığın kaynağı onlardı– aydınlatıldığı hâlde içi zifiri karanlıktı. Aman vermez rüzgâra karşı başımızı öne eğerek yürümeye devam edip sonunda evin ön tarafına geri döndük. “Şimdi ne yapacağız?” diye sordum. Ama Adam’dan cevap gelmedi. Gözlerimi kardan koruyarak başımı çevirip baktığımda şapelin girişine bakakaldığını gördüm. O devasa tahta kapılar bu kez ardına kadar açıktı.

ADAM

Her hikâye mutlu sonla bitseydi yeniden başlamak için sebebimiz olmazdı. Hayat seçimlerden ve düştüğümüzde kalkmasını bilmekten ibarettir. Ki bunu hepimiz yaparız. Yapamıyormuş gibi davranan insanlar bile yapar bunu. Karımın yüzünü tanımıyorum diye kim olduğunu bilmiyor değildim. “Kapı demin kilitliydi, değil mi?” diye sordum ama Amelia cevap vermedi. O kar fırtınasının ortasında şapelin önünde yan yana durmuş titriyorduk. Bob bile mutsuz görünüyordu ki o hep mutludur. Uzun ve yorucu bir yolculuk olmuştu, ense kökümdeki zonklama durumu daha da kötüleştiriyordu. Dün gece içmemem gereken biriyle çok içmiştim. Yine. Gerçi alkolü suçlamaya gerek yoktu, tamamen ayıkken de aynı derecede aptalca şeyler yapmıştım. “Anlamadan yargıda bulunmayalım,” dedi karım ama bence ikimiz de çoktan pek çok yargıda bulunmuştuk. “Kapı kendi kendine açılmadı ya…” “Kâhya kapıyı çaldığımızı duymuş olabilir mi?” diyerek lafımı kesti.

“Kâhya mı? Sen burayı hangi internet sitesinden bulmuştun?” “İnternetten bulmadım. İşyerinde çalışanlar arasında yaptığımız Noel çekilişinde hafta sonu tatili kazandım.” Birkaç saniye cevap vermedim ama sessizlik zamanı uzattığından daha uzun sürmüş gibi geldi. Ayrıca yüzüm öylesine donmuştu ki dudaklarımı oynatabileceğimi sanmıyordum. Ama meğer oynatabiliyormuşum. “Doğru mu anladım? Battersea Köpek Barınağı’nda yaptığınız çalışan çekilişinde sana eski bir İskoç kilisesinde hafta sonu tatili çıktı, öyle mi?” “Burası bir şapel ama evet, doğru. Ne var bunda? Her sene çekiliş yaparız. İnsanlar barınağa hediyeler bağışlarlar, ben de ilk defa güzel bir şey kazandım.” “Harika,” dedim. “Şimdiye kadar ne ‘güzel’ şeyler yaşadık baksana.” Uzun yolculuklardan nefret ettiğimi biliyordu. Daha doğrusu, arabalardan ve araba sürmekten nefret ediyordum –öyle ki ehliyetim bile yoktu– dolayısıyla kar fırtınasının ortasında onun o teneke kutusundan hâllice antika arabasında sekiz saat kapalı kalmak benim eğlence anlayışıma pek uygun değildi. Manevi destek almak amacıyla köpeğe baktım ama Bob gökten düşen kar tanelerini yemeye çalışmakla meşguldü. Bu tartışmadan haklı çıkamayacağını anlayan Amelia eskiden beni pek eğlendiren pasif-agresif cansız ses tonuyla konuştu. Şimdilerde o tonu duymamak için sağır olmayı diler olmuştum. “İçeriye girelim mi? Bu gecelik idare etmeye çalışalım, olmaz mı? Eğer çok kötüyse gidip bir otel buluruz ya da en olmadı arabada yatarız.” Arabasına geri dönmektense kendi ciğerimi yerdim daha iyi. Karım son zamanlarda aynı şeyleri tekrar tekrar söyleyip duruyordu ve sözleri hep çimdik ya da tokat gibiydi. En çok da seni anlamıyorum sinirimi bozuyordu çünkü anlamayacak ne vardı? O, hayvanları insanlardan daha çok seviyordu, bense kurguyu tercih ediyordum. Bence asıl sorun o şeyleri birbirimize tercih etmeye başladığımızda başlamıştı. Sanki ilişkimizin sözleşme şartları unutulmuştu ya da hiç doğru düzgün okunmamıştı. Oysa ben ilk tanıştığımızda da işkoliktim. Ya da onun deyimiyle yazıkolik. Herkesin bir bağımlılığı vardı ve her bağımlı aynı şeyi arzulardı: Gerçek hayattan kaçmayı. İşim benim en sevdiğim uyuşturucuydu.

Aynı ama farklı; her yeni senaryoya başladığımda kendime bunu söylerdim. İnsanlar bunu istiyorlardı, o hâlde kazanan formülün içeriğini değiştirmek ne derece mantıklı olurdu? Bir kitabın ekrana uyarlanıp uyarlanamayacağını daha ilk sayfalarından anlardım ki bu iyi bir şeydi çünkü bana hepsini okuyamayacağım kadar çok kitap gelirdi. Bununla beraber, işimde iyi olmam ömrümün sonuna kadar bu işi yapmak istediğim anlamına gelmiyordu. Ben kendi hikâyelerimi anlatmak istiyordum. Ne var ki Hollywood artık orijinal hikâyelerle ilgilenmiyordu, romanları filmlere ya da televizyon dizilerine çevirip duruyorlardı ama bu, şarabı suya çevirmek gibi bir şeydi. Farklı ama aynı. Peki ama bu kural ilişkiler için de geçerli miydi? Bir evlilikte aynı karakterleri çok uzun süre oynarsak hikâyeden sıkılıp bırakmamız yahut sonuna ulaşamadan ilgimizi yitirmemiz kaçınılmaz değil miydi?

“Girelim mi?” dedi Amelia düşüncelerimi bölerek. Ürkütücü şapelin tepesindeki çan kulesine bakıyordu. “Hanımlar önden.” Beyefendi olmadığım söylenemezdi. İçeriye girmeden önceki son yalnız saniyelerimi biraz olsun uzatma hevesiyle, “Ben de gidip arabadan bavulları indireyim,” diye ekledim. Hemen hemen bütün vaktim insanları gücendirmemeye çalışmakla geçiyordu: yapımcıları, idari yapımcıları, aktörleri, menajerleri, yazarları. Yüz körlüğüm de düşünülünce, diken üstünde olmanın kitabını yazıyordum âdeta. Bir keresinde bir düğündeki çiftle onların gelinle damat olduğunu fark etmeden tam on dakika konuşmuştum. Kadın klasik gelinliklerden giymiyordu, adam da onlarca sağdıcının kopyası gibiydi. Neyse ki bir sıkıntı çıkmamıştı çünkü insanları cezbetmek işimin bir parçasıydı. Bir yazarın romanını senaryoya uyarlamam için bana güvenmesini sağlamak, bir anneyi ilk evladına bir yabancının bakmasına izin vermeye ikna etmekten daha zordu. Ama ben bu konuda son derece iyiydim. Gelin görün ki, karımı cezbetmeyi unutmuş gibiydim.

İnsanlara prosopagnoziden mustarip olduğunu asla söylemezdim. Öncelikle beni bununla tanımlamalarını istemiyordum ve doğrusunu isterseniz birisi bu durumu öğrendi mi başka bir şey konuşmaz oluyordu. Kimsenin bana acımasına ihtiyacım yoktu, bunu istemiyordum da, dahası bana kendimi ucubenin tekiymişim gibi hissettirmeleri hiç hoşuma gitmiyordu. İnsanların bir türlü anlamadığı şey şuydu ki, yüzleri tanıyamamak benim için normaldi. Yazılımımda meydana gelen bir hataydı sadece, düzeltilemeyen bir hata. Dert etmediğimi söylemiyorum. Arkadaşlarınızı ya da ailenizi tanıyamadığınızı düşünün. Ya da karınızın yüzünün neye benzediğini bilmediğinizi. Yanlış masaya otururum diye Amelia’yla restoranda buluşmaktan nefret ediyordum, bana kalsa hep eve yemek söylerdim. Aynaya baktığımda bazen kendi yüzümü bile tanımıyordum. Ama bununla yaşamayı öğrenmiştim. Hayat bize mükemmel olmayan bir kader çizdiğinde hepimizin yaptığı gibi. Doğrusunu isterseniz, mükemmel olmayan bir evlilikle de yaşamayı öğrenmiştim. Ama herkes öyle yapmaz mı zaten? Mağlubiyet zırvaları değil bunlar, doğruyu söylüyorum. Başarılı ilişkilerin sırrı bu değil midir? Uzlaşmak? Gerçekten mükemmel evlilik var mıdır? Karımı seviyordum. Sadece birbirimizden eskisi kadar hoşlandığımızı sanmıyordum. “Tüm bavulları aldım sayılır,” dedim, elim kolum birkaç gece için ihtiyacımız olandan çok daha fazla bavulla dolu hâlde şapelin merdiveninde ona yetişerek. Amelia omzuma, omzum ona hakaret etmiş gibi bir bakış attı. “Laptop çantan mı o?” diye sordu öyle olduğunu açıkça gördüğü hâlde.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ne Yaptığını Biliyorum ~ Alice FeeneyNe Yaptığını Biliyorum

    Ne Yaptığını Biliyorum

    Alice Feeney

    Karımı Üç Kelimeyle Anlatabilirim: Güzel. Hırslı. Merhametsiz. Kocamı Tanımlamak İçin Tek Kelime Yeter: Yalancı. Tipik bir İngiliz kasabası olan Blackdown’da bir kadın öldürüldüğünde, BBC...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sil Baştan ~ Ken GrimwoodSil Baştan

    Sil Baştan

    Ken Grimwood

    Ken Grimwood’un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak  zorunda kalsaydınız ne...

  2. Grand Hotel Europa ~ Ilja Leonard PfeijfferGrand Hotel Europa

    Grand Hotel Europa

    Ilja Leonard Pfeijffer

    Ilja Leonard Pfeijffer adlı bir yazar kitle turizmi üzerine bir kitap hakkında araştırma yaparken acı bir ayrılık yaşar ve anılarını düzene sokmak için her...

  3. Direniş 2.Kitap ~ Gemma MalleyDireniş 2.Kitap

    Direniş 2.Kitap

    Gemma Malley

    Sıra dışı bir direniş öyküsü… “Bu işte tek başına olacaksın ve buna hazır olup olmadığından emin olmam gerekiyor. Bunun sadece bir iş olmadığını unutma...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur