“İşte ben bunun hayalini kurdum Kemik Bey. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin hayalini. Ruhun kasvetli, karanlık kuytularına biraz olsun güzellik katmak istedim. Bunu bir ekmek kızartıcısıyla yapabilirsin, bir şiirle yapabilirsin, elini bir yabancıya uzatarak yapabilirsin. Nasıl yaptığın hiç önemli değil. Dünyayı bulduğundan daha iyi bir durumda bırakmak. İnsanın elinden gelecek en iyi şey budur.”
Timbuktu, Amerikan edebiyatının en yaratıcı yazarlarından Paul Auster’ın en dokunaklı romanı belki de. Yazar, okuru Brooklyn’li evsiz barksız bir şair olan Willy ve onun can yoldaşı, sırdaşı Kemik Bey’le birlikte bir insanlık yolculuğuna çıkarıyor.
“Pek çok insanın köpek muamelesi gördüğü bu dünyada, Paul Auster bir köpeğin öyküsünü anlatmayı seçmiş. Bu kısa ve olağanüstü kitabı okurken Kemik Bey gibi düşünmemizi, duyumsamamızı, dahası hayal etmemizi sağlamış. Böylece kendi türümüzün dışına çıkarak kendimize yepyeni bir gözle, hayatımızı paylaştığımız bu sevecen ve yarı gizemli hayvanın gözünden bakmamıza olanak tanımış.”
1
Kemik Bey, Willy’nin bu dünyadaki günlerinin sayılı olduğunu biliyordu. Tam altı aydır öksürüyordu Willy, bu öksürükten yakasını kurtaramayacağı da artık belli olmuştu. Başladığından bu yana en ufak bir iyileşme göstermeden, ağır ağır ve amansızca kendi yolunu çizmişti bu öksürük; şubatın üçünde, ciğerlerin dolu olduğuna işaret eden hafif bir hışırtı olarak başlamış, yazın ortasında balgam söktüren, hırıltılı kasılmalara, pıhtı kusarak biten sarsıntılara dönüşmüştü. Bunlar da yeterince kötüydü ama son iki haftadır bronşlardaki müziğin tonu değişmiş, gergin, sert ve takırtılı olmuştu; öksürük nöbetleri artık öylesine sıklaşmıştı ki neredeyse biri bitmeden öbürü başlıyordu.
Ne zaman bir nöbet gelse Kemik Bey, göğüs kafesine binen basınç yüzünden Willy’nin bedeninin patlamasını bekler olmuştu. Bundan sonra sıra kanamadadır herhalde, diyordu Kemik Bey; sonunda, cumartesi günü öğleden sonra o ölümcül an geldiğinde, sanki Cennet’teki bütün melekler ağızlarını açıp hep birlikte şarkı söylemeye başladılar. Washington’ı Baltimore’a bağlayan yolun kıyısında dururlarken Willy’nin elindeki mendile topak topak kırmızı şeyler tükürdüğünü Kemik Bey kendi gözleriyle gördü; gördüğü anda da artık hiç mi hiç umut kalmadığını anlayıverdi. Ölümün kokusu Willy G.
Christmas’ın üzerine çökmüştü; nasıl ki güneşin bulutların arasında duran ve her gün yanıp sönen bir lamba olduğu tartışılmazsa Willy’nin sonunun geldiği de o kadar tartışılmazdı. Zavallı bir köpeğin elinden ne gelirdi ki? Kemik Bey, ta küçücük bir yavru olduğu günlerden beri Willy’yle birlikteydi, içinde sahibinin olmadığı bir dünyayı düşünemiyordu bile. Her düşüncesi, her anısı, toprağın ve havanın her zerresi Willy’yle dopdoluydu. Alışkanlıkların silinmesi güçtür, yaşlı köpeklere yeni numaralar öğretilemeyeceği konusundaki mesellerin de gerçek bir yanı var kuşkusuz; ama Kemik Bey’in olacaklardan korkmasının nedeni yalnızca sevgi ya da bağlılık değildi. Varoluşu konusunda kapıldığı dehşetti. Willy’yi dünyadan çekip alın, dünyanın da mutlaka sonu gelirdi. Kemik Bey, o ağustos sabahı Baltimore sokaklarında ölüm döşeğindeki sahibiyle birlikte ayaklarını sürüye sürüye yürürken işte böyle içinden çıkılması güç bir durumun içindeydi.
Yalnız kalan bir köpek, ölü bir köpek demekti, Willy son nefesini verir vermez Kemik Bey’in de bir an önce ölmekten başka bir beklentisi kalmayacaktı. Willy zaten günlerden beri onu bu sona hazırlıyordu, Kemik Bey ne yapacağını ezberlemişti bile: Köpek avcılarından ve polislerden, polis arabalarından ve plakasız otomobillerden, yani şu sözüm ona insan toplumundaki ikiyüzlülerden nasıl uzak duracağını öğrenmişti. Seninle ne kadar tatlı konuşurlarsa konuşsunlar “korumak” sözcüğü tehlikeliydi. Ağlarla ve uyuşturucu iğne atan silahlarla başlar, kafesler ve neon ışıklarıyla dolu bir karabasana dönüşür, sonunda da öldürücü bir iğne ya da bir doz zehirli gazla iş biterdi. Kemik Bey cins bir köpek olsaydı, güzellik yarışmasına katılır gibi ortaya çıkar ve birisi tarafından sahiplenilme şansı olurdu; ancak Willy’nin yoldaşının damarlarında olmayan kan yoktu: Yarı kollier, yarı labrador, yarı spanyel, yarı bilinmez bir tür; üstüne üstlük yara bere içindeki derisi kabuk kabuktu, ağzından kötü kokular yükseliyor, kan oturmuş gözleri de sürekli hüzünlü bakıyordu.
Onu kurtarmak isteyecek birinin çıkması olanaksızdı”. O evsiz barksız ozanın dediği gibi, “sonuç baştan belliydi”. Kemik Bey bir çırpıda yeni birine kapılanmazsa daha sonra kimse onun suratına bakmazdı. “Uyuşturucu iğnelerden kurtulmayı başarsan bile,” dedi Willy, Baltimore’daki o sisli sabah vakti düşmemek için bir sokak lambasına tutunurken, “bil ki seni daha binbir şey bekliyor. Seni uyarıyorum, kemo sabe. Ya kendine yeni bir sahip bulursun ya da günlerin sayılıdır. Şu kasvetli sokaklarda çevrene bir bak. Her köşe başında bir Çin lokantası var; sen önlerinden geçerken oradakilerin ağızlarının sulanmayacağını sanıyorsan Doğu mutfağı hakkında bir şey bilmiyorsun, demektir. Onlar köpek etine bayılırlar dostum. Aşçıbaşılar başıboş köpekleri toplayıp mutfağın arkasındaki bölmede kesiverirler – hem de haftada on, yirmi, otuz köpeği.
Yemek listesinde onları ördek ya da domuz diye yutturabilirler ama bu işten anlayanlar neyin ne olduğunu bilirler; gurmeler bunu yutmaz. Bir tabak moo goo gai pan olmak istemiyorsan, şu Çin lokantalarından birinin önünde kuyruğunu sallamadan önce iyice düşünmelisin. Ne dediğimi anlıyor musun Kemik Bey? Düşmanını tanı, sonra da bir adım uzak dur ondan.” Kemik Bey anlamıştı. Willy’nin söylediklerini her zaman anlardı. Kendini bildi bileli böyleydi bu, Amerika topraklarında yedi yıl geçirmiş herhangi bir göçmen kadar iyiydi artık İngiloşçası. İngiloşça ikinci diliydi elbette, annesinin öğrettiği dilden de epeyce farklıydı; telaffuzu biraz bozuksa da, bu dilin sentaksı ile dilbilgisinin inceliklerini adamakıllı öğrenmişti. Kemik Bey’in zekâ düzeyindeki bir hayvan için bu pek tuhaf ya da alışılmadık sayılmamalı. Çoğu köpek, iki ayaklıların dilini oldukça iyi öğrenir ancak Kemik Bey şanslıydı, sahibi kendisine eşit muamele yapıyordu. Ta başından iyi arkadaş olmuşlardı, Kemik Bey’in Willy’nin yalnızca en iyi arkadaşı değil tek arkadaşı olduğunu düşünürseniz, bir de sabah gözünü açtığı dakikadan akşam sarhoş olup kendinden geçtiği dakikaya kadar durmaksızın konuşan tam bir laf manyağı olan Willy’nin kendi sesine hayran olduğunu da unutmazsanız, Kemik Bey’in insanlara özgü dile bu kadar ısınmasının nedeni de açıkça ortaya çıkmış olur. Bütün bunlardan sonra şaşırtıcı olan tek şey, Kemik Bey’in sahibinden daha iyi konuşmayı öğrenmemesiydi.
Çaba göstermediğinden değil ama beden yapısı yardımcı olmuyordu buna, kaderin ona uygun gördüğü ağız, diş ve dil yapısıyla elinden gelen en iyi şey, kesik kesik havlamak, gurultular, mırıltılar çıkarmak, iniltili, ne olduğu belirsiz bir sohbete girişmekti. Çıkardığı bu seslerin anlaşılır olmaktan ne kadar uzak düştüğünün ne yazık ki farkındaydı, yine de Willy ona hep söz hakkı tanırdı, zaten önemli olan da buydu. Kemik Bey, canı ne zaman isterse konuşabilirdi, o zaman da sahibi onu dikkatle dinler, insan ırkından biriymiş gibi konuşmaya çabalayan dostunun yüzünü gözlerdi; Kemik Bey’in ağzından çıkan her sözcüğe dikkat ettiğine yemin edebilirdiniz.
Oysa Baltimore’daki o kasvetli sabahta, Kemik Bey ağzını açmıyordu. Birlikte geçirecekleri günlerin, hatta belki de saatlerin sonu gelmişti, uzun konuşmalarla geçirecek zamanları yoktu, lafı uzatacak, saçma sapan konuşacak zamanları da. Öyle durumlar vardır ki, düşünceli ve disiplinli davranmak gerekir, onların içinde bulundukları sıkıntılı durumda da Kemik Bey’in çenesini tutup iyi ve sadık bir köpek gibi davranması doğru olacaktı. Willy’nin tasmayı boynuna geçirmesine hiç itiraz etmedi. Son otuz altı saattir ağzıma bir lokma bir şey koymadım, diye sızlanmadı da; dişi köpek kokusu almak için havayı koklamadı; her sokak lambasının, her yangın söndürücünün dibinde işemek için durmadı. Willy’nin yanında salına salına yürüdü, Calvert Sokağı 316 numaraya gitmek için boş caddelerden geçerken sahibinin peşinden ayrılmadı. Kemik Bey, Baltimore’dan hoşlanmıyor değildi. Bunca yıldır bulundukları öteki kentlerden pek farkı yoktu Baltimore’un; bu yolculuğa ne için çıktıklarını anlasa da, bir adamın dünyadaki son saatlerini daha önce hiç gitmemiş olduğu bir yerde geçirmeyi tercih ettiğini düşünmek onu üzüyordu. Bir köpek asla böyle ahmakça bir hata işlemezdi.
Hayatının muhasebesini yapar, sonra gidip bildiği bir yerde ruhunu teslim etmeye çalışırdı. Oysa Willy’nin ölmeden önce yerine getirmesi gereken iki iş vardı, her zamanki inatçılığıyla, kendisine ancak bir tek kişinin yardımcı olabileceğini kafasına takmıştı. Bu kişinin adı da Bea Swanson’du; bu kadının en son Baltimore’da yaşadığı söylendiği için de onu bulmak üzere Baltimore’a gelmişlerdi. Bütün bunlar iyi hoş da, Willy’ nin planı işlemezse Kemik Bey, bu elmalı kekler ve mermer basamaklar kentine tıkılıp kalacaktı; peki o zaman ne yapacaktı? Telefon edilse yarım dakikada çözümlenecek bir işti bu ama Willy önemli işleri telefonla halletmekten inanılmaz derecede nefret ederdi. Bir garip aleti kaldırıp göremediği biriyle konuşmaktansa günlerce yürümeyi yeğliyordu. İşte böylece tam üç yüz yirmi kilometre yol teptikten sonra şimdi ellerinde bir harita olmaksızın Baltimore’un sokaklarını arşınlıyor, olup olmadığı bilinmeyen bir adresi arıyorlardı. Ölmeden önce tamamlamak istediği iki işten hiçbirini öbüründen üstün tutmuyordu Willy. İkisi de çok önemliydi onun gözünde; bu iki işi ayrı ayrı çözümlemesine yetecek zamanı kalmadığı için de bir taşla iki kuş vurmaktan başka çaresi kalmamıştı. Bu iki işten biri yukarıda açıklandı: tüylü arkadaşına yeni bir yuva bulmak. İkincisi,kendi işlerini toparlamak ve elyazmalarını emin ellere teslim etmekti.
O sırada, tüm yaşamı boyunca yaptığı iş, Fayette Sokağı’ndaki Greyhound Otobüs Terminali’ndeki emanetçide kiraladığı bir dolaba tıkıştırılmış durumdaydı; bu terminal, Kemik Bey’le birlikte bulunduğu yerden ikiüç sokak kuzeydeydi. Dolabın anahtarı cebindeydi, anahtarı emanet edeceği birini bulamazsa o güne kadar ne yazmışsa yok olacak, sahipsiz eşya gibi çöpe atılacaktı. Christmas soyadını aldığı yirmi üç yıldan bu yana, Willy tam yetmiş dört defterin sayfalarını yazıyla doldurmuştu. Bu yazdıkları arasında şiirler, öyküler, denemeler, günlük kayıtları, özdeyişler, özyaşamöyküsel notlar vardı, bir de “Serseri Günler” adını taşıyan ve hazırlamakta olduğu bir destanın ilk bin sekiz yüz satırı. Bu çalışmalarının büyük bölümü, annesinin Brooklyn’deki evinin mutfak masasında gerçekleşmişti ama annesinin dört yıl önceki ölümünden bu yana açık havada yazmak zorunda kalmış; düşüncelerini kâğıda dökmeye çalışırken de parklarda ve tozlu sokaklarda hava koşullarıyla mücadele etmişti. Yüreğinin ta derinlerinde Willy kendisinin ne mal olduğunu biliyordu.
Sorunlu biri olduğunun, bu dünyaya uyum sağlamadığının farkındaydı, ancak o defterlerde epeyce işe yarar şeyin gizlendiğini de biliyordu, en azından bunu düşününce başını dik tutabiliyordu. Kim bilir, ilaçlarını daha özenle alsaydı, ya da daha sağlam yapılı olsaydı ya da içkiden ve gürültülü barlardan bu kadar hoşlanmasaydı, daha pek çok iyi iş çıkarabilirdi. Pekâlâ da mümkündü bu, ama artık pişmanlıkların ve hataların hesabını çıkarmaya zaman yoktu. Willy en son cümleyi yazmıştı, saati birkaç tik taktan sonra susacaktı. Kendini ancak o dolaptaki yazılarla kanıtlayabilirdi. Onlar kaybolursa sanki Willy hiç yaşamamış gibi olacaktı.
İşte Bea Swanson tam bu noktada katılmıştı öyküye. Willy bu işin boşa atıp dolu tutmak olduğunu biliyordu,ama o kadını bulabilirse onun kendisine yardım edebilmek için elinden ne gelirse yapacağına emindi. Bir zamanlar, dünya henüz gençken Mrs. Swanson, lisede onun İngiloşça öğretmeni olmuştu, o olmasa Willy kendisinin bir yazar olduğunu düşünme cesaretini asla bulamazdı. O günlerde henüz William Gurevitch’ti, kitaplara ve caz müziğine tutkun, on altı yaşında sıska bir oğlan. Öğretmeni onu kanatlarının altına alıp yazdıklarını öyle bir övmüş, öyle bir göklere çıkarmıştı ki, Willy kendisini Amerikan edebiyatının yeni yıldızı olarak görmeye başlamıştı. Mrs. Swanson’un böyle davranmasının yanlış mı doğru mu olduğunu düşünmenin sırası değil şimdi, çünkü o durumda önemli olan elde edilecek sonuçlar değil, vaatlerdir; Mrs. Swanson, Willy’deki yeteneği fark etmiş, çocuğun toy ruhunda parlayan kıvılcımı görmüştü; insan kendisine inanan birini bulmazsa bu dünyada asla bir şey başaramaz. Kanıtlanmış bir olgudur bu, Midwood Lisesi’nin üçüncü sınıfındaki çocukların hepsi Mrs. Swanson’ı, tahtaya yazı yazarken tombul kollarındaki etler sallanan bodur, kırklık bir kadın olarak görürken Willy onu çok güzel buluyor, gökten inip insan biçimini almış bir melek olduğunu düşünüyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTimbuktu
- Sayfa Sayısı168
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750756894
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mucizeler ~ Elena Medel
Mucizeler
Elena Medel
María, Carmen ve Alicia’nın hikâyesi, 1969’da, yeni doğan kızı Carmen’i geride bırakarak çalışıp eve para yollama umuduyla Madrid’e taşınan María ile başlar. Fakat umutları...
- Küçük Cadı Yeşil ~ Marie Desplechin
Küçük Cadı Yeşil
Marie Desplechin
Yeşil, on bir yaşında küçük bir öğrenci. Cadılık yetenekleri henüz tam olarak açığa çıkmamış bir cadı. Gelecekte bir gün annesi ve anneannesi gibi bir cadıya...
- Güvercin ~ Patrick Süskind
Güvercin
Patrick Süskind
Düzenli bir yaşam süren, içine kapanık, sıradan biri olan Jonathan Noel, yıllardır bir bankanın bekçiliğini yapmaktadır. Bütün işi banka müdürünü karşılayıp arabasının kapısını açmaktan...