
Kahramanımız özel dedektif Gereon Rath, gizlice kaçtığı Amerika’da eski bir hasmıyla karşılaşıyor ve gangsterlerle mücadele ediyor. Eşi Charlotte Rath ise çürüdükçe ve korkunçlaştıkça utanç verici biçimde “normalleşen” Nazi rejiminin labirentlerinde hayatta kalmaya çalışıyor. Volker Kutscher’in siyasi polisiye dizisinin dokuzuncu romanı, İkinci Dünya Savaşı arifesinde bütün Batı’yı saran karanlığın içinde geçiyor.
Yıl 1937. Gereon Rath, artık Almanya’da barınamayacak durumdadır. Sahte kimlikle bir zepline atlayıp Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçar. Resmen “ölü” olarak bilinmektedir. Rath’ın eşi Charlotte’un da aslında yurtdışına kaçması gerekiyordur. Fakat evlatlığının bir psikiyatri kliniğine kapatılmış, en yakın arkadaşının da kayıp olması, onu Berlin’de tutar. Atlantik’in iki ucunda, farklı türden dehşetli işlerle cebelleşirler. İkisi de, barbarlaşan ortamda “insan kalmaya” çalışıyorlardır aslında.
“Transatlantik’in karmaşık ve zengin bir hikâyesi var. Volker Kutscher’in anlatımı lezzetli, bol ayrıntılı ve ince işlenmiş. Kahramanlarının iyice olgunlaşacak zamanı olmuş, artık eski ahbaplarımız gibiler. Ve Kutscher 1937 yılının canlı ve heyecanlı bir resmini çizmeyi başarıyor.”
Norddeutsche Rundfunk
İÇİNDEKİLER
Amerika Seyahati
9
Birinci Kitap
17
Perde Arası
295
İkinci Kitap
297
Avrupa Yolunda
545
KISALTMALAR, ÖRGÜTLER, KURUMLAR
549
Amerika Seyahati
Europa hızlı vapuru,
Pozisyon 41° 44´ N, 49° 57´ W
Rota Batı-Güneybatı
Hedef Liman New York City
25 Ağustos 1936, Salı
Açık denizde seyrettikleri içeride pek hissedilmiyordu. Ahşap panellerle kaplanmış salon Britanya’daki oturaklı centilmen kulüplerinden birisi de olabilirdi. Salonun bir ucunu bir kabartma, antik bir şey, incecik elbiseler giymiş bir kavalcının idare ettiği ve bir öküzün çektiği üzüm dolu bir kağnı süslüyordu. Öküzün üzerinde ise, vapurun adından dolayı beklenebileceği gibi Avrupa değil, sarhoş bir aptal gibi sırıtan yarı çıplak ikinci bir adam oturuyordu. Marion Goldstein’ın Yunan efsaneleri hakkında pek fazla bilgisi yoktu belki ve bu figürün neyi veya kimi simgelediğini de bilmiyordu ama ne Avrupa ne de kutsal bir öküz olduğunu körler bile ayırt edebilirdi. Sigarasını parmaklarının arasına tutuşturalı epey olmuştu ama bu karalar giyinmiş hanımefendiye ateş tutmaya kimse yeltenmiyordu. Ne kıvrak hareketlerle ama dikkat çekmeden sıra sıra dizilmiş masaların arasında dolaşan garsonlar ne de yumuşak deri koltuklarda sigaralarını tüttüren kibar beyefendiler. Sarışın dula gözünün ucuyla bile bakan yoktu. Marion bunun sebebini biliyordu: Birinci mevkinin sigara içilen salonu, hiçbir yerde yazılı bir kural olmadığı halde sadece Tanrı’nın erkek kullarının kullanımı içindi. Aslında bir kavalyenin alelacele çakmağını burnunun dibine uzatıp uzatmamasını önemsemiyordu ama bu beyefendilerin, iyi eğitimlerine mi yoksa kibirlerine mi uysalar bir türlü karar veremeyen bu ödleklerin onun yüzünden ter dökmelerinden keyif alıyordu. Abe olsa onlardan tiksinirdi. Yazılı olmayan kuralları da, başkalarının ne düşüneceğini de umursamadan, yalnız hanımefendiye doğru eğilip gülümser ve sigarasını yakardı. Dul kalan eşinin şimdi el çantasından çıkardığı çakmakla. Vapura binerken Abe’in çakmağını yanına almıştı. Bu sağlam çakmağın ona şans getirdiğini söylerdi hep. Oysa, neden olduğu bilinmez, o gece, on iki gün evvelki o felaket gece çakmağı otelde bırakmıştı. Abe öldükten sonra bu çakmağı bir daha asla gözden ırak tutmamaya yemin etmişti. Geceleri hafif bir benzin kokusu salarak yatağının yanında duruyor, rüyalarına giriyordu. Genellikle güzel, Abe’le buluştuğu ve kalbinin tekrar heyecanla gümbür gümbür atmaya başladığı rüyalardı bunlar. Kötü olan sabah uyandığı, yanı başındaki yatağın neden boş olduğunu yavaş yavaş kavradığı anlardı: O yoktu. Bir daha olmayacaktı. Çakmak ufak bir teselliydi. Sanki onun bir parçasıydı, sanki o tam gitmemişti. Berlin’den birlikte Amerika’ya gittikten bir sene sonra bu çakmağı ona hediye ettiğinde evlenmişlerdi artık. Asla geri dönmeyeceklerdi, tek bir gün için bile olsa. Ne bu salak olimpiyat için ne de Abe’in Berlin’de yapmayı planladığı başka şeyler için dönmeyeceklerdi. Çünkü bir ay önce Avrupa’ya gitmek üzere demir aldığında Manhattan’a binmeseler, Abraham Goldstein hâlâ hayatta olacaktı. Çakmak parladı, alevler hafif bir hışırtıyla sigarayı tutuşturdu. Marion derin bir nefes çekip dumanı salonun derinlerine doğru üfledi. Çakmağın kapağını kapattığında çıkan metalik ses deri koltukların sessizliğini bozdu. Beyefendilerin bir kısmı yerlerinden korkuyla sıçradı, diğerleri davetsiz dişi misafiri görmezden gelmeye karar vermiş olduklarını bir an unutup ona doğru döndü. Fakat kimse bir şey demedi. Belki de bu kadar çekingen olmalarının sebebi üstündeki siyah dul elbisesiydi, belki de bu sarışın dulun kimin yasını tuttuğunu işitmişlerdi. Adeta Abe yanındaki boş koltukta oturuyor ve herhangi bir itirazda bulumak isteyenlerin onun yanına yaklaşmasına mani oluyordu.
Marion Goldstein kocasının Berlin’e gitmesine neden olan planlar hakkında fazla bir şey bilmiyordu. Çoğundan onun öldüğü akşam, Bristol’deki süitlerinde kilitli çekmeceleri boşaltırken haberdar olmuştu. Tanımadığı, Abe’in Berlin’de ilişki kurduğu adamlardan biri onu arayarak uyarmıştı. Bunun üzerine alelacele her şeyi toparlayıp saklamıştı. Lehrter Bahnhof’tan otele döndüğünde çoktan süitlerini aramaya başlamışlardı. Sivil giyimli iki aynasız. Devlet polisi. Kocası, Yahudi suçlu Abraham Goldstein’ın İmparatorluk Bakanı Hermann Göring’e suikast yapmayı planladığını söylemişler ve Marion buna bir an bile inanmamıştı. Fakat Alman güvenlik kuvvetleri korkak suikastçıyı zamanında kıstırmış ve etkisiz hale getirmişti. Etkisiz hale getirmekmiş. Düpedüz vurmuşlardı onu bu domuzlar! Abe’in bir suikastçı olmadığını Marion baştan beri biliyordu. Fakat ancak onun kendisinden gizlediği ve polisin eline geçmemesi için yine kendisinin güvenli bir yere taşıması icap eden şeyleri görünce, Abe’in Berlin’e ne için geldiğini anlamıştı: Ne olduğunu çıkaramadığı nakliyat belgeleri, üzerinde Bayer şirketinin haçı bulunan bir paket orijinal eroin ve Renanya’daki Elberfeld’de oturan Doktor Werner Ferber adına alınmış ve 21 Ağustos 1936 tarihinde Bremerhaven’dan New York’a hareket ederek Atlantik Okyanusu’nu aşacak olan hızlı vapur Europa için Norddeutsche Lloyd’a ait bir bilet. Bu yüzden o da 21 Ağustos’ta Europa’ya binmişti. Elberfeld’deki Bayer fabrikasında kimyager olduğunu ama Yahudi olduğu için işine son verildiğini öğrendiği Doktor Ferber ile beraber. Abe doktoralı bu genç adamın kendisine orada yeni bir hayat kurabilmesi için ona bu Amerika biletini temin etmişti. Elbette Doktor Ferber ile aynı kamarayı paylaşmıyordu ama güvertede birlikte o kadar çok vakit geçiriyorlardı ki, birinci mevkinin diğer yolcuları dedikodu yapmak ve burun kıvırmak için yeterince malzeme buluyordu.
Bu genç kimyagerle bir ilişki peşinde değildi. Onu ilgilendiren tek şey adamın okyanusu aşmasının ne anlama geldiği ve amacının ne olduğuydu. Bu konuda Doktor Ferber çok sarih konuşuyordu. Ne de olsa Marion Goldstein işvereninin dul kalan eşiydi. Adam o kadar açık konuşuyordu ki, Marion, kendisi söz konusu olduğunda makul olsa dahi, başkalarının yanında şartlar ne olursa olsun bu kadar açık davranmaktan kaçınması gerektiğini ona anlatmaya mecbur kalmıştı. Marion, Abe ile olan anlaşmasına sadık kalacağına dair ona söz verdi. Doktor Ferber’e, Abe’in ona vaat ettiği laboratuvarı sunacaktı. Bunu nasıl yapacağını henüz bilmiyordu. Müttefiklere ihtiyacı olacaktı ama bütün mesele kime güvenebileceğiydi. New York’ta kendisini bekleyen Sally Epstein, Doktor M. ya da Jack Helferich gibi insanları düşündüğü zaman Abe’in çevresinden aklına sadece güvenmediği insanların geldiğini fark ediyordu. Salonda kolay kolay işitilmeyecek bir uğultu oldu. Sebebi kendisi olamazdı, çünkü o sessiz sakin koltuğunda oturuyordu. Kafasını kaldırdı. Sigara içilen salona bir kadın daha girmişti. Sıkıca arkaya taranmış saçlarıyla ve sert, neredeyse korku salan bakışlarıyla, birinci mevkide kendisi gibi siyahlar giyinmiş tek insan olduğu için daha Bremerhaven’da gemiye binerken dikkatini çeken Amerikalı kadındı bu. Amerikalı dul da hep yanında bir adamla dolaşıyordu ve o ikisinin arasındaki yaş farkı, Marion ile Doktor Ferber arasındakinden çok daha fazla göze batıyordu. Fakat şimdi yalnızdı. Amerikalı kadın birlikte seyahat ettiği yolcuların fısıldaşmasına aldırmadığı gibi, sigara içilen salondaki uğultudan daha da az rahatsızlık duyuyordu. Tam aksine, iyi bir konyak yudumlar gibi, kendisini bu erkek dünyasına taşıyan her adımın tadını çıkarıyordu. Siyah bir gece elbisesi, yüksek topuklu ayakkabılar ve kısa bir Bolero ceketten oluşan kombinasyon bir dul için neredeyse fazla şık sayılırdı. Şapkasının ufak bir siyah peçesi bile vardı. Ne giydiğine her zaman özen gösteren Marion o kadar şık değildi. Öte yandan, Gerson’da siyah elbisesini seçerken fazla vakti de olmamıştı, yapacak daha önemli işleri vardı.
Oturulabilecek boş koltuklar Marion’un masasında değildi ama diğer bütün masalardaki beyefendiler öylesine göstere göstere kafalarını başka tarafa çevirdiler, çantalarını, gazetelerini boş koltuklara bıraktılar ki, olduğu yerde dönüp gerisingeriye gitmek istemiyorsa, yeni gelen kadının sigara içilen salonda bulunan tek kadının yanına oturmaktan başka çaresi kalmadı. Fakat Amerikalı kadın kolay kolay geri dönüp gidecek cinsten değildi. Marion’un masasına yaklaştı. “Yanınıza oturmak izin verirsiniz mi?” “Aa, Almanca konuşuyorsunuz! Ben sizi Amerikalı sanmıştım!” “Öyleyim.” Dul kadın siyah eldivenli elini uzattı. “Morgan. Olympia Morgan. Chicago, Illinois.” Marion kadının elini sıktı. “Pleased to meet you,”1 dedi. “Goldstein. Marion Goldstein. From Brooklyn, New York. Buyrun, oturun.” “Aa, Amerikalısınız,” dedi Misses Morgan ve oturdu. “Ben sizi Alman zannetti!” “Bir bakıma ikisi de sayılırım.” Marion sigarasını bastırıp söndürdü. “Fakat şu sıralar Almanya hakkında sarf edecek iyi bir kelime bulamıyorum. Orada kocamı kaybettim.” “Vah, vah! My deepest condolences.”2 Dul Morgan içini çekti. “Demek aynı kaderi paylaşıyoruz! Ben de Walter’imi Almanya’da kaybetti. While he was at the olympics. Heart attack.”3 “Oh, that’s sad. I’m sorry for your loss.”4 Marion taziyesini o kadarla bıraktı. Fazla soru sormak, ayrıntıları öğrenmek istemiyordu. Neticesinde, aynı kaderi paylaştığı kadının Mister Goldstein’ın bir polis operasyonunda öldürüldüğünü bilmesi de gerekmiyordu. Muhabbet bir süre duruldu. “Eşinizin naaşını States’e5 geri götürüyorsunuz, öyle mi?” diye sordu dul sonunda. “Hayır. Onu Berlin’de toprağa verdim. Ailesi oralı. Weißensee Mezarlığı’nda.” Dul Morgan meraklı gözlerle ona baktı ama sesini çıkarmadı. Sigara tabakasını çıkararak Marion’un burnunun dibine uzattı. Marlboro, bir Amerikan kadın sigarası.
“Thank you, Misses Morgan.” Marion bir sigara aldı. Metal çakmağı çaktı, önce dul kadınınkini, sonra kendi sigarasını yaktı. Yan masadaki beyefendilerden biri anlamlı anlamlı öksürünce Marion çakmağın kapağını gürültüyle kapattı. “Walter’in külleri in my cabin,” dedi Chicagolu kadın. “I don’t trust these Germans.”6 Marion başıyla onayladı. O da Abe’in eroinini kamarasında, yatağın altında duran el bagajına saklamıştı. Hamalların hiçbirinin ellemesine izin vermemişti. Abe’den ona Amerika’da bir miras kalıp kalmadığını bilmiyordu ama bu malzemeyle New York City’de iyi para kazanabileceğinin farkındaydı. Kocasının mal varlığının yasal ve resmî olup olmadığından bile haberdar değildi. Kendisine Long Beach’te bir ev sözü vermişti ama henüz Williamsburg’da oturuyorlardı. Talihi yaver gitmezse ondan bile olabilir ve o zaman Amerika’da her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırdı. Ne olursa olsun, Berlin’de yaşamaktan iyiydi. Oraya sırt çevireli daha sadece birkaç sene olmuştu ama memleketi olan o şehire tuhaf şekilde yabancılaşmıştı. Berlin’in Amerikalı tarafıydı her zaman hoşuna giden: öngörülmez olması, özgürlük kokusu, her şeyin mümkün olduğu hissi. Halbuki artık bunların hiçbiri kalmamıştı. Fazlaca geniş ve şık bulvarlarına rağmen şehir gitgide daralıyor ve yoksullaşıyormuş gibi geliyordu ona. “Seyahatinize birisi eşlik ediyor,” dedi Misses Morgan önemsiz bir konuya değinir gibi. Demek göründüğünden daha meraklıydı. “Tam öyle sayılmaz. Doktor Ferber vefat eden kocamın bir tanıdığıdır. Abraham onun Amerika’da kendisine yeni bir hayat kurmasına yardım etmek istiyordu. Şimdi bunu benim üstlenmem gerekecek.” “Oh, a doctor! Onlara hep ihtiyaç vardır. İyisi mi, hospitallara7 sorun.” “Doktor Ferber tıp doktoru değil, kimyager.” “Oh!”
Dul Morgan bir gaf yapmış gibi bakıyordu. Doktoralı bir kimyager anlamlı herhangi bir iş yapamazmış gibi. “Bayer fabrikası,” diye açıklamaya girişti Marion ve en tanınmış markaları saymaya başladı. “Aspirin, Eroin, Lycetol, Prontosil…” “Ha!” Amerikalı kadın anladığını göstermek için başını salladı. “Ya size eşlik eden kişi?” diye sordu Marion. “Mister Fitzgerald mı? Yoo, yoksa onunla benim…?” Elinin tersiyle bu düşünceyi bir kenara itti. “No, no! He was Walter’s secretary, now he is mine.”8 “Yaa!” Anlamış gibi kafa sallama sırası şimdi Marion’daydı. “Ne yapsam? İşler devam ediyor!” Olympia Morgan omuz silkti. “Walter’in ölümü ne kadar üzücü olursa olsun, but you know: business is bigger than all of us!”9 “İşte bunda haklısınız,” dedi Marion. “Bunda sonuna kadar haklısınız.” Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamayan bu kadın ilgisini çekmeye başlamıştı. Bu yüzden, “Söylesenize,” diyerek devam etti. Bir yandan da Olympia Morgan’ı dostça süzüyordu. “Nasıl bir işten söz ediyoruz?
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTransatlantik
- Sayfa Sayısı550
- YazarVolker Kutscher
- ISBN9789750538292
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yol Arkadaşım Banjo ~ Cary Fagan
Yol Arkadaşım Banjo
Cary Fagan
Hakiki müzik daima ruha hitap eder. Kurabiye kutusundan gelse bile… Şapkada Eriyen Bay Karp kitabındaki muhteşem uyumlarından tanıdığımız Cary Fagan ve Selçuk Demirel, Yol Arkadaşım Banjo ile bu kez kulağımızın...
- Duvar ~ Jean Paul Sartre
Duvar
Jean Paul Sartre
Varoluşçuluk´un babası sayılan Jean-Paul Sartre (1905-1980) Aydınlanma Çağından bu yana çağının tanığı ve bilinci (vicdanı) olabilmiş, edebiyata, felsefeye ve politikaya ilişkin görüşleriyle çağını etkilemiş,...
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Gece karanlığı bastırıyordu. Kampın gürültüsüne ve telaşına alışık olan duyuları körelmişti. Ne görülecek, ne duyulacak, ne de yapılacak bir şey vardı burada. Sessizliğin bozulduğunu...