Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Üç Kadın
Üç Kadın

Üç Kadın

Lisa Taddeo

Arzu. Bizi büyülüyor ve avucuna alıyor. Düşüncelerimizi kontrol ediyor, hayatlarımızı yönlendiriyor, bazen sadece onun için yaşıyoruz. Yine de hakkında neredeyse hiç konuşmuyoruz. Ve derinlerde…

Arzu. Bizi büyülüyor ve avucuna alıyor. Düşüncelerimizi kontrol ediyor, hayatlarımızı yönlendiriyor, bazen sadece onun için yaşıyoruz. Yine de hakkında neredeyse hiç konuşmuyoruz. Ve derinlerde yatan bir güç olarak arzu, büyük ölçüde keşfedilmeden kalıyor. Gazeteci Lisa Taddeo’nun, farklı geçmişlere ve yaşam tarzlarına sahip kadınlarla konuşmak için Amerika’yı altı kez baştan başa kat ettikten sonra kaleme aldığı Üç Kadın, kadın arzusunun kırılganlığına, karmaşıklığına ve eşitsizliğine ışık tutan, çığır açan bir kitap.

Unutulmaz üç kadının deneyimlerini okudukça yalnız olmadığımızı hatırlayacağımız, büyük bir gazetecilik başarısı. Üç Kadın, karşılanmayan ihtiyaçların, dile getirilmeyen düşüncelerin, hayal kırıklıklarının, umutların ve amansız takıntıların bir kaydı. Çekici, rahatsız edici, çok katmanlı, güçlü ve güzel.“İçimize işleyen, yakıp yıkan, büyüleyen bir kitap. Bir kitap bundan fazlasını yapabilir mi emin değilim.”The Sunday Times “Cesur, güncel, yüz yılda bir denk gelinebilecek bir kitap. Her evde bir tane olmalı… çok geçmeden olacaktır da.”New Statesman “Nefes kesici, kendinden emin ve tamamen kendine has.”Dave Eggers

“Dışarıdan, açık bir pencereden içeriye bakan kişi, kapalı bir pencereye bakanın gördüğü kadarını göremez hiçbir zaman. Tek bir mumla aydınlanmış bir pencereden daha derin, daha gizemli, daha anlamlı, daha sinsi, daha göz kamaştırıcı bir şey yoktur. İnsanın güneşin altında açıkça görebildiği, bir pervazın ardında olup bitenler kadar ilginç değildir hiçbir zaman. Bu karanlık ya da ışıklı karenin içinde yaşam yaşar, yaşam düşe dalar, yaşam acı çeker.” Charles Baudelaire

önsöz

Annem genç bir kadınken her gün işe gittiği yolda bir adam onun peşine takılır ve bir adım gerisinde mastürbasyon yapardı. Annemin sadece ilkokul diploması ve orta kalite keten bulaşık bezlerinden müteşekkil bir çeyizi vardı ama güzeldi. Onu tarif etmeye çalıştığımda hâlâ ilk aklıma gelen bu. Saçları Tirol Alpleri’nde bulabileceğiniz çikolataların rengindeydi ve onları hep aynı biçimde, tepeden kısa bukleler halinde toplardı. Teni, ailesinin diğer fertleri gibi zeytuni değil, ucuz altının açık pembe tonu gibi kendine özgü bir renkteydi. Gözleri alaycı, cilveli, kahverengiydi.

Bolonya’nın merkezindeki bir manavda, kasa başında dururdu. Moda mağazalarının bulunduğu semtin uzun, işlek caddesi Via San Felice’de çalışıyordu. Çalışmayan kadınlar için etrafta bir sürü ayakkabı dükkânı, kuyumcu, parfümeri, tütüncü ve giyim mağazası vardı. Annem işine giderken bu butiklerin önünden geçerdi. Geçerken vitrinlerdeki kaliteli deri çizmelere ve ışıldayan kolyelere bakardı. Ama bu ticari bölgeye gelmeden önce yaşadığı apartmandan çıkıp arabasız sokaklar ve dar yollardan, çilingir ve keçi kasabının önünden, idrarın keskin ve taşta biriken suyun karanlık kokusuyla dolu, kimsesiz revakların altından sessizce yürürdü. Adam onu bu sokaklarda takip ederdi.

Annemi ilk nerede gözüne kestirmişti? Herhalde manavda. Taze mahsulün bolluğuyla çevrelenmiş güzel bir kadın: Tombul incirler, atkestanelerinden tepeler, güneşle dolu şeftaliler, rezenelerin parlak beyaz başları, yeşil karnabaharlar, üzerlerinde toprağın tozuyla domates salkımları, koyu mor patlıcanlardan müteşekkil piramitler, küçük ama ihtişamlı çilekler, pırıl pırıl kirazlar, şaraplık üzümler, Trabzon hurmaları üzerine bir de çeşit çeşit hububat ve ekmekler, taralli, friselle1 , baget ekmek ve satılık bakır tencereler, kuvertür çikolata kalıpları… Adam altmışlarındaydı, koca burunlu, saçları seyrelmiş, çökmüş avurtlarında ak düşmüş kirli sakallar… Bastonları ellerinde, günlük camminata’larını2 yapan bütün yaşlı adamlar gibi o da kep giyerdi. Bir gün onu takip etmiş demek ki, çünkü berrak bir mayıs sabahı annem apartmanın ağır kapısını karanlıktan ani aydınlığa çıkmak üzere açtığında –İtalya’da hemen hemen bütün apartman holleri karanlıktır çünkü ışıklar masraftan kısmak için zaman ayarlı yapılarak karartılmış, güneş kalın taş duvarlar tarafından engellenmiştir karşısında daha önce hiç görmediği o yaşlı adamı kendisini beklerken bulmuştu. Adam gülümsedi, o da karşılık verdi. Sonra işe doğru yürüyüşüne başladı. Kolunda ucuz bir çanta, üzerinde baldırlarına uzanan bir etek vardı.

Bacakları, o yaşta bile tuhaf biçimde kadınsıydı. Bu adamın kafasının içine girip, annemin bacaklarını nasıl gördüğünü ve takip ettiğini hayal edebiliyorum. Yüzyıllarca erkek nazarı altında yaşamanın bir mirası olarak, heteroseksüel kadınlar diğer kadınlara çoğu zaman erkek gözünden bakar. Annem adamın peşindeki varlığını sokaklar boyunca, zeytinci ile Porto şarabı ve şeri satıcısının önünden geçerken de hissedebiliyordu. Ama adam sadece takip etmekle kalmadı. Annem bir köşeyi döndüğünde gözucuyla bir devinim yakaladı.

O saatte taş sokaklar çıplaktı, şafağın diş ağrısıydı ve annem dönüp adamın uzun, ince, kalkık penisinin pantolonunun dışında olduğunu ve adamın onu hızla yukarı aşağı hareket ettirdiğini gördü. Gözleri istikrarla annemin üzerinde olduğundan, bel altında olup bitenler sanki bambaşka bir beyin tarafından idare ediliyor gibiydi. Annem o zaman korkmuştu ama olaydan yıllar sonra o ilk sabahın korkusu alaycı bir komediye doğru ağarmıştı. Takip eden aylarda, adam haftanın birkaç günü apartmanın önünde belirmiş ve zamanla manavdan eve dönerken de ona eşlik etmeye başlamıştı. İlişkilerinin zirvesinde günde iki kez annemin peşindeydi. Annem öldü; bu yüzden artık ona günbegün neden buna izin verdiğini soramam.

Onun yerine abime sordum; neden bir şey yapmadığını, kimseye söylemediğini… 1960’ların İtalya’sıydı. Polis memurları şöyle derdi: Ma lascialo perdere, e un povero vecchio. E una meraviglia che ha il cazzo duro a sua età. Zavallı ihtiyarı rahat bırak. Bu yaşta kaldırması bile mucize. Annem işe gidip işten dönerken bu adamın bedenine, yüzüne karşı mastürbasyon yapmasına izin vermişti. Bundan zevk alacak bir kadın değildi. Ama nereden emin olabilirim, annem ne istediğinden bahsetmezdi ki. Neden tahrik olduğundan, neyi itici bulduğundan. Bazen kendi arzuları yokmuş gibi görünürdü. Cinselliği ormanda bir izden ibaretti, uzun otlara basan çizmelerin imlenmemiş izleri. Babama ait çizmelerin. Babam kadınları eskiden cazip bulunan bir biçimde severdi. Doktordu, sevdiği hemşirelere şekerim, sevmediklerine tatlım derdi. Hepsinden öte annemi severdi. Anneme olan ilgisi, hatırladığımda beni hâlâ huzursuz edecek kadar belirgindi. Babamın arzusunu merak etmeme neden olacak bir durumla karşılaşmadım hiç; ama onun arzusunun kuvvetindeki, erkek arzusunun kuvvetindeki bir şey beni cezbediyordu. Erkekler istemekle kalmıyordu. Erkekler ihtiyaç duyuyordu. Annemi her gün işe, işten de eve takip eden adam buna ihtiyaç duyuyordu. Devlet başkanları şanlarını oral sekse feda ediyordu. Bir erkek bütün hayatı boyunca kurduğu her şeyi bir anda riske atabiliyordu. Güçlü adamların asla yakalanmayacaklarına inanacak kadar şişkin egolara sahip olduğu teorisine hiçbir zaman inanmadım. Daha ziyade arzunun yoğunluğunda, bir an, geri kalan her şeyin (aile, ev, kariyer) meniden daha serin ve seyrek bir küçük sıvı birikintisine doğru eridiğini düşünüyorum. Hiçliğe eridiğini. İnsan arzusu hakkındaki bu kitabı yazmaya başladığımda erkek hikâyelerinin daha çok ilgimi çekeceğini düşünmüştüm. Onların özlemlerinin. Bir kız uğruna, dizleri üzerinde, bir imparatorluğu alaşağı etmelerinin.

Bu yüzden işe erkeklerle konuşarak başladım: Los Angeles’ta bir filozof, New Jersey’de bir okul öğretmeni, Washington’da bir politikacı. İnsanın gözü bir Çin restoranının menüsünde nasıl durmadan aynı antreye kayarsa ben de aynı şekilde bu adamların hikâyelerinden kendimi alamıyordum. Yakışıklı bir adamın o kadar da güzel olmayan karısının onunla yatmak istememesiyle başlayan ve sönen tutku ile aşkın cılız azaplarını içeren filozofun hikâyesi, bel ağrısı için gittiği dövmeli masözle yatmak isteyen adamın hikâyesine dönüştü. Benimle Big Sur’e kaçmak istediğini söylüyor, diye mesaj attı aydınlık bir sabahın erken saatlerinde. Bir dahaki buluşmamızda, ben bir kahvecide karşısında otururken masözün kalçalarını tasvir etti. Evliliğinde kaybettiklerinin üzerine bu tutkusu değerli değil, tersine göstermelik geldi bana.

Erkeklerin hikâyeleri birbirlerine sızmaya başladı. Bazı durumlarda uzun süreli bir kur yapma söz konusuydu, bazen bu kur yapmaların cinsel kandırmalara yaklaştığı da oluyordu ama hikâyeler çoğunlukla titrek orgazm patlamalarıyla son buluyordu. Orgazmla gelen bombardıman erkeklerin gazını kesiyor ama kadınlarda tam tersi oluyordu. Aynı olayı kadınların deneyimleyişinde giriftlik, güzellik, hatta şiddet vardı. Bunlar ve daha fazlası yüzünden, piyesteki kadın rolleri, benim gözümde Amerika’da özlemin neye benzediğini temsil eder oldu.

Kadının arzusu da pek tabii erkeğinki kadar kendinden emin ve ısrarcı olabilir; benim ilgim de tuttuğunu koparmaya yönelik, kontrol edebileceği bir sonucun peşindeki arzu karşısında sönmeye başlamıştı. Öte yandan arzunun kontrol edilemediği, kurguyu arzu nesnesinin belirlediği hikâyelerde büyük bir azamet ve acı vardı. Bisikletin pedalını ters yönde çevirmek gibi, azap dolu, beyhudeydi ve nihayetinde insan kendini tamamen farklı bir âlemde buluyordu. Bu hikâyeleri bulmak için ülkeyi otomobille altı kez kat ettim. Çoğunlukla kendimi Medora, Kuzey Dakota gibi bir yerde buluyordum. Bir tost, bir kahve ısmarlıyor, yerel gazeteyi okuyordum.

Maggie’yi böyle buldum. Kendisinden de genç kadınların orospu, şişko amcık dediği bir genç kadın. Evli lise öğretmeniyle ilişki yaşadığı iddia ediliyordu. Anlattığı hikâyede şaşırtıcı olan, cinsel birleşmenin olmamasıydı. Anlattığına göre adam ona oral seks yapmış, Maggie’nin onun kot pantolonunun fermuarını açmasına izin vermemişti. Ama Maggie’nin en sevdiği kitap, Alacakaranlık’ın içine cart sarı not kâğıtları yapıştırmıştı. İki talihsiz âşığın ebedî bağını anlatan pasajların yanında, kendi ilişkileriyle paralellikler kurmuştu. Genç kadını etkileyen, onu bulutların üzerine çıkaran, bu notların sayıları ve ayrıntılarıydı. Derin bir hayranlık duyduğu öğretmeninin kitabı okuduğuna, okumak bir yana, vampir âşıklar üzerine bir ders veriyormuşçasına engin yorumlar yazmaya zaman ayırdığına inanamıyordu.

Maggie’nin, kokusunu çok sevdiğini bildiğinden, sayfalara parfümünü sıktığını anlatıyordu. Bu notları alıp böyle bir ilişkiyi deneyimledikten sonra bir anda ilişkinin sona erdiğini görmenin geride bıraktığı derin boşluğu tahayyül edebiliyordum. Maggie’nin hikâyesi karşıma işlerin iyice berbat hale geldiği noktada çıktı. Cinselliği ve cinsel deneyimleri korkunç şekilde yok sayılan bir kadın olmasından etkilendim. Hikâyenin başka bir versiyonu, onu çok farklı değerlendiren bir jürinin karşısındayken ben olup bitenleri onun gözlerinden anlatacağım. Hikâyesinin bir kısmı okura fazlasıyla tanıdık bir soru yöneltecek: Kadınların hikâyelerine ne zaman, neden, kimdir inanan ve ne zaman, neden ve kimler inanmaz?

Erkekler tarih boyunca kadınların kalplerini muayyen bir şekilde kırmışlardır. Kadınları severler ya da yarı-severler, sonra bıkıp haftalar ve aylarını sessizce kendilerini sıyırmakla geçirirler; kuyruklarını kapılarının eşiğinden içeri çeker, kurulanır ve bir daha da aramazlar. O esnada kadınlar bekler. Ne kadar çok âşıklarsa ve ne kadar az seçenekleri varsa o kadar uzun beklerler, parçalanmış bir telefon ve parçalanmış bir suratla geri döneceğini: Özür dilerim, canlı canlı gömdüler beni ve tek düşündüğüm sendin, aslında telefon numaranı kaybettim, beni canlı canlı gömen adamlar çaldı ve seni terk ettiğimi düşünmenden korktum ve üç yıldır telefon rehberlerini karıştırıyorum ve işte sonunda buldum seni. Kaybolmadım, hissettiğim her şey öylece çıkıp gitmedi. Bunun ne kadar acımasız, vicdansız, imkânsız olacağını düşünmekte haklıydın.

Evlen benimle. Anlattığına göre Maggie, öğretmeninin işlediği iddia edilen suç yüzünden mahvolmuştu ama terk edilen kadınların nadiren sahip olduğu bir şeye sahipti: Yaşının ve eski âşığının mesleğinin ona tahsis ettiği bir kudrete. Ülkenin kanunlarının ona bu kudreti temin ettiğine inanıyordu. Ama sonunda öyle olmadı. Bazı kadınlar bekler çünkü aksi halde yavaş yavaş yok olma tehlikesi vardır.

O adam, o anda, arzu edebileceğine inandığı yegâne insandır. Sorun ekonomik olabilir. Devrimlerin, insanların kadınlara yapılan baskılar hakkında makalelerden ziyade Country Living1 yemek tarifleri paylaştıkları yerlere ulaşması çok uzun zaman alır. Yıllardan beri öpülmemiş Indiana’lı ev hanımı Lina, kocasını terk etmek için bekledi çünkü onsuz var olabilecek parası yoktu. Indiana’nın nafaka yasaları onun için erişilebilir değildi. Ardından başka bir adamın karısını terk etmesini bekledi. Ardından bir süre daha bekledi.

Ülkemizde rüzgârın estiği yön bizi kendi hayatımızdaki yerimizi sorgulamak zorunda bırakıyor. Kadınlar çoğu zaman diğer kadınların onları tasvip etmesi için bekliyor çünkü onlar da kendilerini ancak böyle tasvip edebiliyor. Şık bir restoran sahibi olan Sloane başka erkekleri sikerken kocasının onu izlemesine izin veriyor. Bazen yatakta iki çift oluyor ama çoğunlukla kocası onu izliyor, video üzerinden ya da canlı, bir başka erkekle. Sloane güzel. Kocası onu başka erkekleri sikerken izlerken yatak odası penceresinin ardında herkesin gıpta ettiği okyanus kıyısına dalgalar vuruyor. Yolun aşağısında yulaf ezmesi renginde Cotswold koyunları. Cleveland’da tanıştığım bir eş değiştirenler grubu bağlamında üçlü ilişkiyi iğrenç ve aşağılık olarak değerlendiren bir arkadaşım, Sloane’un hikâyesini aydınlatıcı, saf ve kendine yakın buldu. Empati kurmak için bizi harekete geçiren de bu; kendimize yakın bulmak…

Her gün peşinden gelen bir adamın kendisine bakarak mastürbasyon yapmasına izin veren bir anneden geldiğim gerçeğini aklıma getiriyorum, bana yapılmasına müsaade ettiğim bütün o şeyleri aklıma getiriyorum; bu kadar korkunç değil belki ama büyük resme bakınca o kadar farklı da değil. Sonra erkeklerden şimdiye kadar ne çok şey istediğimi getiriyorum aklıma. Bu istemenin ne kadar büyük bölümünün kendimden istediklerimden, hatta diğer kadınlardan istediklerimden geldiğini ve âşığımdan istediğimi düşündüklerimin ne kadarının annemden ihtiyaç duyduklarımdan geldiğini… Çünkü duyduğum hikâyelerin pek çoğunda kadınlar üzerinde asıl etkiye sahip olan erkekler değil, diğer kadınlar. Birbirimizi pasaklı, kirli, orospu, sevilmeyen, çirkin hissettirmeye muktediriz. Nihayetinde iş korkuda bitiyor.

Erkekler bizi korkutabiliyor, başka kadınlar bizi korkutabiliyor ve bazen bizi korkutanları o kadar kafamıza takıyoruz ki ancak yalnız kaldığımızda orgazm olabiliyoruz. İstemediklerimizi istiyormuş gibi yapıyoruz ki ihtiyaçlarımızın karşılanmadığını kimseler görmesin. Annemi korkutan erkekler değildi. Yoksulluktu. Bana bir hikâye daha anlattı. Nasıl anlattığının net detaylarını hatırlayamıyorum ama beni karşısına oturtmadı. Roze şarap ve tuzlu kraker eşliğinde anlatmadı. Daha çok şöyle oldu: Mutfak masasında Marlboro’lar tüttürülüyor, açık pencere sayısı sıfır, dizimizin dibindeki köpek, dumandan gözlerini kırpıştırıyor. Annem muhtemelen cam masayı siliyordu. Tam babamla tanışmadan önce görüştüğü zalim bir adam hakkında bir hikâye. Annemin beni meraklandıran ve korkutan bazı sözleri vardı. Bunlardan biri zalim. Yoksulluk içinde büyümüştü, leğenlere işemiş, sözümona renklerini açacağı için çillerine idrar sürmüştü. O, iki kız kardeşi, annesi babası tek göz odada yaşıyorlardı. Uyurken yağmur suyu tavandan yüzüne damlardı. Verem olmuş, iki yılını bir sanatoryumda geçirmişti. Ziyaretine hiç kimse gelmemişti, çünkü kimsede oraya kadar gidecek para yoktu. Babası üzüm bağlarında çalışan bir ayyaştı. Erkek kardeşlerinden biri daha bir yaşına gelmeden ölmüştü. Annem sonunda kendini kurtarıp şehre atmıştı ama bunun hemen öncesinde, şubatın gırtlağında, annesi hastalanmıştı. Mide kanseri. Mahalle hastanesine yatmıştı, yatış o yatış. Bir gece kar fırtınasında sulu sepken kar kaldırım taşlarını döver ve annem bu zalim adamın yanında iken, annesinin ölmek üzere olduğu ve sabaha çıkmayacağı haberini almıştı. Zalim adam onu arabasıyla hastaneye götürürken korkunç bir kavgaya tutuşmuşlardı. Annem ayrıntı vermedi, sadece sonunda kendini gecenin karanlığı ve tipinin ortasında, mucur emniyet şeridinde bulduğunu söyledi. Buz tutmuş, bomboş yolda arabanın farlarının gözden kayboluşunu izlemişti.

Sonunda annesini görememişti. Bugün hâlâ, o bağlamda zalim sözcüğünün ne anlama geldiğinden emin olamıyorum. Adam annemi dövdü mü, cinsel saldırıda mı bulundu bilmiyorum. Onun dünyasında zalimliğin bir tür cinsel tehdit içerdiğini varsaydım hep. En korkunç tasavvurlarımda adam, annesinin öldüğü gece onu yatağa atma peşinde. Annemden faydalanmaya çalışırken resmediyorum adamı. Ama annemde bu zalim adamın değil, sefalet korkusunun izi kalmıştı. Hastaneye gitmek için bir taksi çağıramamış olmanın. Eylemlilikten yoksun olmanın.

Kendi imkânlarına sahip olmamanın. Babam öldükten bir yıl kadar sonra, bir günü ağlamadan geçirebilmeyi becerebildiğimizde, ona interneti kullanmayı öğretmemi istedi. Hayatında bilgisayar kullanmamıştı. Bir cümleyi tuşlamak acı dolu birkaç dakikaya mal oluyordu. Ekran karşısında geçen bir günün ardından, ne istiyorsan bana söyle dedim ona. İkimiz de sabrımızın sonuna gelmiştik. Söyleyemem, dedi, bunu kendi başıma yapmam lazım. Neyi? diye sordum. Her şeyini görmüştüm, bütün faturalarını, yazdığı notları, aniden öldüğü takdirde bulmam için hazırladığı notu bile…

Bir adamı bulmam lazım, dedi sessizce. Babandan önce tanıdığım bir adamı. Şoke oldum, hatta kırıldım. Annemin ilelebet babamın dulu olarak kalmasını istiyordum. Anne baba mefhumunun sağlam kalmasını istiyordum, ölümden sonra bile, annemin mutsuzluğu pahasına olsa bile… Annemin arzularını bilmek istemiyordum. Bu üçüncü adam, dev bir mücevher imparatorluğunun sahibi, anneme o kadar âşıktı ki, annemle babamın evlenmesine engel olmak için nikâhın ortasında kendini kiliseye atmıştı. Annem çok uzun zaman önce bana yakut ve pırlanta bir kolye vermişti, kendisi için ne kadar değerli olduğunu yalanlamak için elinden çıkarıyor gibiydi. Ona bilgisayarı kendi kendine çözebileceğini söyledim ama o bu işi beceremeden hastalandı. Annemin cinselliğini ve bazen onu nasıl kullandığını aklıma getiriyorum.

Küçük şeyler, evden çıkmadan ya da kapıyı açmadan önce makyaj yapması… Bu bana her zaman ya güç ya da zaaf gibi göründü ama kendine ait, çarpan bir kalbi olduğunu asla düşünmedim. Ne büyük hata. Bir adamın, arkasında günlerce mastürbasyon yapmasına bir kadının nasıl izin verebildiğini hâlâ merak ediyorum. Geceleri ağlıyor muydu acaba diye merak ediyorum. Belki de o yapayalnız ihtiyar adama ağlıyordu. En çıplak anlarımızda kim olduğumuza dair gerçeği, arzunun nüanslarında aramak lazım. Ben, erkekler ve diğer kadınlar hüküm vermeden önce idrak edebilsinler diye kadın arzusunun ateşini ve acısını kaydetmek üzere yola çıktım. Çünkü hayatımızın sıradan anlarıdır sonsuza kadar gidecek, bize kim olduğumuzu söyleyecek, biz onların nasıl bizimle hiç alakaları olmadığını itinayla düşünedururken komşularımızın ve annelerimizin kim olduklarını söyleyecek olan. Bu, üç kadının hikâyesidir.

maggie

Savaşa gider gibi hazırlanıyorsun o sabah. Makyajın savaş boyaların. Nötr renklerde, dumanlı gözler. Kalın kirpikler. Gülkurusu allık, ten rengi dudak. Saçların geniş dalgalar halinde, kabarık. Aynaların karşısında, saçını ve makyajını kendin yapmayı öğrendin, fonda Linkin Park ve Led Zeppelin. Kontur ve aksesuvar işini doğuştan bilen, tel tokaları gizlice gömerek lehine kullanan kızlardansın. Dolgu topuklu bot, tayt ve şeffaf kimono bluz giyiyorsun. Karşısındakinin artık çocuk olmadığını bilsin. 23 yaşındasın. Elbette onun seni istemesini istiyorsun hâlâ, kaçırdığına yansın. Sonradan, akşam yemeğinde otururken kalçandaki kemiğin tebessümünü düşünmekten alamasın kendini. Altı yıl önce daha küçüktün, küçük ellerini seviyordu senin.

O zamanlar onun elleri senin içinde kanat çırpardı. Çok şey değişti. Baban öldü. Ağustosta yakınlardaki bir mezarlıkta bileklerini kesti. Ona babanı anlatırdın, anne babanla olan sorunlarını anlatırdın. Birinin nasıl ötekini bir bardan kaldırdığını biliyordu. İkisi de sarhoş ama biri daha beter. Şimdi anlar gibine geliyor, babanın üzerindeki toprağa tıpırdayan yağmura nasıl dertlendiğini. Aşağıda ıslanıyor maggie mudur? Onu neden bu soğuk, yağmurlu karanlıkta bıraktığını merak ediyor mudur? Ölüm, mahkeme salonunda olup bitenleri hükümsüz kılmaz mı? Ölüm bütün bu diğer saçmalıkları, polisleri ve avukatları bile hükümsüz bırakmaz mı? Bir şekilde, bir yerde, hâlâ, sadece ikiniz yok musunuz? Cass County Bölge Mahkemesi’ne abin David’le beraber gidiyorsunuz, yolda birkaç sigara paylaşıyorsunuz. Üzerindeki kokunun bir kısmı, dumanla kaplı temiz banyo kokusu. Sigara içmenden nefret ettiği için ona yalan söylüyordun. Anne babanın içtiği sigaraların dumanının saçlarına ve lacivert kapüşonlu sweatshirt’lerinin dokusuna sindiğini söylüyordun. Katolik inzivasında onun için bırakacağına yemin ettin. Seni tamamen hak ediyordu o, vermek istemediğin kısımlarınla beraber. Onun bugün gelmemesini sağlayabilirdin.

Avukatların dediğine göre, orada olmaya hakkı olduğu halde. Zaten küçük bir parçan onun orada olmasını istiyordu. Hatta polise gitmenin bir sebebi de sana tekrar yüzünü göstermesini sağlamaktı. Çünkü herkes bilir ki, sevgili kendini kapatır, seninle buluşmayı reddeder, diş fırçasını geri istemez, koşu ayakkabısına ihtiyaç duymaz, e-postana cevap vermez ve mesela senin fare kapanı acınla uğraşmaktansa çıkıp kendine yeni koşu ayakkabıları almayı tercih ederse insanın organları donduruluyormuş gibi olur. O kadar soğuktur ki nefes alamazsın. Altı yıldır Maggie’den uzak durdu.

Ama bugün gelecek, ayrıca duruşmaya da gelecek, öyleyse bunu yapma sebeplerinden birinin bu sayede onu altı defa daha görecek olman olduğu söylenebilir. Bu durum, ancak bir insanın seni sadece ortadan kaybolmak suretiyle nasıl mahvedebileceğini bilmeyenlere tuhaf gelebilir. Onu arzulamaktan endişe ediyorsun. Karısının endişeli olup olmadığını merak ediyorsun. Karısını evde hayal ediyorsun, çocuklarıyla ilgilenmiyor, gözü saatte. Arabayı park edip içeri girmeden bir sigara daha içiyorsun. Dışarıda hava sıfır dereceye yakın ama soğukta sigara içmek güzel. Fargo bazen yeni başlangıçlar gibi hissettiriyor. Otobanda hızla geçip giden gümüş kamyonlar. Kamyonların tanımlı varış noktaları vardır, yerinde durmak zorunda olan koordinatları. Ama sen trenleri daha güzel bulursun, daha özgür. Bir nefes çekiyorsun, ciğerlerin buzla doluyor. Odaya önce sen giriyorsun. Allah’a şükür. Sen ve David ve savcı, Jon ve diğer savcı Paul. Bütün bu adamları ilk adlarıyla düşünüyor ve onlara da öyle hitap ediyorsun. Onlar sınırlarını aştığını düşünüyor. Onlar aslında seni temsil etmiyor, Kuzey Dakota eyaletini temsil ediyorlar. Savcıların sırtını kolladığı falan yok. Gölgeni kolluyorlar demek daha doğru olur. Mahkeme kâtibi içeri giriyor. Sonra O içeri giriyor. Avukatıyla, Hoy adında, şık sayılabilecek bir bok.

O karşına oturuyor. Eskiden okulda giydiği kıyafeti giyiyor. Düğmeli gömlek, kravat, kumaş pantolon. Tuhaf. Yani, takım elbise giymesini bekliyordun. Daha şık ve ciddi bir şeyler. Bu kıyafet onu yeniden bilinir kılıyor. Şu son birkaç yılda acaba yanıldım mı diye düşünüyorsun. Sessizliğini kayıtsızlık olarak almıştın ama belki o da uhrevi dertlerle debeleniyordu, tıpkı senin gibi. Üçüncü çocuğu olmuş, öyle duydun ve zihninde salıncak setlerini, al yanaklı karısını ve sen kendinden nefret ederek buz banyolarında tir tir titrerken herkesin hayata gebe olduğunu hayal ettin.

Ağırlaştın, makyajın da ağırlaştı, katmanları arttı. Ama bütün o zaman boyunca o ölüyordu, belki. Seni özlüyordu. Kendini, bir şair gibi on yıllar sürecek bir parçalanmışlığa bırakıyordu. Salıncak paslanmış. Orta sınıf çiti, hapsinin sınırlarını belirliyor. Karısı gardiyan. Çocuklar… Sebebi onlar. Onlar uğruna mutsuz, sensiz kalmayı seçti. Çok kısa bir an, sevdiği küçük ellerinle –onları hâlâ seviyor mudur? Ellere duyulan aşk öldüğünde nereye gider?– ona uzanmak, yüzünü ellerinin arasına alıp, hassiktir, sana ihanet ettiğim için üzgünüm, feci derecede kırılmıştım ve kızgındım ve hayatımdan yıllar çaldın, demek istiyorsun. Yaptığın olağan bir şey değildi ve şimdi buradayım işte. Bak bana. Savaş boyalarımı sürdüm ama altında yaralıyım ve korkuluyum ve azgınım ve bezginim ve sana âşığım. 15 kilo aldım. Okuldan birkaç kere atıldım.

Babam kendini öldürdü. Bütün bu ilaçları alıyorum, bak çantama, ilaç dolu. İhtiyar bir kadının ilaçlarına sahip bir kızım. Nefesleri esrar kokan oğlanlarla çıkmam gerekirken kurban kostümümü tümüyle kuşanmışım. Parti malzemeleri mağazasında ceylan askılarının yanında asılıyım. Bana hiç cevap yazmadın. Neredeyse, az kalsın uzanıyorsun ona, özür dilemek için olduğu kadar, yalvarmak için de, sana baksın, seninle ilgilensin diye. Hiç kimse seninle onun ilgilendiği gibi ilgilenmiyor. Sen biliyorsun nasıl ilgilendiğini seninle. Hiç kimse onun dinlediği gibi dinlemiyor. Bütün o saatler. Bir baba, koca, hoca ve en iyi arkadaşın gibiydi. Gözleri masadan ayrılıp seninkilerle buluşuyor. Gözleri soğuk, kara ve ölü. Küçük bilyeler, parlak ve sert ve hatırladığından daha yaşlı. Aslında bu gözleri hiç hatırlamıyorsun. Eskiden aşk ve şehvet doluydu gözleri. Dilini, ağzında ikinci bir dil istermiş gibi emerdi.

Artık senden nefret ediyor. Bariz. Onu sıcacık evinden, üç çocuğunun ve mezara kadar yanından ayrılmayacak karısının yanından buraya sen getirdin. Onu dışarı, ocak ayının iblis karına, bu köhne odaya çıkardın ve kazandığı ne varsa hepsini, anne babasının biriktirdiklerini de, bu şık ve neşesiz avukata harcatıyorsun, hayatını mahvetmeyi planlıyorsun. İnşa ettiği ne varsa hepsini. Sabahın yedisinin havasız genişliğinde, açma butonuna bastığı her Fisher-Price1 aktivite masasını. Senin yüzünden bir evi satıp başkasını almak zorunda kaldı.

Aaron Knodel, şu an Kuzey Dakota’da Yılın Öğretmeni; bütün eyalette mesleğinin en iyisi kabul ediliyor. Ve işte sen, derbeder ucube, ayyaş dölü, intihar çocuğu, daha önce de yaşlı adamlarla, ordu mensuplarıyla, Amerika’nın namuslu adamlarıyla olup başlarını derde sokan şu kız, işte yine sen, yuva yıkan şıllık, Yılın Öğretmeni’ni yerinden etmeye çalışan. Sana doğru keskin bir nefes veriyor. Yumurtalı bir nefes. Gayet net olan bir başka şey: Artık önemsemeyi bırakmalısın. Derhal. Bırakmazsan bu odadan hiç çıkamayabilirsin. Kalbinin sonunu arıyor ve inanılmaz bir şekilde onu buluyorsun. Kendine ve Tanrı’ya duyduğun şükran başını döndürüyor. Hayatta doğru olanı yaptığını hissettiğin kaç gün olmuştur? Bugün onlardan biri. Belki de yegâne olanı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Dünya Sonu Savaşı ~ Mario Vargas LlosaDünya Sonu Savaşı

    Dünya Sonu Savaşı

    Mario Vargas Llosa

    On dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sının derinliklerinde Canudos adlı bir yer vardır; dünyanın bütün lanetlilerinin; hayat kadınları, dilenciler, haydutlar ve her tür paryanın evidir burası. Tarih...

  2. Alışverişkolik ve Bebeği ~ Sophie KinsellaAlışverişkolik ve Bebeği

    Alışverişkolik ve Bebeği

    Sophie Kinsella

    Becky’nin hayatı coşmuş vaziyette! Londra’nın en yeni, en dev moda mağazası The Look’ta çalışıyor, kocası Luke ile birlikte ev avı peşinde, koşturuyor (en gizli...

  3. Dominikli ~ Angie CruzDominikli

    Dominikli

    Angie Cruz

    “Benim adım Ana. Günbatımını seviyorum. On beş yaşımdayım.” Ana, ailesinin isteğiyle Juan Ruiz’le evlenip New York’a yerleşir. Bu evlilik aynı zamanda ailesinin Dominik Cumhuriyeti’nden...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur