Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Notre-Dame’ın Kamburu
Notre-Dame’ın Kamburu

Notre-Dame’ın Kamburu

Victor Hugo

“Quasimodo” Paskalya’dan sonraki ilk pazara verilen addır aslında. 20. yüzyıl Paris’inde Notre-Dame Kilisesi’nin ön avlusundaki kerevete, kimsesiz bebekler bırakılırdı. Başdiyakoz Frollo, böyle bir günde…

“Quasimodo” Paskalya’dan sonraki ilk pazara verilen addır aslında. 20. yüzyıl Paris’inde Notre-Dame Kilisesi’nin ön avlusundaki kerevete, kimsesiz bebekler bırakılırdı. Başdiyakoz Frollo, böyle bir günde bulduğu sakat bebeği himayesine alır ve ona Quasimodo adını verir. Onu büyütür ve kilisenin zangocu yapar; ancak çanın sesi altın kalpli Quasimodo’nun giderek sağır olmasına yol açar. Ne var ki, Quasimodo’nun koruyucusu kabul edip büyük sevgi ve bağlılık duyarak büyüdüğü başdiyakoz, karanlık iç dünyasına hapsolmuş, dizginleyemediği nefretinin pençesinde kıvranan biridir.

Victor Hugo, olayları ince ince ördüğü Notre-Dame’ın Kamburu adlı ünlü eserinde, insan hayatında kaderin yerini sorgulamış, kaleme alındığından bu yana birçok sanat eserine, özellikle de filmlere esin kaynağı olan muhteşem bir roman çıkarmıştır ortaya.

Notre-Dame’ın Kamburu aynı zamanda Paris kentinin romanıdır. Hugo, şehrin o dönemini tüm ayrıntılarıyla Fransız dilinin tüm zenginliğini kullanarak aktarmış, Paris’in diğer karakterlerden rol çalmasına yol açmıştır.

Birinci kitap

I
Büyük salon

Bugün tam üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay, on dokuz gün oluyor; Parisliler, üç çevre duvarının kuşattığı Ile de la Cité, üniversite ve Şehir’den oluşan kentlerinde, zangoçların olanca güçleriyle çaldığı bütün çanların gümbürtüsüyle uyandı.

Oysa o 6 Ocak 1482 günü, hiç de tarihin anısını sakladığı bir gün değildir. Paris’in çanlarını ve burjuvalarını sabahın köründe harekete geçiren olayın öyle dikkate değer bir özelliği yoktu. Ne Picardie’lilerin veya Burgogne’luların bir saldırısıydı bu, ne bir kutsal emanetin tören alayıyla kentte dolaştırılması, ne Laas bağlarında bir öğrenci ayaklanması, ne dehşetli efendimiz muhterem kral’ın kente girişi, hatta ne de Paris Adliyesi önünde erkek ve kadın hırsızların ipe çekildiği güzel bir asılma gösterisi. On beşinci yüzyılda sık sık görüldüğü gibi süslü püslü, tuğlu sorguçlu bir elçilik heyetinin çıkagelişi de söz konusu değildi. Daha iki gün önce böyle bir kafile, veliaht ile Flandre prensesi Marguerite’i evlendirme işini kotarmakla görevli Flaman elçileri, Saygıdeğer Kardinal de Bourbon’un fena halde canını sıkmak pahasına, Pa ris’e giriş yapmıştı; Kardinal, kralın gözüne girmek için, bu kaba saba köylü kılıklı Flaman yetkili güruhunu güler yüzle karşılamak ve kendi Bourbon konağında, şiddetli bir yağmur kapıdan içeri sızarak görkemli duvar halılarını sırsıklam ederken pek güzel bir ibretlik oyun ve güldürü ile ağırlamak zorunda kalmıştı. Jehan de Troyes’nın dediği gibi Paris’in bütün halkını ayağa kaldıran o 6 Ocak günü, çok eski zamanlardan beri birlikte kutlanan Krallar Günü ile Deliler Bayramı’ydı. O gün Grève Meydanı’nda şenlik ateşi yakılacak, Braque Şapeli’nde mayıs direği dikilecek ve Adalet Sara yı’nda dinî bir temsil verilecekti… Program bir gün önce, Naip1 hazretlerinin, göğüslerine kocaman beyaz haçlar işlenmiş deve yünü mor kumaştan, şık ceketler içindeki tellalları tarafından sokak başlarında boru çalınarak duyurulmuştu. Bu yüzden, kadını erkeği tüm ahali sabahtan itibaren evlerini dükkânlarını kapayıp kentin dört bir yanından, belirlenen üç yerden birine doğru yola koyulmuştu. Herkes seçimini yapmıştı: kimi şenlik ateşine, kimi mayıs direğine, kimi temsile… Paris avarelerinin, kökü çok eskilerde bulunan sağduyularının hakkını vermek için belirtelim, bu kalabalığın büyük kısmı, mevsime tıpatıp uygun düşen şenlik ateşine ya da Adalet Sarayı’nın sımsıkı kapalı ve korunaklı büyük salonunda verilecek olan temsile yöneliyordu; meraklılar çiçek bile açamamış zavallı mayıs direğini, Braque Şapeli’nin mezarlığında ocak ayının soğuk göğünün altında rahat rahat kakırdasın diye tek başına bırakmakta anlaşmışlardı. Halk özellikle Adalet Sarayı’na giden sokaklara akıyordu, çünkü evvelsi gün gelen Flaman elçilerin de verilecek temsile ve yine aynı büyük salonda yapılacak olan “deliler papası” seçimine katılmaya niyetli oldukları biliniyordu. O gün, devrinde dünyanın en büyük kapalı alanı olarak ün yapmış olsa da (gerçi Sauval henüz Montargis Şatosu’nun büyük salonunu ölçmemişti ama), söz konusu büyük salona girebilmek öyle kolay bir iş değildi. Palais Meydanı, pencerelerdeki meraklılara adeta bir deniz manzarası sunuyordu; meydana açılan beş altı sokak, birer nehir ağzı gibi, buraya her an yeni insanlar boşaltıyor du. Durmadan büyüyen bu kalabalık, düzensiz biçimli meydanın içine doğru yer yer birer burun gibi çıkıntı yapan binaların köşelerine dalgalar halinde çarpıyordu. Yüksek gotik ön cephenin ortasında, iki insan selinin durmadan inip çıktığı, ara sahanlığın altında kırıldıktan sonra geniş dalgalar halinde iki yandaki basamaklara yayıldığı büyük merdiven, göle dökülen bir çağlayan gibi akıyor, akıyordu. Bu dev kırkayağın çığlıkları, gülüşleri, tepinişleri büyük bir gürültü, büyük bir uğultu meydana getiriyordu. Bu gürültü ve uğultu zaman zaman şiddetleniyor, kalabalığı büyük merdivene doğru iten akım geri dönüyor, karışıyor, burgaçlanıyordu. Sebep ya bir güvenlik görevlisinin birini itip kakması ya da düzeni sağlamak isteyen valilik çavuşlarından birinin atının çifte atmasıydı. Valilikten sonra el değiştire değiştire, nihayet bugünkü Paris jandarma örgütüne miras kalan, hayran olunası gelenek!.. Kapılar, irili ufaklı pencereler, çatıların üstü, gürültülü kalabalığı seyreden, sarayı seyreden –ve fazlasını istemeyen– sakin ve kibar binlerce burjuva simasıyla dolup taşıyordu; zira Paris’te pek çok kişi seyredenleri seyretmekle yetinir; bizim için arkasında bir şeyler olup biten bir duvar bile son derece ilgi çekici bir şeydir. Biz 1830 yılı insanlarına, zihince bu on beşinci yüzyıl Parislilerinin arasına karışıp onlarla birlikte çekiştirile rek, dirseklenerek, tökezletilerek Saray’ın 6 Ocak 1482 günü kalabalığa o denli dar gelen büyük salonuna girme imkânı verilseydi, göreceğimiz manzara ne ilginçlikten ne de cazibeden yoksun olurdu; çevremizde sadece o denli eski şeyler bulunurdu ki, bunlar bize yepyeni görünürdü. Okur razı gelip de bizimle birlikte o büyük salonun eşiğini aşarak mintan, camadan, dolman veya kaput türünden çeşitli giysiler içindeki bu gürültücü kalabalığın içine dalarsa edineceği izlenimi hayal gücüyle yeniden bulmaya çalışacağız. Her şeyden önce kulaklarda uğultu, gözlerde ka maşma… Başlarımızın üstünde, oymalı ahşap panolarla kaplı, koyu maviye boyanıp üzerine altın yaldızla zambak motifleri serpiştirilmiş sivri kemerli çifte kubbe; ayaklarımızın altında siyah beyaz damalı mermer zemin. Birkaç adım ötemizde kocaman bir sütun, yanında bir tane daha, onun yanında bir tane daha… Salonun tam ortasında boydan boya sıralanan toplam yedi sütun, çifte kubbeye destek görevi görüyor. İlk dört sütunun etrafında, cam eşya ve incik boncukla pırıl pırıl parlayan dük kânlar; son üçünün etrafındaysa davacıların poturları ve savcıların cüppelerinin sürtünmesiyle yıpranıp cilalanmış, meşe ağacından oturma yerleri. Salonda çepeçevre, yüksek duvarlar boyunca, kapı ve pencerelerin arasında, sütunların arasında, Pharamond’dan1 beri bütün Fransa krallarının sıra sıra heykelleri; miskin kralların kolları sarkık, gözleri yerde; yiğit ve savaşçı krallarsa başlarını ve ellerini kahramanca göğe doğru kaldırmışlar. Sonra, sivri kemerli yüksek pencerelerde rengârenk vitraylar; salonun büyük giriş çıkış yerlerinde ince oymalarla süslü sanat eseri kapılar; ve her şey, kubbeler, sütunlar, duvarlar, pervazlar, ağaç kaplamalar, kapılar, heykeller baştan başa göz alıcı biçimde mavi ve altın yaldızla tezhiplenmiş; görmekte olduğumuz tarihte zaten biraz solmuş olan bu renk cümbüşü, Du Breul’ün gelenek icabı hâlâ hayranlığı nı ifade ettiği uğurlu 1549 yılında, toz ve örümcek ağları altında neredeyse tamamen kaybolmuş bulunuyordu.

Şimdi de, bir ocak gününün ölgün ışığıyla aydınlanan bu uzun ve geniş salonun, duvarlar boyunca düzensizce akan ve yedi sütunun çevresinde burgaçlanan alacalı bulacalı ve gürültücü bir kalabalık tarafından istila edildiği göz önüne getirilsin, tablonun bütünü hakkında az çok bir fikir edinmeye bu kadarı yetecektir; biz de tablonun en ilginç ayrıntılarını daha açık ve net olarak göstermeye çalışacağız. Şurası kesindir ki, Ravaillac, IV. Henri’yi öldürmemiş olsaydı, Adalet Sarayı’nın kalemine teslim edilmiş bir Ravaillac davası dosyası; bu dosyayı ortadan kaldırmakta çıkarı bulunan suç ortakları; dolayısıyla, dosyayı yakmak için kalemi, kalemi yakmak için de Saray’ı yakmaktan daha iyi bir yol bulamayan kundakçılar ve sonuç olarak da 1618’deki yangın olmayacak, Eski Saray büyük salonuyla birlikte hâlâ yerinde duracaktı. Ben de okura, “Git kendin gör,” diyebilecektim ve böylece her ikimiz de zahmetten kurtulmuş olacaktık: ben böyle bir betimlemeyi yapmak, o da okumak zahmetinden. Bununla şu yeni hakikat kanıtlanmış oluyor: büyük olaylar, tahmin edilemeyen sonuçlara yol açar. Gerçi öncelikle Ravaillac’ın suç ortakları olmaması, sonra da hasbelkader var idiyse bile bunların, 1618 yangınında taksiri bulunmaması da pekâlâ mümkündür. Nitekim elimizde yangının gayet akla yakın iki açıklaması daha var: Birincisi, herkesin bildiği gibi 7 Mart’ta gece yarısından sonra Saray’ın üzerine gökten düşen, bir kadem eninde ve bir arşın boyundaki alev saçan büyük yıldız. İkincisi, Théophile’in dörtlüğü:

Gayet hazin bir olaydı gerçekte
Adalet Hanım’ın Paris kentinde
Fazla baharatlı yemek yiyerek
Kendi sarayını vermesi ateşe…

1618 yılındaki Adalet Sarayı yangınının politik, fiziksel ve şiirsel olmak üzere bu üç açıklaması hakkında ne düşünülürse düşünülsün ne yazık ki kesin olan, bunun bir yangın olduğudur. Bu felaket yüzünden, özellikle de onun eksik bıraktıklarını tamamlayan art arda çeşitli restorasyonlar yüzünden, Fransa krallarının bu ilk meskeninden, daha Yakışıklı1 Philippe zamanında bile içinde Kral Robert’in yaptırdığı ve Helgaud’un2 anlattığı muhteşem binaların kalıntıları aranacak kadar eski olan, Louvre’un ağabeyi bu saraydan, bugüne pek az şey kalmıştır. Hemen her şey kaybolmuştur. Saint Louis’nin “gerdeğe girdiği”3 mühürdarlık odası ne oldu? Ya, “üzerinde deve yününden bir mintan, kaba yünlü, kolsuz bir üstlük ve siyah ipekten bir harmani varken Joinville’le birlikte halılara uzanarak” adalet dağıttığı bahçe?.. İmparator Sigismund’un odası nerede? Ya IV. Charles’ınki? Yurtsuz Jean’ınki? Nerede VI. Charles’ın af fermanını yayınladığı merdiven? Étienne Marcel’in, veliahdın gözü önünde, Robert de Clermont ile Mareşal de Champagne’ı boğazladığı yassı taş? Peki ya Karşı-Papa4 Benedictus’un fermanlarının yırtıldığı ve bunları getirenlerin alay olsun diye papa gibi cüppeyle başlık giydirilmiş olarak ve nedamet getirmek için bütün Paris’i dolaşmak üzere yola koyuldukları müracaat kapısı? Ya koyu mavisi, yaldızları, sivri kemerleri, sütunları, heykelleri ve oymalarla delik deşik koca kubbesiyle büyük salon? Ya yaldızlı oda? Ya Hz. Süleyman’ın tahtını bekleyen aslanlarınki gibi, adaletin karşısında güce yakışan o ezik tavırla, başı yerde, kuyruğu bacaklarının arasında kapıda duran taş aslan? Ya o güzel kapılar, o güzel vitraylar? Biscornette’i utandıracak titizlikle işlenmiş demir doğrama? Du Hancy’nin za rif marangozluk eserleri?.. Zaman ne yapmış, insanlar ne yapmış bu harika eserlere?.. Bütün bunlara karşılık, bütün bu Galya tarihine, bütün bu gotik sanata karşılık bize ne verildi? Saint-Gervais’nin ana kapısının beceriksiz mimarı Mösyö de Brosse’un sakil basık kemerleri… Sanat namına işte bu; tarihe gelince, Patrus’lerin dedikodularının hâlâ yankılandığı kalın sütunun geveze anıları var elimizde. Yani fazla bir şey sayılmaz. Her neyse biz gerçek Eski Saray’ın gerçek büyük salonuna dönelim. Bu devasa dikdörtgenin iki ucundan birini ünlü mermer platform işgal ediyordu; o denli uzun, geniş ve kalınmış ki, eski arazi evraklarının Gargantua’nın iştahını açacak bir üslupla dediğine göre, dünyada böyle bir mermer dilimi daha görülmemişmiş. Öbür ucunda ise XI. Louis’nin, içine Meryem Ana’nın huzurunda diz çökmüş durumda kendi heykelini koydurduğu ve kral heykelleri dizisinde iki yerin boş kalmasına aldırmadan, Fransa kralları olarak gökte itibarlarının yüksek olduğuna inandığı iki azizin, Charlemagne ile Saint-Louis’nin heykellerini taşıttığı şapel vardı. Yapılalı altı yıl olduğu için henüz yeni olan bu şapel, ülkemizde gotik çağın sonunu temsil eden ve Rönesans’ın göz alıcı ve uçuk fantezilerinde on altıncı yüzyıl ortalarına kadar devam eden o narin mimari, harikulade heykelcilik, ince ve derin taş işçiliği üslup ve zevkine göre inşa edilmişti. Ana kapının üstündeki vitray özellikle bir incelik ve zarafet şaheseriydi, dantelden bir yıldızdı adeta. Salonun ortasına, büyük kapının tam karşısına, dinî temsillere davet edilen Flaman elçileri ve diğer ekâbir için, duvara dayalı, altın yaldızlı brokar kaplı bir peyke yerleştirilmiş, yaldızlı odanın bir koridor penceresinden yararlanılarak buraya özel bir giriş yolu da ayarlanmıştı. Usule göre dinî temsil, büyük mermer platformun üstünde sahneye konacaktı; bu yüzden platform daha sabahtan itibaren ona göre hazırlanmıştı. Adliye personelinin topukları altında çiziklerle kaplanmış ağır mermer platform, kalaslardan çatılmış oldukça yüksek bir kafese kaidelik ediyordu; bunun bütün salondan görülebilen üst yüzeyi sahne işlevi görecek, kalın perdelerle gizlenmiş iç tarafı da oyuncular tarafından vestiyer olarak kullanılacaktı. Öylesine dışarıdan dayanmış bir seyyar merdiven, sahneyle vestiyer arasında bağlantıyı kuracak, hem girişler hem de çıkışlar bu dimdik basamaklardan yapılacaktı. Bu merdivenden çıkmak zorunda olmayan hiçbir oyuncu, hiçbir ara olay, hiçbir sürprizli olay yoktu. Sanatın ve düzeneklerin, o masum ve muhterem çocukluk dönemi işte! Adalet Sarayı savcısının1 dört çavuşu, idam günlerinde olduğu gibi bayram günlerinde de halk eğlencelerinin bu zorunlu muhafızları, mermer platformun dört köşesinde ayakta duruyorlardı. Oyun, Adalet Sarayı’nın büyük saatinin on ikiyi vurmasından sonra başlayacaktı. Bir tiyatro gösterisi için kuşkusuz bayağı geç bir saatti bu; fakat elçilerin saatine uymak zorunda kalınmıştı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 ~ Victor HugoNişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Nişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Victor Hugo

    Hugo’nun, Adèle Foucher ile acı, sevinç, kıskançlık ve mutluluk dolu yazışmalarının yer aldığı Nişanlıya Mektuplar, yazarın bir genç adam olarak portresini sunarken, tutkulu ve...

  2. Bir İdam Mahkûmunun Son Günü ~ Victor HugoBir İdam Mahkûmunun Son Günü

    Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

    Victor Hugo

    Hugo, aydınlanmacı hümanizmin geleneğinde, suç ile ceza ilişkisinin insansız bir mıntıkada tartışılmasının anlamsızlığına işaret eder gibidir. Onun kişisi, hayat ile ölüm arasındaki dar sınır...

  3. Bir İdam Mahkumunun Son Günü ~ Victor HugoBir İdam Mahkumunun Son Günü

    Bir İdam Mahkumunun Son Günü

    Victor Hugo

    Victor Hugo (1802-1885): Fransız edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olan sanatçı, edebi ününü şiirleri ve oyunları ile kazandı. Romantik akımın en tanınmış adları arasında...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Zebani ~ Andrew DavisonZebani

    Zebani

    Andrew Davison

    Romantizmi, hayal ile gerçeği ustaca bir araya getiren egzotik bir macera. Marie Claire Sizi okumaya mecbur bırakıyor… Sayfalar sanki kendi kendilerini çeviriyorlar. Metro Çılgınca...

  2. Yaşamadan Ölmeyeceğim ~ Maud AnkaouaYaşamadan Ölmeyeceğim

    Yaşamadan Ölmeyeceğim

    Maud Ankaoua

    “İntiharını otuz gün erteleyebilir misin? Otuz gününü satın almak istiyorum! Haydi, kaybedecek hiçbir şeyin yok. Göreceksin, kendini çok rahatlamış hissedeceksin.” Phueng masanın üzerinde duran...

  3. Oscar ve Lucinda ~ Peter CareyOscar ve Lucinda

    Oscar ve Lucinda

    Peter Carey

    Peter Carey’nin Booker ödüllü romanı Avustralya’nın gençliğini, dinamik tutkularının tehlikeli alışkanlıklara dönüşmesinden öncesini, alışılmadık ve sarsıcı bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor. Genç bir İngiliz...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur