Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yalnızlığın Muhallebi Kıvamı
Yalnızlığın Muhallebi Kıvamı

Yalnızlığın Muhallebi Kıvamı

İklim Dora

“Yalnızlığın coğrafyasıdır olmak istediğimiz yer… Bir firari gibi bağlarımızdan kurtuldukça, oraya kaçar sığınırız. Kendi kendimizi seyredebildiğimiz tek aynadır çünkü yalnızlığımız…” YALNIZLIĞIN MUHALLEBİ KIVAMI KULLANMA…

“Yalnızlığın coğrafyasıdır olmak istediğimiz yer… Bir firari gibi bağlarımızdan kurtuldukça, oraya kaçar sığınırız. Kendi kendimizi seyredebildiğimiz tek aynadır çünkü yalnızlığımız…”

YALNIZLIĞIN MUHALLEBİ KIVAMI KULLANMA KILAVUZU

NOT: PROSPEKTÜSÜ OKUMADAN KULLANMAYINIZ!

FARMAKOLOJİK ÖZELLİKLERİ:
Seratonin hormonunu tetikleyici içeriğe sahiptir. Çeşitli mutsuzluk ve kabızlık modellerinde yapılan klinik çalışmalar, gülümsetici ve hayata bağlayıcı etkisi olduğunu göstermiştir. İçeriğindeki muzır bileşenler ile analjezik aktivitenin başlaması bazı deneklerde birkaç satır sonra, bazı deneklerde ise ilk saniyelerde elde edilmiştir. Analjezik etkisi ömür boyu sürmektedir!

ENDİKASYONLARI:
Kıvamında yalnızlar… Tadında yalnızlıklar… Yalnız olmaktan değil, yalnız kalmaktan korkanlar… Aşk için yananlar… Arayıp da bulamayanlar… Ruhunun gemisine atlayıp, huzura yolculuk yapanlar… Vize almadığı için, yarı yolda kalanlar… Atanlar tutanlar, kovalayıp kaçanlar… Ölüme bile gülücük katanlar… Ölmeden önce yapılacak 101. şeyi keşfetmeye çalışanlar… Gelmişini geçmişini sorgulayanlar… İçi geçmişler… Kendinden geçmişler ve hayatı –ti-ye alamayanların semptomatik tedavisinde kullanılır.

KONTRENDİKASYONLARI:
Şu gibi olgularda uygulanmamalıdır: *Abuk sabuk, at gözlüklü, dar görüşlü, bilmem neyin altında bilmem ne arayan hastalar… *Cinselliğe şahakulade yönünden bakamayıp, bünyede ödem oluşturan hastalar… *Kronik Salaklık Sendromu hastaları… *Orta ve şiddetli Tribal Enfeksiyon hastaları…

YAN VE ADVERS ETKİLERİ:
Klinik araştırmalarda gözlenen herhangi bir olumsuz etkiye rastlanmamıştır. BEKLENMEYEN BİR ETKİ GÖRDÜĞÜNÜZDE YAZANA BAŞVURUNUZ!

ÖNERİLEN KOMBİNASYONLAR:
*İnce bellide tavşan kanı çay / *Filtre kahve / *Bir kadeh Cabarnet Sauvignion / *Kendin gibi bir eş / *Tiramisu tadında bir film…

KULLANIM ŞEKLİ VE DOZU:
Keyfinizin kâhyasına göre, günde yaklaşık 30 sahifelik ve 10 günlük bir kür halinde kullanılmalıdır! Asla tüketilmemelidir! Evirip çevirip belirli dozlarda ve aralıklarda uygulanmalıdır!

DOZ AŞIMI:
Dalıp giderek veya bilinçli fazla alınımda, acilen gargara yapılmalı veya gerekiyorsa bir kuple gülümsemek için alınıma ara verilmelidir. Yalnızlığın muhallebi kıvamındakiler ise üzülmemeli, A4 boyutundaki kâğıda dileklerini belirten yazı ve çiziler karalayıp, itinayla gül ağacının dibine bırakmalı ve sabırla sonucu beklerken kıvamında bir sakızlı muhallebi yemelidirler!…

SAKLAMA KOŞULLARI:
Her türlü hava koşulunda, steril bir ortamda, olmadı tozlu raflarda, başucunda, yastık altında, çocukların da ulaşabileceği yerlerde ve aydınlıkta saklayınız. Sadece kendinize saklamayınız, itinayla paylaşınız. Paylaştıkça etkisi artacaktır…

Şifa niyetine…

Bitte…

REÇETESİZ SATILIR!

***

Kalktık anacım Londra Heathrow havalimanından, yarım saat geçti geçmedi, hava boşluklarına girmeye başladık. E, buraya kadar normal tabi de… Tak diye oksijen maskeleri açılmasın mı? Tabi mümkünse açılmasındı. J Ardından karizmatik bir ses tonuyla ki o sahneye rağmen! Kaptan pilotumuz demesin mi ki; mümkünse demesindi;

‘Kabin basıncımızda bir problem var, lütfen hemen maskelerinizi takın!’.

Haydi, buyur buradan yak… Beni yak, kendini yak, her şeyi yak, gemileri yak! Ne olur uçağı yakma! Lütfen Allah’ım!? Neyse… Üçlü koltuklardayım,  sanki dört tane maske düştü gibi hatırlıyorum ama neden dört tane düşsündü, sormama dafırsat olmadı zaten, unuttum sonra… Herkes saldırdı maskelere. Ben bir kez bile izlememişimdir hostesler acil çıkış kapılarını ve yapmamız gerekenleri anlatırken ki; kim can kulağıyla dinler onu da hep merak etmişimdir. Tabi maskeyi de anlatmışlardır ‘Şöyle tut, böyle çek, şöyle tak’ diye ama nerede?! Al işte, sen misin izlemeyen, dinlemeyen?! Evet, buyurun benim o salak! Neyse can havliyle bir tutuşum var o maskeyi sıkı sıkı, Süpermen gelse, çekip alamaz elimden!..  Anneler de, çocuklarına takmaya çalışıyor maskeleri filmlerdeki gibi yeminle!! Yeminle mi?..  Hahaha… Annelik işte, başka hiçbir duyguya benzemiyor olsa gerek! Bilemiyorum ama tahmin edebiliyorum…

Hani ‘Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti’ derler böyle durumlar için. Hah… İşte… Bende öyle olmadı.?! Olduysa da farkında değilim. Çünkü zaten o anın kendisi bir film sahnesi gibiydi! Bir gerilim filminin içindeydim, uçağın düşme sahnesi çekiliyordu ve fakat ben oynamak istemiyordum! Ama yönetmen ‘Action!’ demişti bir kere ve geri dönüş yoktu…  Oysaki bir başka komedi filminden teklif gelmişti, niye de onu reddettiysem? Al işte!  Ama iyi bir insandım ben. Kimseyi kırmamaya, üzmemeye çalıştım. Kötülük yapmadım. Bir ara birkaç erkeğin canını yakmıştım ama o sayılmaz! Ve henüz çok gençtim! Tamam, otuzlu bir yaş ama artık genç kategorisine giriyor bu dönem. Eskidenmiş o şiirdeki gibi ‘Yaş otuz beş yolun yarısı!’ Tabi canım, altmıştan sonra anca orta yaş sayılır artık. Seksenden sonra da yaşlı denebilir belki!

Peki, bu dünyada işim bitmiş miydi? Hayır yaa… Gitmek istemiyorum… ‘Time to go’… ‘Ciao’… ‘Hoşça kal’ demem mi gerekiyordu sevdiklerime ki; buna bile vaktim yoktu! Hım, ne düşündürttü şimdi bak bu konu bana… Hani elveda demeye bile vakit yok ya, ondan geldi aklıma abuk düşünceler… Sevdiğin biri ölüm döşeğinde diyelim… İyileşecek mi belli değil! Gerçi adı üstünde, ölüm döşeğindeyse gidicidir… J Neyse… Uzaktasın ve yanına gidemiyorsun… O da seni bekleyemiyor, gidiyor… ‘Son bir kez görebilseydim keşke.’ dersin… Ya da yanındasındır ve öleceğini biliyorsundur. ‘Bu onu son kez görüşümdü.’ dersin… Hangisi daha kötü acaba? Bir ‘seni seviyorum’ diyemeden, son kez gözlerine bakamadan mı, yoksa bile bile lades diyerek mi kaybetmek zor? Bir,-c- şıkkı rica ediyorum, daha ılımlı olumlu ve yumuşak…

Aa… Bir dakika, biri bir şey söylüyor;

’Kabin basıncı normale dönmüştür, maskelerinizi çıkartabilirsiniz’…

Hah, nerede kalmıştık? Sanırım uçağımız düşmek üzereydi ve her şey birbirine karışmıştı. Hava boşluğu, maskeler, çığlık sesleri, bebek ağlaması, film şeridi şeklinde olmasa da hatıralar… Bari düşecekse Lost’taki gibi bir adaya düşsündü de, Sawyer gibi bir adamla filan karşılaşaydım hiç olmazsa. O nedir ya ayrıca? Herife erkek diyorsak, diğerleri ne? ‘Ve Tanrı erkeği yarattı!’ Sinemalarda!.. Tamam, esmer seviyorum ama adamın da hakkını teslim etmek lazım. Olsun, ne yapalım artık, düşmüşüz adaya, sarışın marışın idare edeceğiz. Ayrıca da sıkıcı olmazdı ada hayatı. Tabi canım, şarj cihazı gibi canıma can katacak bir adam, temiz hava, sağlıklı bitki ve meyvelerden oluşan mönü, trafiksiz sessiz huzurlu bir ortam… Oh daha ne isterim? Hım… Ancak öncelikle tek parça halinde inebilmeyi istemeliyim sanırım. J

O da ne, ne oluyor? Sarsıntı arttı yine, çığlıklar ‘ok’ anonsuna rağmen durmamıştı zaten ama tekrar her şey birbirine karıştı, herkes yanındakine, sağındakine, solundakine bakıp, birilerinden, bir şeylerden medet umuyor!..  Medet… Oğlum… Neredesin? Hostesleri göremiyorum ki; zaten kimseyi doğru dürüst göremiyorum sarsıntı ve panikten!.. Bir ara kör ve sağır oldum… Sadece düşünebiliyordum, pek sağlıklı olduğu söylenemez ama en azından bir şey yapabiliyordum, bu da iyiydi. Tekrar görebildiğim ve duyabildiğim andı ve yine bir anons yapılıyordu. Ama artık bitsindi! Ayrıca panik havası, çığlıklar azalmıştı. Ama artık Aydın havası istiyordum bir çabuktan bitecek!

“Sorun giderildi, lütfen sakin olun ve yerlerinizden kalkmayın!’’

Yere inip, toprağı öpmek istiyordum… Demek buna benzer hislerle öpüyorlarmış toprağı… Gülerdim oysaki…

Yani; ne yapmayacak mışız? Kimseyi yaptığı bir şeyden ötürü yargılamayacak, dalga geçmeyecekmişiz. Bir gün bizim de başımıza gelebilirmiş… Tecrübe edildi, onaylandı…

***************************************************************************

Uçak maceramdan beri hiç böyle heyecanlanmamıştım. Ah, sus sus, bir de ne zaman yaşamıştım bu heyecanı, hatırladım bak;

Geçen senelerde, Emir ile Türkiye’ye gittiğimiz bir dönemde, arabayla eve dönüyoruz. Benzin almak için durduk. Para ödemek ve bir şeyler almak için ikimiz de girdik içeri. Neyse, kasadayız. Bir adamcağız (!) geldi para ödemeye. Bir sigara çıkardı cebinden. Biz de saf saf bakıyoruz. Yaktı mı bir güzel? Yaktı. Kasiyere baktık gayri ihtiyari, müdahale etsin diye. Neyse ki etti. Adam “Pardon ya!” deyip, yanan sigarasını açık kapıdan dışarı fırlattı mı? Hah, fırlattı. Kasiyer teşekkür etti. Saniyeler içinde Kerem ile birbirimize bakış fırlatmamızla, onun dışarı çıkıp sigarayı ezmesi bir oldu. İçeri döndüğünde, ben bile ne olduğunu anlayamadan, sigarayı fırlatan adama koca bir yumruk attı. Sonra da arabadaki ilk yardım çantasını kapıp, adamın kanayan kaşına burnuna pansuman yaptı. Adam hatasının bilincine vardı sanırım aldığı sıkı yumruk darbesiyle ki gıkını çıkarmadı. Benim iyilik meleği sevgilim de, böyle tepki vermesinin sebebinin, yanarak ölme korkusu olduğunu söylemişti sonra bana. Hatta beraberce gülmüştük ben de çok korktuğum için aynı sebepten.

Oracıkta ölecek olsam, bu kadar tırsmazdım. Tırsmaya vakit kalmazdı zaten, o da ayrı! İnsan tabii, kendi başına bir şey geldiğinde elbette ki korkuyor, ne olacak acaba diye bekliyor, ‘Lütfen şimdi ölmeyeyim Tanrım’ diyor. Ama ölüp gideceksen de, kendine ölüyorsun sonuçta. JL

Sen, bırakıp gidiyorsun, terk edilmiyorsun yani. Ama bir sevdiğini kaybetme tehlikesi söz konusu ise, dünya başına yıkılıyor. Bu senin başına hiç gelmezmiş ya da gelmemeliymiş gibi salak bir hisse kapılıyorsun. Seni bırakıp gitmeye hakkı yok diye düşünüyorsun. Sanki onun elindeymiş gibi. JLKafandan bin bir türlü senaryo geçiyor. Bu dönemde rahatlıkla ‘senaryo yazarı’ olunabilir yani. Akla hayale gelmeyecek şeyler, senin beyin kıvrımlarında dolanıyor. Kimi mantıklı olabilse de, çoğu abuk – sabuk şeyler oluyor. Ancak elinde değil, düşünüyorsun işte. Fay hattında kırılmalar oluyor tabi ne de olsa…

Ya, iyileşmezse… Ölürse… Ölmez de sakat kalırsa? Ona ömür boyu bakar mıyım ki; saygı duyduğum insanlardır böyleleri?! Kimdi o, bir futbolcu vardı, yavrum MMS hastasıydı da, yattı kaldı yıllarca?! Neyse, Allah rahmet eylesin. Çok tatlı kadındı karısı da. Ne kadar seviyorduysa artık, ya da ne kadar merhametli, insan bir kadındıysa, öpe, koklaya baktı adamcağıza. Tabi, basında takip ettiğimiz kadarıyla böyleydi. İçlerini bilemeyiz… Umarım öyleymiştir.

Of, ölürse nasıl hissederim? Onsuz yaşayabilir miyim? İtalya’da mı kalırım? Türkiye’ye mi dönerim? Çocukları babasız ne yapar? Anılarımızın olduğu bu evi satar mıyım yoksa tam tersi anılarımız var diye muhafaza mı ederim? Ölürse sonra başka birini onun gibi sevebilir miyim? Ya seversem? Unutmam ne kadar sürer? Unutamaz da kafayı sıyırırsam? Tekrar depresyona girer miyim? Girersem ne zaman, nasıl çıkarım? Bir hastaneye kapatılır mıyım? İyileşirse ki inşallah iyileşecek… Bütün bunları düşündüğüm halde yüzüne nasıl bakarım? JL Bir daha asla doğum günümü kutlamayacağım!

O bir yana da, habire ölümü düşünmek içimi kıydı, daralttı, kastı. Neden ama neden sürekli Emir’i ölecekmiş ya da ölmüş gibi düşünüp senaryolar yazıyorum kafamda? Beynim bana hükmediyor. ‘Düşünme!’ dediğim şeyleri inatla düşünüyor.  Söz geçiremiyorum. Ay, deli olacağım. Olumlu şeyler düşünüp, sevgilime doğru enerjiyi göndermeliyim…

Ölümü kendim için de düşünüyorum bazen. ‘Ölüp gidiyorsun işte’ desem, rahatlayacağım. Ama ölümün de iyisi kötüsü var anacım. ‘Allah güzel ölüm versin’ derdi Leyla Sultan. A… ‘Derdi!’ dedim ayol, amanın… Der yani… Allah uzun ve sağlıklı ömür versin canıma. Ay arayayım bari bak özledim de.

Hakikaten, tık diye ölecek olsan neyse. Uykunda mesela. Al sana güzel ölüm. Ya, kaza geçirip, cıyaklaya cıyaklaya ölsem? Ya sakat bir hastalık yapışsa yakama da, sürüm sürüm süründürse? Ha, yine de ölüyorsun sonuçta ancak zaman alıyor tabi. Peki, bir uzvum kopsa ya da kesilmek zorunda kalsa. Yıllarca öyle yaşamak durumunda kalsam ki adına ‘yaşamak’ denirse?! Ancak ne engelliler var, benim yapamadığım nice şeyi yapabiliyor da, her şeye rağmen kopmuyor hayattan. Saygılar…

Ayıp bana. Yaşayacaksın tabiî ki…

Ay… Bayılacağım şimdi. İnsan kendi içini ancak bu kadar daraltabilir. Ama bu bir şey değil. Manyak ölüm senaryoları da yazıyorum…

Araba kazası geçiriyorum mesela, oram – buram koparak ölüyorum… Tövbe tövbe…

Evde yangın çıkıyor, dışarı çıkamıyorum ve yanarak acı içinde can veriyorum…

Yanmak deyince, en korktuğum şey bu! Hangi filmdi yahu, hatırlayamadım ama sapık herif, birazdan yakacağı diğer bir herife, yanarken neler olacağını anlatıyordu, yaklaşık şöyleydi sanırım;

‘Önce sesin gider. Acı içinde kıvranırken çığlık atarsın, yani attığını sanırsın! Sonra gözlerin birer cam gibi patlar. Derin, katman katman mangaldaki et gibi yanıyordur. Saçların kavrulur, dokunmak ve alevi söndürmek istersin ama ellerin yoktur! En kötüsü de çıkan kokudur!’

Ay, bir tuhaf oldum. Sanki beni yakacaklar gibi hissettim birden. Of…

Kapkaç saldırısına uğruyorum, herif beni yedi yerimden bıçaklıyor, oracıkta ölüyorum… Neden yedi yerimden, onu da anlamış değilim?! Ha… Yedi deyince Brad Pitt’li muhteşem filmlerden biri geldi aklıma; ‘Seven’… Oy, oy, oy… Zaten, nerede kesmeli biçmeli, sapık filmler var onları seviyor, izliyorum. Testere’leri hatmettim mesela… Kesin hastayım kafadan…

Spor yürüyüşü yaparken, 4 kişi beni kaçırıyor ve tecavüz ediyor. Yüzlerini gördüğüm için, boğazımı kesiyorlar, tak ölüyorum…

Alışveriş yaparken, mağazaya eli silahlı hırsızlar giriyor, bizi rehin alıyor, kasayı soyuyor ve tabi istedikleri yerine getirilmediği için hepimizin kafasına teker teker sıkıyorlar, ölüyoruz, ruhumuza Fatiha… Fakat tabi, bu olay Türkiye şartlarında cereyan ettiği için, Amerikan filmi tadında, FBI’dan cillop gibi adamlar gelip, bizi büyük bir operasyonla kurtaramıyor ve akabinde ‘tall, dark and handsom’ * dedektif bana âşık olamıyor bu durumda. Kaldım mı sana yine evde.

(* uzun – esmer – yakışıklı)

Büyük bir alışveriş merkezindeyken, bomba patlıyor ve ağır yaralanıp, ambulansa bile yetişemeden ölüyorum…

Eve hırsız giriyor, göz göze geliyoruz, suratıma koca bir yumruk indirip dağıtıyor, para vs.nin yerini soruyor. Dağılmış çenemle cevap veremeyeceğimi hesaba katmayıp sinirleniyor ve hıncını tecavüz ederek alıyor. Hem hırsız, hem sapık! Sus sus sus… Üstüne de bir güzelce boğazımı kesip öldürüyor.

Oh… Oldum mu sana psikolojik deli! Acilen Ahmet Bey’i aramalı ve bu konuyu da konuşmalıyım. Hayır, üstüne niye tecavüz sosu ekliyorum, anlayabilmiş değilim. Hiç normal değilim, hiç. Gerçi ‘normal’ nedir, onu da bilmiyorum ya? Kime göre normal, neye göre normal? Normal olunca, her şey yolunda mı gidecek ki?

***************************************************************************

Bangkok’tayız. Sürpriz buymuş!.. Ne diyeyim adam, yani kocam ‘sürpriz’ kelimesinin hakkını veriyor! Sokakta tezgâhlar var. Bunlardan birine yaklaşıyor ve taburelere oturuyoruz. İçinde ne olduğunu bilmediğim bir çorba içiyorum. Öyle bilmediğim şeyleri pek yiyip içemem ama Ali’nin ısrarıyla tadına bakıyorum. Fena değil gibi… Adı ‘Tom Yan Kong’. Bu, King Kong’un en sevdiği çorbaymış mesela! J Allahtan içimden, kendi kendime yapıyorum bu esprilerimi. Adamcağız bir avazda boşar beni ‘Kiminle evlendim Tanrım’ diye!!.

Chao Phraya nehrinde, nehir taksisiyle dolaştık. Timsahlı, yılanlı bir seyahatti. Tırsmadım değil ne yalan söyleyeyim. Sevmem ben öyle adrenalin yükleyeceğim diye uç şeyler yapmayı. Ay, Ali de tam tersine ve bana inat, tam da böyle bir adam. Bulduk kaybetmezsek?! Daha neleri göreceğiz bakalım? ‘Wat Arun’ ve ‘Wat Phara Kaeo’ (Zümrüt Buda Tapınağı) tapınaklarını gezdik. Ayağım yere bastığı sürece sorun yok burada! Tayland’dayız anacım kolay mı?

‘Amore mio, yarın ‘Phi Phi Don’ adasına geçeceğiz. Muhteşem bir yer, eminim bayılacaksın.’

‘Ah, harika, bayılacağımdan emin olabilirsin!’

Bu 2004 de Tsunami’nin yerle bir ettiği ada değil mi ayol? Ay, hemen şimdi bayılacağım… Eve dönmek istiyorum… Ev? Evim neresi? Ben kendi evimi istiyorum. Ailemi özledim. Hava çok sıcak ya da ben daraldım. Bu benim balayım, peki neden mutlu olup, keyif alamıyorum? Annemi istiyorum… Yo yo… Babam daha iyi gelir şu anki ruh halime. Annecik ‘Ben dememiş miydim’le başlayan cümleler kurar, içim daralır. Çünkü kadın haklı ve bu beni deli eder!..

‘Suna… Sesleniyorum duymuyorsun, şu manzaranın güzelliğine bak, mamma mia! İyi ki geldik değil mi?’

Ya, ne demezsin, iyi ki geldik. Hatta iyi ki evlendik, aksiyon ve adrenalin eksikti hayatımda, sağ ol! Bir sen eksiktin hayatımda, bir sen! İyi ki evlendik!

‘Evet, canım ne iyi oldu da geldik. Ne zaman döneceğiz?’

‘Hahaha… Dönmek mi istiyorsun yoksa? Dönüş tarihimiz açık, istediğimiz zaman döneriz. Ama daha görülecek çok yer var. Ben her şeyi planladım, plana göre hareket edeceğiz ve haftaya yeni evimizde olacağız sevgilim.’

‘Ne iyi, plan yapman iyi olmuş. Çok hoş. Yeni evimiz dedin. Ben daha dekore etmedim ki?! Boş eve mi gideceğiz?’

‘Hahaha… İşte başka bir sürpriz! Söylemeyecektim ama artık yeri geldi madem… Ev şu sıralarda yerleştiriliyor. Ben her şeyi ayarladım. Sürpriizz…’

‘Ah… Sü… Sürpr… iz… Ne güzel, her zamanki gibi her şeyi ayarlamışsın. Ne kadar düşüncelisin… Şuraya oturalım mı biraz, yoruldum da!..’

‘Sevineceğini biliyordum. Evliliğimiz süresince sürprizlere hazırlıklı ol! Ben her konuda ikimiz adına bir şeyler yaparım.”

“?!”

Ben de ağlarım ikimizin yerine… J

“Biz karı – kocayız, değil mi? Sen bana bırak. Çok mutlu olacağız.’

‘Çook… Çook… Çook mutlu olacağız… Midem bulandı biraz, otele dönelim mi? Ya da en iyisi sen gezmeye devam et, ben biraz yatacağım. Benim yüzümden otele kapanma!’

‘Ok sevgilim. Otelde görüşürüz. Ama iyisin değil mi, bana ihtiyacın var mı?’

Bir temiz sopa yemeye ve kendime getirilmeye ihtiyacım var. Başımı yastığa gömüp, kendimi boğasım var, o yüzden bir yastığa ihtiyacım var. Görünmez olup, senden ve kendimden kaçmaya ihtiyacım var. Sanırım bir doktora ihtiyacım var!… Kusacağım… Bir kovaya ihtiyacım var…

‘Hayır, canım, sen keyfine bak. Otelde görüşürüz.’

Ne yaptım ben yahu? Evlendim değil mi? Tamam evlendim de o sırada ben neredeydim, yani aklım nerdeydi? Tamam adamı beğendin!! Anladık… Gez – toz – eğlen de niye kalkıp evleniyorsun? Aman dert ettiğim şeye bak ya!! Mis gibi adam, beni düşünüyor, sürprizler yapıyor, İtalya’dayım. Ne istiyorum daha acaba? Huzurevinin kapısından döndüm işte!! Bu saatten sonra armudun sapı, üzümün çöpü demenin âlemi yok! Yok da niye bu kadar kafama taktım ben ne yaptığımı? Hiç takmazdım. Hesapsız kitapsız yapar, bir kere bile düşünmezdim ne yaptım diye. Demek ki içime sinmeyen bir şeyler var ama ne? Sanırım yaşlanıyorum…

‘Ne, Phi Phi Don adasına gidemiyor muyuz? Aa… Nasıl üzüldüm bak şimdi!! İtalya’ya mı dönmek zorundayız? Olsun şekerim, toparlanıyorum ben hemen, tamam!’

Ay, ne güzel bir telefon görüşmesi oldu. Lobiden arıyor beni kocacığım, çıkış işlemlerini yapıyormuş, acilen dönmemiz gerekiyormuş işleri gereği, ay tabi iş beklemez!! Dönelim. Hatta ben de özüme döneyim, sonra TR’ye döneyim, ay boşanacağım ben!..

***************************************************************************

“A… Suna abla… Yemek tarifi mi diyordunuz? Ben de istiyorum lütfen ya. Kocama yaparım evde. Senin yemeklerini methedip duruyor Can sürekli. Erkekler annesinin yemeğini söyleyip durur genelde ama…”

“Ay, bakma sen ona. Tarif vereyim ama sen yorumlarsın onları kendi zevkine göre. E mi?”

“Ok ablası… Dur ben kâğıt kalem kapayım…”

“Ok miyiz? Yaz kızım fasulye… Hahaha… Domates çorbası ve pesto soslu makarnayı yazdırayım. Mozarellalı fritta’yı bilirsiniz, kolaycacık. Minik baget ekmeklerini şu sırayla hazırlayıp kızartacaksınız şekerler, üzerine mozarella koyup: Yumurta – ekmek kırığı – yumurta – un – yumurta – un  – yumurta – ekmek kırığı…”

“Çok kırık bir tarif oldu abla ya… Hahaha… Bildiğin peynirli kızarmış ekmek ya bu!”

“Allah Allah… Yazın bakayım pesto sos tarifini de… Hadi…”

“Evet, öğretmenim, yazıyoruz…”

“Aferin… Aşağı yukarı bir gramaj vereceğim. Fesleğen yaprağı 1 su bardağına yakın, 3-4 diş sarımsak, 3 yemek kaşığı çam fıstığı, 5-6 yemek kaşığı zeytinyağı, hım… Yarım su bardağı kadar kaşar rende, 4-5 yemek kaşığı pecorino peyniri rendesi, taze karabiber… Dur bakayım, bir şey unuttum mu? Hı… Yok, tamam gibi. Hepsi robottan geçecek, en son peynirleri ekleyeceksiniz. Oldu da bitti maşallah.”

“E, kolaymış bu da ablacığım…”

“Kolay ayol, ne olacak? Durun, domates çorbasının detaylarını da vereyim. 1 yemek kaşığı zeytinyağı ve 2 yemek kaşığı tereyağında, 1 tane soğanı kavurun. Kavurdunuz mu? Hah… 1 kiloya yakın kiraz domatesi, 1 diş sarımsağı, 2 yemek kaşığı domates püresini ekleyin, iki çevirin. Ok? Sonracığıma, yarım su bardağı beyaz şarap ve 3 su bardağı kadar sebze ya da tavuk suyunu da koyup, 20-25 dakika pişirin. Evet, hanımlar… Son aşamaya geldik… Çorbayı, fesleğen ile robottan geçirin. Kremayı ekleyip, kaynatmadan biraz ateşte tutun. Bitte… Hahaha…”

“Ben beyaz şarap koymuyordum bak çorbaya ablacığım. Hım, böyle deneyeceğim.”

“Dene bakalım… Ay, çenem yoruldu be…”

***************************************************************************

Anacım bilincimiz alttan alttan ona emrettiğimiz şeyleri kaktırıyorsa bize, demek ki olumlu şeyler emredersek, kendi kendimizi de iyileştirebiliriz. Tabii canım… Bir kere, kaptan olan biziz. Nereye istersek, hayatımız oraya gider. Bir şeyi seçeriz ve uygularız. O halde sevgiyi, sağlığı, mutluluğu seçersek her şey kendiliğinden yoluna girer. Tabii canım, her zaman dediğim gibi; kendi kendimizin her şeyi olmak ve ona göre davranmak zorundayız. Ayrıca, kendine yardım edemeyene, hiç kimse edemez… Oh, ne kolaymış! Hahaha…

Ahmet Bey de aynı görüşte;

“Suna’cığım, bilinçaltı çok ilginçtir. Ona, ‘asla’ ya da ‘yapamam’ kelimelerini gönderme! O, senin tercih veya kararlarının icracısıdır. O yüzden, hep sağlıklı ve olumlu şeyler düşünmelisin. Bilinçaltı, kabul ettiği düşüncenle ortak çalışır. Ona erişmen için her türlü çalışmayı yapar. Yani; düşüncelerini kontrol etmelisin. Tatmin edilemeyen arzuların sonucunda, düş kırıklığı gelir. Eğer bilinçaltına ‘bu güçlüklerle uğraş’ dersen, o da hemen buna yönelir, kendini kötü hissedersin. Yani; kaygı, korku, endişe, kıskançlık, vs. gibi düşünceler sinirlerini yıpratır. Seninle tartışmaya girmeyip, zihninde bilinçli olarak istediğin bir şeyi kabul ettiği için, kendi kendini hasta edersin. Demek ki; bilinçaltını olumlu kullanırsan, uyumlu ve yapıcı düşüncelere sahip olursan, başarı-refah-mutluluk kendiliğinden gelir.”

***************************************************************************

Yorgun düşüncelerin biriktirdiği tortu ile semaya bakıp kendimi izliyorum yukarıdan… Düşüncelerin sesi olsa da anlatsalar…

Biraz da sol yanımla konuşuyorum, hala kıpır kıpır hayret…

Derken, uzun bir yolculuğun kokusunu alıyor bedenim… Yakıtı ben, güzergâhı ben, nihayeti ben…

Pencereden izliyorum beni, yan yana seyahat ettiğim ‘zaman’, parmağıyla yetişebildiğim anlarımı gösteriyor heyecanla… Çok hızlı gidiyoruz.

Karşımda biraz tombulca bir “sıfır” oturuyor, o da bizimle geliyor, yanında bolca eşya getirmiş…

Benimse eski bir çuvalım var sadece, içine biraz ‘dirim’, biraz ‘hakikat’, biraz ‘hürriyet, biraz ‘iyi niyet’, bir de ne olur ne olmaz diye az biraz ‘hüzün’ koymuştum yolda acıkırım diye…

Gece ve gündüz birbirlerine sürekli ‘sıra sende’ derken daha önce hiç duymadığım ‘keşke’ istasyonu’nda duruyoruz, bu hiç olmazdı oysa…

Bu durakta aramıza simasını hatırladığım ‘nefs’ katılıyor, sürekli ofluyor nedense… Her ofladığında ‘sıfır’ ve ‘zaman’ kıs kıs gülüyorlar…Çuvaldan biraz hakikat alıp, uykuya dalıyorum…

Uyandığımda ‘elbette’ diye cevap veriyorum, defalarca ne olduğunu hatırlamadan.

‘sıfır’, ‘zaman’ ve ‘nefs’ birbirlerine bakıp bir anlam veremediklerini ima eden mimikler sergiliyorlar…

Çuvala ‘öfke’yi koymadığıma sevinirken, ‘sabr’ı koymayı unuttuğum için çok öfkeleniyorum…

Güneş doğuyor…

Huzur mu dedim? Dünyaya gelmiş en ulvi insanin dahi huzuru yoktu, daha kendimle yüzleşemezken nasıl olur da huzuru aradığımı söylerim?

Ey Suna kadını; hiç tanımadığın insanlar için düşüncelerinde dua için zaman ayırdığını farz et… Yalın adımlar atarak kapı gıcırtısını dinle, ne demek istiyor sence? Devasa bir süzgeçten geçsen, acaba tortu olarak senden ne kalır geriye? Ya geçemezsen, ya süzgeçten sonrası…

Bir tarafta terazi, diğer tarafta sen, hanginiz ağır gelir? Bir kez olsun kendine küfür etsen hangi küfrü söylerdin?

Uğruna, daralan vakitleri genişlettiğin anlarına bir bakar mısın,  nedir seni alıkoyan? Kâfi olanı elinin tersiyle itmene sebep olan nedir? Seni doyuracak tahta kaşığın boyutu ne olmalı, söyler misin?

Çok yakındaydı hâlbuki uzak gibi görünen değerler, içimize işlemişler habersiz… Çok basit bir tarifi vardı aslında huzurun. Bir kaşık deniz suyu, iki tutam bulut ve göz kararı toprağı karıştırmak yeterliydi…

Adını bilmediğim duvarlara bütün boyalarımı döküyorum… Oluşan şekillerle saatlerce konuşuyorum…

Karşıdan karşıya geçerken istem dışı gelgitler olur ya onlara sorun beni… Başaramadınız değil mi? Biraz daha sabredin, aynı filmi tekrar izleyeceğiz nasıl olsa…

Nedendir bilinmez ama sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bilmez olduk, derinlerde kendimize söyleyemediğimiz gerçekleri bir başkasında arar olduk… Yaşam adına ne varsa hepsini ölümün içine gömdük. Çaresizlikten çareler üretip onlarla avunduk, sevgimizi parçalara ayırıp olmayan kalıplara sokmaya çalıştık. İhanet ederken ihanete uğradık. Böldük kendimizi, sonra da tekrar toplamaya çalıştık. Bir sonraki yalanımızı bile bile tekrar tekrar söyledik…

Nedendir bilinmez ama sahip olduğumuz kudretin kıymetini bilmez olduk, yarının ne getireceğini düşünmeden bugünü dünle geçirdik. Başkaları için başkalaştık. Verdiğimiz kararların sonuçlarına katlanamadık, çözümler yerine problemlerle uğraştık…

Nedendir bilinmez ama sahip olduğumuz inancın kıymetini bilmez olduk, sırtımıza bize ait olmayan çuvalları yükledik. Kendimizden ziyade başkalarıyla barışık olmayı tercih ettik.

Saygıda kusur ettik, sevmedik… Oturup armudun düşmesini bekledik, bir başkası için dualar etmedik.

Nedenini bildiğimiz halde, bilmezden geldik ve bu şekilde katlayarak devam ediyoruz…

***************************************************************************

Herkes canlı. Herkes herkese laf yetiştiriyor. Kimse yerinde durmuyor yemek atıştırmak dışında. İzliyorum onları içlerinde ama dışarıdan…

Birden, kendimi çok yalnız hissettim. Çaresiz, ilgisiz, duygusuz, amaçsız, sahipsiz bir boşlukta… Yalnızım. Sensiz yalnızım. Korkuyorum. Ama yalnızlıktan değil, çağırdığımda ve ihtiyacım olduğunda gelemeyeceğin için. Bu bana acı veriyor. Fakat biliyorum ki, yokluğu bana acı verebilecek kadar değerli bir şeye sahiptim, sana! Ve bu yüzden yaşam kaynağımsın aslında. Hiçbir şeyin acı vermediği insanları düşünüyorum da… Ne bir kayıp, ne bir bitiş, ne de başka bir şey. Hayatın neresindeler? Demek ki, hayatta hiçbir şeye sahip değiller. Evet… Ben buradayım. Hayatın ve gerçek değerlerin tam ortasında. Eski bir fotoğraf olmayacaksın masamda. Sahip olma şansına eriştiğim, hayatın değerli bir yüzü olacaksın kalbimde ve hafızamda. Gülümseyerek hatırlayacağım seni her daim. Çünkü mutluluğumun seninle başladığını değil, seninle olduğum an mutlu olduğumu düşüneceğim. Kaybolmuş bir anı, kıymeti bilinmemiş bir değer veya yırtılmış bir fotoğraf olmayacaksın. Evet… Güçsüzleşmeyeceğim. Ve şu anın tadına varacağım…

Carpe Diem… Daha ne diyem? JL

Daha doğrusu, ne kadar çok dostum ve sevenim var demem lazım. Sevilmek ne güzel. Gerçi kendini sevdirmeye çalışmak değil, kendini sevilmeye bırakmak lazım. İhtiyaç duyduğun şey ne kadar az ise, sahip olduğun şey de o kadar çoktur. Sevilmeye ihtiyaç duyuyorsan, henüz yeterince sevilmiyorsun demektir. Dertleşebileceğin bir sırdaşa ihtiyaç duyuyorsan, pek dostun yok demektir.

‘Dost’ dedim de, hakikaten ne kadar önemli bir kavram! Gerçekten ‘dostum’ dediğimiz insanla, hep doğruyu ve her doğruyu konuşabiliyor muyuz acaba? Ben yapmaya çalışıyorum sanırım. Hatta ‘Küt diye söylüyorsun, pat pat döktürüyorsun!’ derler bana. Tabi canım… Yüzüne her şeyi düşündüğüm gibi söyleyemiyorsam, azarlayıp küfredemiyorsam J, ‘böyle söylersem, şöyle mi anlar ki’ demek zorunda kalmadan eleştiremiyorsam, dinliyor ama dinletemiyorsam, ‘aramadın, gelmedin, gitmedin, niyeydi, nasıldı?’ dedirtiyorsam, ne anladım ben o dostluktan, dosttan?! Şükür ki benim gibi düşünen insanlara ‘dostum’ diyorum.

Yaşlanıyorum ben, evet, evet. Anlaşıldı.

**********************************************************************************

Bu arada hakkat boşuna ‘eski toprak’ denmiyor bu bilge kadınlara! Zaten bu eski toprakgiller, anneannem ile beraber son bulmuş. Annem zamanındakiler bile bu kuşağa erişememiş. Çok enteresan yani; nasıl oluyor da annem kuşağının ya da bizim aldığımız eğitimin onda birini almadan, hatta hiçbir kaynak bulamadan bu engin bilgilere erişmişler? Nedir onları bu derece yüce yapan? Nasıl bir ruhtur, böyle sonsuz sevgi ve erdemle dolan? Bir de muhafazakâr insanlarmış canım! Tek kelimeyle muhteşem! Ay, şu yeni neslin muhafazakâr kelimesini ‘gerici’ manasına kullanması da beni deli ediyor ayrıca! Bilir bilmez, olur olmaz yerde kullanmıyorlar mı, en şiddetlisinden bir tokat atasım geliyor ki, sorma gitsin?! Hahaha… Nereden nereye ayol yine? Ama ne yapayım yahu, işte bak elin Japon’una… Teknolojinin efendileri, muhafaza ettikleri eski gelenek ve görenekleriyle, bir güzel harmanlıyorlar hayatı! Sonra da demleyip içiyorlar en lezzetlisinden!

***************************************************************************

Uğur, Zeynel ile evlendiği yıl ayrıldı. Bir de komik komik anlatıyor;

‘Kızlar ben salak mıyım? Aman ne güzel durgun bir adam deyip olgun sanıyorum bunu. Efendim ne güzel suskun diyorum karizmatik buluyorum. Amaç ediniyorum evlenmeyi. Daha neresi olduğunu bilmeden giderim diyorum bununla her yere. Bir de elinin tersini kullanmaya başlamasın mı? Yahu dedim ölüm bizi ayırana kadar beklemeyeyim, yoksa biz birbirimizi öldüreceğiz. Ayrıl gitsin. Piyango gibi bir şey sanırım şu evlilik. Çıkana çıkıyor. Bana çıkmadı işte ne yapalım?’..

***************************************************************************

O kadar güzel ama bir o kadar da acı ki hayat… Seni, sen farkında olamadan yeni biri yapıyor. Her gün, her ay, her sene daha da yeni biri olup çıkıyorsun. ‘Eskiden olsa şunu yapmazdım’ diyorsun.  ‘Böyle bir karar vermezdim’ diyorsun. Ya da tam tersi ‘Şöyle yapardım’ diyorsun. ‘Duygusal film izlemeyi çok sevmezdim, ne oldu bana?’ diyorsun. ‘Ne kadar çok ve gereksiz para harcıyormuşum?’ diyorsun. ‘Eskiden kırmızıyı sevmezdim, şimdi her şey kırmızı olsun istiyorum’ diyorsun. ‘Artık, kendi karanlıkta olsa da, yolumu aydınlatmak için çaba sarf eden dostlar edinmek istiyorum.’ diyorsun. Diyorsun oğlu diyorsun. Resmen ders veriyor hayat sana, tabii anlayabiliyorsan, öğrenebiliyor ve uygulayabiliyorsan. Eskisini severdim ama yeni beni daha da çok seviyorum…

***************************************************************************

Öldüğümde de cenazemden sonra çalınmasını istediğim üç parça var birbirinden muhteşem…

Vangelis’den ‘Bon Voyage’,

Yo-Yo Ma’dan ‘Erbarme Dich’,

Secret Garden’dan ‘Awakening’…

Bunları dinlerim hemen, hüzünlendiğimde. Şimdi uygun bir zaman. Resmen beni anlatıyorlar. Gözlerim kapalı, yarı uzanır vaziyette oturuyorum. Hiçbir şey düşünmemeye çalışıp, müziğin muhteşem tınısına kaptırıyorum kendimi. Gözyaşlarım pıt pıt düşüyor yanağıma, oradan dudağımın kenarına. Yalıyorum boynuma kadar akıp, gıdıklamasınlar diye beni. Hafifi tuzlu, kıvamında bir tadı var. Ama melodili ağlamaya başladığımda, daha fazla tutamıyorum onları. Boynum sırılsıklam oluyor. Sıvazlıyorum boynumu, gözyaşlarımı yediriyorum tenime. Silmek istemiyorum, hissetmek istiyorum ıslaklığını. Kolay kolay ağlayamıyorum çünkü. Tadını çıkarayım diyorum… Başıma bir sızı giriyor inceden. Ama kalıcı değil. Melodi çoğalıp, beste oluştuğunda gidecek. Rahatlamış olacağım. Awakening’in son notasıyla, ben de kendime geliyor, uyanıyorum…

Ah, duygusala bağladım yine. Kullandığım doğum kontrol hapları bana abuk sabuk duygu karmaşası, patırtısı, tıkırtısı yaşatıyor! Hah bir de üstüne reglim! Aman ne güzel! Yollarda ağlar mıyım şimdi? Ağlarım! Zaman, mekân önemli mi? Değil! Kadın olduğum için, istediğim zaman, istediğim yerde, salya-sümük ağlamaya hakkım var.

Erkeksen, bu yadırganır. İyi ki erkek değilim! Her yönden! İşin yoksa penisin boyu mu işlevi mi, ereksiyon oldu mu olacak mı diye uğraş dur! İşleri zor adamceğizlerin… Hahaha…

Daha küçücükten ağlamaması gerektiği dayatılıyor zavallılara. Acıdım bak şimdi. :) Aman ne acıyacağım dallamalara?

“A, kız gibi ağlanır mı öyle salya sümük oğlum? Errrkeksin sen!”

Yok ya? Niye ağlamayacakmış? Her şeyden önce o da duyguları olan bir “insan”. Tamam, çok da feminen olmasın tabi…

Kadınlar, erkeklerden %60 daha fazla ağlıyormuş ‘prolaktin’ hormonu yüzünden! Şu bilgiler, rakamlar nasıl aklımda kalıyor, deli olacağım?! Ha, evet, regl döneminde de artıyordu bu gerekli mi gereksiz mi olduğuna karar veremediğim hormon, tabi ya! Niye de kızıyorsam hormoncağıza? Ayrıca da gereksiz bir şey yok ki canım vücudumuzda. Acayip bir makina. İnceledikçe tekrar tekrar hayran oluyorum yani işleyişine. Hım, nerede kalmıştım? Hah…

Ağlamak güzeldir bir kere! Ağladığında, içinde biriktirdiğin hüznü akıtırsın gider ve rahatlarsın. Savunmasız kılıyor kadını gözyaşları gerçi. Bir kadın herhangi bir sebepten ağlarken, erkek gayet rahat bağlayabilir hatunu! En azından beni. Başımı geniş omzuna aldı mıydı, beni de alır.

Ancak bir kadını ağlatmamalı erkek dediğin, hep gülümsetmeli. Hah, nasıldı şu Musevilerin Tanrı ile konuşmasını anlatan ‘Talmud’daki söz? Cuk…

“Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin. Çünkü Tanrı gözyaşlarını sayar. Kadın erkeğin kaburgasından yaratıldı, ayaklarından yaratılmadı. Öyle olsaydı ezilirdi. Üstün olmasın diye başından da yaratılmadı. Ama göğsünden yaratıldı. Eşit olsun diye. Kolun biraz altından, korunsun diye. Kalp hizasında, sevilsin diye.”…

Kuranda da yok muydu buna benzer bir ayet? Bir ara tekrar bakayım!

Ama aynı zamanda kadın, birkaç damla gözyaşı dökerek adama istediğini yaptırır, parmağında oynatır… Tabii bu adamın, biraz şapşal ya da duygusal ve şefkatli olması, aynı zamanda da kadına tapması gerekiyor. Yani az bulunur cinsten! Gerçi en maço geçinen, kanmam bu gözyaşlarına diyen, sözde uyanık modelden de çok var. Ayakta uyuyorlar haberleri yok. Hahaha…

Ahmet Bey de, ben ağlarken ne güzel ifade etti ağlamanın gerekliliğini;

’’Ağlamak; bizi içimizdeki endişelerden uzaklaştırır, ferahlatır, içimizdeki kargaşayı akışına bırakır ve dikkatimizi zihinden uzaklaştırıp, fiziksel olana odaklar. Sonra da konudan iyice uzaklaşıp, akan burnumuzu sileriz hafifi gülümseyerek. Yani; gözyaşı iyileşme sürecinin bir parçasıdır.’’

Oh, rahatladım…

“Ben yaptım

Hataları da sevapları da…

Pişman değilim.

Ben yaptım

Yine olsa yaparım…

Yine seni severim,

Yine gelir peşinden,

Buradayım derim.

Uslanmadım ben

Akıllanmayacağım…

Aşka hiç doymayacağım.

Ben yaptım

Yanlışları da doğruları da…

Pişman değilim.

Ben yaptım

Yine olsa yaparım…

Yine dinler kalbimi

Ben buyum derim.

Uslanmadım ben

Akıllanmayacağım…

Aşkın kölesi olacağım.

Ben yaptım

Yine de yapacağım.”

Yaptım ve yapmaya da devam ediyorum anacım… Kişisel Devrimimi tamamladım. Şimdilik bu limandayım. Yeni bir devrim yapmak gerekirse de fazla düşünmeden, ertelemeden yaparım.

Hayatımda başka neler mi oldu? Anlatayım mı daha?  Peki…

Artık kırk dört yaşında; kayıpları ve kazançlarıyla yaşadığı sakin hayatında, kıvamında hüzünlü fakat huzurlu; kazayağı çizgisini henüz öğrenmiş, diri vücuduyla yıllara direnmiş, hala genç; bekâr ama mutlu bir kadınım. Ömrüme ömür katmasını dilediğim bir cennetteyim… Zaten cennette de sonsuz kalınır değil mi? Demirlediğim ruhumun gemisini tadile etmekle meşgulüm. Sağlıklıyım.

Komşu çocukların hiç susmayan bağırışlarını, hoparlörden gelen zamanlı zamansız anonsları DUYABİLİYORUM. Spor için yapılan tartan pistte çoluk çocuk ökçeli ayakkabılarıyla salınan yurdum insanını (!) GÖREBİLİYORUM. Pek düzgün olmayan çukurlu pütürlü yollarında YÜRÜYEBİLİYORUM. Yolların fatihi cesur şoförlere küfredebiliyor, birileriyle kötü trafikten KONUŞABİLİYORUM. Huyumu bilmelerine rağmen, evime telefonsuz çat kapı gelen ARKADAŞLARIM OLDUĞU İÇİN SEVİNİYORUM. Bazen hiç ummadığım şeyler yapsalar da, dünyanın bir ucunda olsalar da, DOSTLARIM OLDUĞU İÇİN SEVİNİYORUM. Farkındayım ve mutluyum.

“Gidiyorum,

Nereye bilmiyorum.

Senin olmadığın ama

Seninle olduğum bir yere…

Ben’i sensiz yaşıyorum

Sadece hayalin,

Ben ve yalnızlığım.

Gözlerin kalbime ilaç olmadı,

Ruhun bedenime dolmadı.

Bir tek yalnızlık tuttu elimden,

Sarıldı, öptü, kokladı…

Sen yoktun.

Sensiz seninle oldum,

Aslında sendin yalnızlığım.

Gidiyorum…

Gözlerin üzerimde,

Ellerin bedenimde.

Ama

Bir tek yalnızlık tuttu elimden,

Sarıldı, öptü, kokladı…

Gözlerinle, ellerin kıymeti kalmadı.”

Eklendi: Yayım tarihi

“Yalnızlığın Muhallebi Kıvamı” için 5 yanıt

  1. Türkiyeden gelen arkadasim getirdi cok kitap iklim dorada var okudum begendim çok eylenceli türkcem iyi degil guzel yazamabilirim kitapta italya var gittim ve ayni duygulari yasadim kendinle konusmalari cok seker Yo-Yo Ma bende cok seviyorum yani bir arkadasimla konusuyoruz gibi okudum 1 gunde bitti kahve ile bende arkadaslarima veriyorum okusunlar tesekkürler

  2. Çok keyifliydi. İç ses konuşmaları da çok doğal ve benim de yaptığım bir şey. İç sesleri ayrı bir yazı karakteriyle yazılabilirdi karışmasın dış ses ve anlatımla diye ama bir mahsuru da yok tabi rahat okunuyor. Yeni kitabı takip ettiğim kadarıyla farklı bir tarzdaymış. Eğlenceli ve özgün bir yazar olduğunu düşünüyorum İklim Hanımın. Ulusalposttaki köşe yazılarını ve Yazarkafedeki yazılarını da takip ettiğimi söylemek isterim. Birazoku’da görünce çok sevindim. Birazoku sitesini de çok seviyor ve takip ediyorum. Hepinize teşekkür ediyorum.

  3. Kitap çok fazla okuyamıyorum. hem gözlerim rahatsız olduğu için hem de sıkıldığım için. O yüzden keyifli şeyler okumaya çalışıyorum çabuk ve rahat okuyabileceğim. Bilgi alacağım konular hariç tabi. Bunun için bu kitabı kız arkadaşım ile okuma saatlerimizde okuduk. Daha doğrusu o bana okudu :) O çok beğendi. Ben de beğendim ama hanımlar için daha eğlenceli olsa gerek. Yorumlardaki gibi iç sesi hiç susmuyor karakterin. Bu da keyifli bir yanı olmuş. Fakat sanırım bitmiş kitap satış olarak. Hediye alacaktık bulamadık. Umarım yazarı da bu yorumları okuyordur. Yeni kitabı ne zaman çıkacak? Biraz oku sitenizi de severek inceliyor çok şey buluyoruz. Teşekkürler.

  4. kitap gerçekten güzel anlatım dili çok keyifli yorumlara katılıyorum olumsuz pek bir şey yok yalnız olaylar çok hızlı gelişiyor ama resadonya com’daki röportajında okuduğuma göre özellikle öyle yapmış dora çünkü konusu yavaş ilerleyen kitapları sevmiyormuş ve ayrıca hızlı düşünürmüş bu bir sorun değil tabi en azından hiç sıkılmadan bitiveriyor kitap bir de iç sesin yazı karakterinin farklı olması gerektiğine katılıyorum yaz da geliyor tam keyiflik bu arada siteniz çok güzel teşekkürler

  5. Sonra ağlarımı okuyorum bunu çoktan okumuştum yorum yapyım dedim harikaydı çok eğlenceliydi yenileri gelsin lütfen

sena gediz uçan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sonra Ağlarım ~ İklim DoraSonra Ağlarım

    Sonra Ağlarım

    İklim Dora

    İçi çürümüş insanları, sözcüklerinin kokusundan tanıyabilirsiniz. Onların ruhları apse yapmıştır. İyileşmelerinin tek çaresi ise; ruhlarını bedenlerinden çekip almaktır.

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aşk Notası ~ AydilgeAşk Notası

    Aşk Notası

    Aydilge

    Kayıp Bir Notayım Ben! Ellerimi Tut. Düşüyorum. Yaklaştır Dudaklarını. Kalbimin Müziğini Duyamıyorum. “Sen gelmeden önce kendimi ölümün ucunda sallandırıyordum. Sense ipimi çözüp beni kalbine...

  2. İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı ~ Tecelli Sercan Sırmaİyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı

    İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı

    Tecelli Sercan Sırma

    Simla, Bar’ın müdavimlerinden biri haline gelmişti. Her seferinde dipteki loş köşeye geçip oturuyordu. Garsonlar sadece günde bir iki kez masaya uğruyor, su bardağını sessizce...

  3. Nar Ağacı ~ Nazan BekiroğluNar Ağacı

    Nar Ağacı

    Nazan Bekiroğlu

    Nazan Bekiroğlu’ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman. Balkan Savaşı yıllarında başlayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü… Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine doğru...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur