“Bilinemeyen tüm şeyler, yeni bilinmeyenlerin kilitli kapısını açabilecek anahtarlardır!”
“Yokyüzler”in ilk halkası olan İkiz Gezegenler, Habib Bektaş’ın daha önce başka bir isimle yayımlanan ve baskısı tükenen kitabının gözden geçirilmiş metni ve yeni adıyla raflardaki yerini alıyor. İkiz Gezegenler, insanoğlunun Dünya’ya zarar veren bencilliği ve akıl almaz hırsı üzerine etkileyici bir okuma deneyimi vadediyor.
Dâhi bir dede, kendini köpek sanan bir papağan, iki garip kedi, tekerlekli sandalyesiyle etrafta fırtına gibi esen Burhan, ağabeyi Orhan ve deli fişek Ali. Çantalarında boyzap, tepegöz ve maymuncuk gibi bilumum yaratıcı alet edevatla her biri büyük bir göreve hazırlanıyormuşçasına taarruz ânını bekliyor. Peki, ama neye karşı?
12 yaşındaki Ali, gecenin bir yarısı kalkıp elini yüzünü yıkamak için banyoya gittiğinde şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşır. Musluktan su yerine bambaşka cisimler akmaktadır. Acaba bu acayip cisimler sadece kendi evlerinin musluğundan mı akıyordur yoksa şehrin su şebekesine karışmış mıdır? Peki, susuz bir yaşam mümkün olmadığına göre, Dünya’nın sonu mu gelmiştir? Ne yapıp edip bunu öğrenmelidir. Kendilerini Dünya’mızın ikiz gezegeninin sahipleri olarak tanıtan kimliği belirsiz bu canlılar kimlerdir? “Yokyüzler”!?
“Gezegenimizde birçok konuda şaşıracaksınız. Tüm ezberlerinizi unutmanızı öneriyoruz.”
SİHİR VEYA BÜYÜ
Uyanıverdim.
Sabah oldu sanıyordum.
Oysa her yer karanlıktı daha.
Yeniden uyumaya çalıştım.
Gözlerimi yumdum iyice.
Olmadı!
Başımı yastığın altına soktum.
Havasızlıktan ölecektim neredeyse.
Ne yaptıysam boşuna!
Doğrulup yatağıma oturdum.
Uyuyamayınca insanın canı sıkılıyor. Kalkıp kocaman pencereleri olan büyük odamıza çıktım. Annem buraya “oturma odası” diyor. Ben “aydınlık oda” diyorum. Hiç ses çıkarmadan çalışabilmeyi beceren duvar saatimize baktım. Henüz on ikiyi gösteriyordu. Tam gece yarısı. Oysa her zaman altı buçukta kalkıyordum. Sonra da banyoya girip bir güzel elimi yüzümü yıkıyor, annemin deyişiyle arınıyordum. En sonunda da istemeye istemeye kahvaltı ediyor, akşamdan hazırladığım çantayı kapıp okula gidiyordum.
Gözümde uyku yoktu. Hiç olmazsa yüzümü yıkayayım dedim. Gürültü yapmamaya çalışarak banyomuzun kapısını açtım. Her sabah yaptığım gibi, ayak parmaklarımın üstünde yükselerek aynada gördüğüm Ali’ye dilimi çıkardım. Aynı şeyi Ali de yaptı. Güldüm, güldü!
Sonra, musluğu açtım!
Musluğu açınca ağzım da açılıverdi kendiliğinden.
Bağırmak istedim.
Yardım edin diye avaz avaz bağırıyordum.
Ama ağzımdan ses çıkmıyordu.
Gördüklerime inanamıyordum.
Olamazdı!
Mutlaka düş görüyordum.
Gözlerimi ovuşturdum.
Yeniden baktım biraz önce gördüklerime.
Değişen bir şey yoktu.
Aynı şey…
Ne yapabilirdim ki?
Ellerimle yüzümü kapattım. Gözlerimi de yummuştum.
Yirmiye kadar saydım. Sonra ellerimi yüzümden çektim.
Gözlerimi de açtım.
Gözlerimi açsam neye yarar?
Gördüklerime inanamıyordum.
Korkuyordum, çok korkuyordum.
Kaçmak istiyordum ama ayaklarım banyonun tabanına
yapışmıştı sanki.
Hareket edemiyordum. O anda yapabildiğim tek şey korkmaktı. Ne gördüğümü söylemeliyim artık. Ama bu kolay bir şey değil ki! Musluktan su yerine kahverengi, küçük küçük, ne olduklarını anlayamadığım bir şeyler akıyordu. Daha doğrusu, musluktan lavaboya dökülüyorlardı. Bunlar pişmemiş nohut büyüklüğünde, yumuşak ama parçalanmayan cisimlerdi. Yumuşak olduğunu lavaboda biriken tanelerin yuvarlaklıklarını yitirmelerinden anlıyordum. Parçalanmıyorlardı. Bir yere bulaşmıyorlardı. İğrenç bir görünümleri vardı.
Elimi istemeyerek de olsa uzatıp musluğu kapatınca kahverengi cisimlerin musluktan dökülmesi kesiliverdi. Ama lavabodaki kahverengi ve yumuşaksı öbek önümde duruyordu. Ağzımdan derin bir soluk çıktı. O anda aklıma “bakbok” gibi bir sözcük gelmişti. Daha önce böyle bir sözcük duymamıştım. Hemen oracıkta karar verdim; o iğrenç kahverengi nesnelerin adı bakbok olacaktı. Mutfağa doğru koştum. Bu kez mutfaktaki musluğa uzandım. Bütün vücudum kasılmıştı, çok korkuyordum. Elimi uzatmak istememe karşın, elim musluğa gitmemek için direniyordu. Ama başarmak zorundaydım. Banyoda yaşadığım bir düştü belki. Belki de babamın aptalca şakalarından biriydi.
İşin içyüzünü öğrenmek zorundaydım. Elim musluğun vanasına dokununca irkiliverdim. Parmaklarım sanki musluğun soğuk demirine değil de ne yapacağı belli olmayan, tanımadığım bir yaratığa değmişti. Tuhaf bir duyguya kapılmıştım: Biraz korku, biraz iğrenme, biraz da merak! Ama bunların içinde en ağır basan duygu, korkuydu. Sanki musluktan bir şey çıkıverecek ve bana bir şey yapacaktı. Bu, korkunç bir şey olabilirdi. Bir canavar mı? Belki… İyi ama, koskoca canavar su borularının içine sığar mıydı? Bilmiyordum, hiçbir şey bilmiyordum. Sadece korkuyordum. Musluğun önünden geriye çekilmişim. Taa buzdolabına kadar.
Orada buzdolabı olmasa kimbilir nereye kadar kaçacaktım. Bu böyle olamazdı, bir şeyler yapmalıydım. Ve yapılacak olan şey belliydi. Musluğu açmalıydım. Ancak açarsam yeni şeyler öğrenebilirdim. İşte tam o anda aklıma geldi: Biraz önce gördüklerim gerçek miydi acaba? Ya hayal gördüysem! Ancak banyoya yeniden gidip lavaboya bakarsam anlayabilirdim. Evet, o iğrenç, kahverengi bakboklar hâlâ oradaysa… Banyoya koştum. Ama içeriye giremedim. Biraz önce kapıyı aralık bırakmışım. Kapıyı birazcık itiversem lavaboyu görebilecektim. Evet, giremedim içeriye. Uzun süre dikildim kapının önünde. Banyoya yeniden girmekten başka seçeneğim yoktu. Derin bir nefes aldım. Bütün cesaretimi toplayıp içeriye daldım. Evet, o kahrolası bakboklar hâlâ lavabonun içinde yığılıydı. Daha fazla kalamazdım orada. Yine mutfağa koştum. Ne olursa olsun mutfaktaki musluğu da açmalıydım. Böylelikle bütün musluklardan aynı iğrenç bakbokların dökülüp dökülmediğini anlayabilirdim. Elimi uzattım. Musluğun vanasını kavradım. Musluğu açarken gözlerimi kapattım. Çünkü su akarsa şırıltısından bilecektim. Ve kurtuldum diye sevinçle bağıracaktım. Bu durumun aksi olur da o iğrenç bakboklar dökülürse onu da anlardım. Çünkü onlar dökülürken hiçbir ses çıkmıyordu.
Topak topak olmuş binlerce yumuşak ve kahverengi cisim, kurtçuklar gibi dökülüyordu. Musluğun vanasının soğukluğunu avucumun içinde hissediyordum. Ama korkuyordum. Korkumu da yüreğimde hissediyordum. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, neredeyse göğsümden fırlayıp çıkacaktı. Musluktan akacak veya dökülecek olan bakboklarla karşılaşmak kolay bir şey değildi. Yine de bütün cesaretimi toplayıp musluğu açtım. Gözlerim kapalıydı. O birkaç saniyelik zaman bana hiç bitmeyecek gibi geldi. Ve ben, gözlerim kapalı, su sesi bekliyordum.
Ne yazık ki su sesi duymadım. Onun yerine, sanki lapa lapa bir şeyler dökülüyordu. O dökülen şeyleri görmesem de, duymasam da hissediyordum. Ve nice sonra gözlerimi açtım. Evet, tıpkı banyoda olduğu gibi o iğrenç bakboklar dökülüyordu musluktan. Ve tahmin edebileceğiniz gibi, lavabonun deliğinden süzülüp gitmiyordu. Daha şimdiden bir tepecik oluşmuştu lavabonun içinde. Hem iğreniyor hem korkuyordum. Yine de elimi uzatıp musluğu kapatabildim. Sonra da yere, parke taşlarının üstüne oturdum. Evet, taşlar soğuktu. Biraz üşüyordum. Ama umurumda bile değildi. Yaşadıklarım üşümekten daha önemliydi.
Öte yandan, üzerine oturduğum taşların soğukluğu, yaşadığım şokun etkisinden bir parça dahi olsa çekip çıkarmıştı beni. Sakin kafayla düşünebilirdim artık. Kendime şu soruları sordum: Ne yapabilirdim? Bu durum, yani yaşadıklarım, tehlikeli miydi? Musluklardan o iğrenç cisimlerin dökülmesi bir sihir veya büyü müydü? Hayal mi görüyordum? Ama insan sürekli hayal görebilir miydi? Hadi banyoda hayal görmüştüm, mutfakta da mı hayal görmüştüm? Bu durum sadece bizim evde mi böyleydi, yoksa bütün evlerde de aynı şey mi yaşanıyordu?
Ya Dünya’mızdaki suların hepsi böyle olduysa? Bu korkunç bir şeydi! Bundan sonra nasıl yıkanabilirdik? Ne içecektik? Şu anda ne yapmam gerekiyordu?.. Bu sorulara yanıt ararken, mutfakta yerde oturuyor ve babamın kamyon sesini andıran horultularını dinliyordum. Hayır, oturarak, babamın horultularını dinleyerek bir çözüm bulamazdım! Mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Böyle önemli bir sorunu yalnız başıma çözmenin güç olabileceğini düşündüm. Bana kim yardımcı olabilirdi? İlk aklıma gelen dedemdi. Sonra Burhan… Ramazan ve Rüstem’i unutmamalıydım!
BURHAN
Şimdi de Burhan’dan bahsetmeliyim. Burhan bizim oturduğumuz semtten biraz uzakta oturuyor. İkiçeşmelik’te… Evlerine çok gittim. Evleri küçücük ve tek katlı. Bahçesi de var. Orada sebze yetiştiriyorlar: Domates, biber, patlıcan, soğan ve bir sürü çiçek… Burhan’ın babası Cevat amca balıkçılık yapıyor. Bir balıkçı teknesi var. O tekne bazen büyük, bazen de küçük oluyor. Aslında tekne hep aynı tekne de… Adı Deryagülü. Deryagülü, mavi bir ışık seli gibidir. İzmir Kordon’da durur. Bazen biz, Burhan’la birlikte tekneye bakmaya gideriz. Gittiğimizde de girer içine otururuz. Bir teknenin içine oturmak çok güzel bir şeydir. Hele Kordon’da… Oraya insanlar gezmeye gelirler. Denize bakarlar. Ben anlatamıyorum ama orada olmak bir ayrıcalıktır, olağanüstü bir şeydir. Orada insanlar gülerler. Tanımadıkları insanlara bile selam verirler.
Şimdi de teknenin neden bazen büyük, bazen de küçük olduğunu anlatayım: Eğer Deryagülü’nün yanında büyük bir tekne varsa, hani gemi gibi, işte o zaman bizim teknemiz gözümüze minnacık gözükür. Ama bazı günler olduğu gibi, Deryagülü’nün yanında sandal veya gemi yoksa, yani yalnızsa, gözümüze oldukça büyük gözükür. Hele yanında ondan daha küçük bir sandal varsa, oh, bizim Deryagülü gözümüze kocaman bir gemi gibi gözükür. Cevat amca, her gün olmasa bile sık sık, akşamüzerleri denize açılır. Teknenin küçücük bir motoru var. Cevat Amca ona “pancar” diyor. Neden pancar dediğini bilmiyorum. Burhan’a sordum, “İşte, pancar motoru!” dedi.
Dedi ama, bu pancar işini onun da bilmediğini anladım. Akşamüzeri olup güneş körfezin sularına yaslandığında, Cevat amca pancar motorunu çalıştırır. Patpat sesleriyle körfeze açılır. Sonra da ağlarını bırakıp gelir. Ağlarını bıraktığı yere bir şamandıra bırakır. Burhan’ın annesi Sıdıka teyze, bir tekstil atölyesinde çalışıyordu. Sıdıka teyzenin en büyük marifeti çok güzel yemek pişirmesi. Sihirbaz gibi, ne pişirirse pişirsin, çok güzel oluyor. Bazı günler Burhan’la birlikte onlara gidiyorum. Yemeği orada yiyoruz. Geçenlerde bana salçalı ekmek verdi. Çok sevdim. Biliyorum, salçalı ekmek bir yemek değil. Ama salçayı kendisi yapıyor Sıdıka teyze.
Eve geldiğimde anneme anlattım. Annem, “Ah, alt tarafı salça değil mi!” dedi. Dedem de vardı yanımızda. Anneme, “Üst tarafı da sensin, zehir gibi acı!” deyince annem pek öfkelendi. Dedem hiç aldırmaz böyle şeylere. Bizim evde canını sıkan bir şey oldu mu, kendi dairesine iner. Balıkçı arkadaşlarını çağırır. Onlarla yemek yer. Annem de babama söylenir durur: “Babanın evini bok götürüyor!” “İti kopuğu eve alıyor, başına bir şey gelecek!” “Yaşına göre davranmıyor, çocuk gibi!” Babam gülüverir annemin söylediklerine. “Keşke biz de onun gibi çocuk olabilsek,” der. Babam böyledir işte. Yanımızda dedem olmayınca hep dedemi savunur. Ben de pek sevinirim. Bir fırsatını bulur, babamı öpüveririm. Burhan’ın bir de abisi var. Orhan adında. Orhan abi, sanayi sitesinde balatacılık yapıyormuş. Kalfaymış daha.
Ama askere gidip geldikten sonra kendisi bir dükkân açacakmış. Bu balatacılığın ne demek olduğunu dedeme sordum. Dedem uzun uzun anlattı. Ben de aklımda kaldığınca size anlatayım: Otomobillerin durmasını sağlayan bir sistem varmış. Fren sistemi diyorlar. İşte, o fren sisteminde, sürücü içerden fren pedalına bastığında, tekerlerin iç yanındaki düz ve kayganca düzeyin üzerindeki ayakkabı köselesine benzeyen düzenek, tekerin metal kısmına oturup, sürtünmeyle tekerin dönmesini engelliyormuş. Böylelikle de otomobil duruyormuş. Ama zamanla tekerlerin iç yanına oturan köseleye benzeyen parça, ki adına fren balatası deniyor, eskiyip aşınıyormuş. O aşınan balatanın yenilenme işlemine de balata çakmak deniyormuş. Burhan’ın abisi gibi bir abim olmasını çok isterdim doğrusu.
Ama benim abim yok, kardeşim de yok. Babam, bir çocuğun yetip de artacağını söylüyor. Orhan abiyi işe giderken ya da işten dönerken birkaç kez gördüm. Pantolonu, gömleği, eli yüzü, her yanı kapkaraydı. Ayakkabıları bile kapkaraydı. Gülünce bembeyaz dişleri ortaya çıkıyordu. Orhan abi beni görünce, “N’aber profesör?” der. Ondan sonra da gülüverir. Ama çok güzel güler. Ben de gülüveririm. Gülünce, onun gülüşüne bakınca, ne diyeceğimi şaşırırım. Orhan abi, Burhan’a, “N’aber len, haydut?” diyor. Keşke bana da haydut dese. Bir kez söyledim. Daha o bana profesör demeden, “Orhan Abi, ben haydut değil miyim?” diye sordum. Aman bir güldü, bir güldü ki anlatamam. Gülmesi bitince de, “Sen haydutların başısın, hem de en birinci başı!” deyince çok sevindim doğrusu. Onun için güzel bir şey yapmak isterdim. Birinde babama şöyle dedim: “Bizim arabanın balataları eskidiğinde Orhan abiye çaktıralım baba, olur mu?”
Babam da yüzüme baktı baktı, sonra da şöyle dedi: “Birincisi, biz arabamızı kendi servisine veriyoruz, orada ne gerekiyorsa yaparlar. İkincisi, balata eskidi mi çaktırmam, yenisini alırım. Böylelikle daha güvende oluruz. Üçüncüsü de sen bu işlere karışma!” Dedeme söylesem ne derdi acaba, diye merak ettim. Ve dedeme de sordum. “Biliyorsun benim arabam yok,” dedi. “Ama olsaydı senin arkadaşının abisinin yapmasını isterdim doğrusu.
Çünkü tanıdık. Paramız ona gitsin. O da bize hem iyi iş yapar hem de abuk sabuk para istemez.” Dedeme babamın söylediklerini anlattım. “Ne olacak,” dedi, “Baban her şey kuralına göre olsun ister. Üniversitede hoca ya, bir şey bildiğini sanıyor, muhallebi çocuğu!” Babam adına üzülmüştüm. “Yapma dede! O kadar da değil artık!” Konuşurken başını öne eğdi dedem. Bir parça utanmıştı sanki. “Haklısın be Ali, meydanı boş bulduk, atıyoruz!” “Yani babam o kadar da muhallebi çocuğu değil mi?” “Elbette değil. Sen de hemen her şeyi ciddiye alıyorsun,” dedikten sonra telaşla bana dönüp ekledi: “Aman duymasın ha, çenesiyle bezdirir beni, sen de nasibini alırsın!” Burhan’la ilgili en önemli şeyi anlatmadım daha. Burhan… Hay Allah, nasıl söylesem acaba? Bu konuda hiç düşünmemiştim! Evet, sıra ona geldi. Bu, aynı zamanda Burhan’la tanışmamızın da hikâyesidir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıYokyüzler - 1 İkiz Gezegenler
- Sayfa Sayısı288
- YazarHabib Bektaş
- ISBN9786052031438
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nar ~ Ece Gamze Atıcı
Nar
Ece Gamze Atıcı
Aşk hiç böyle anlatılmadı. Nar, 21. yüzyılda yazılmış, bestesi Zeki Müren’e ait, bir kadınla bir adamın seslendirdiği tuhaf bir neşe ve keder hikâyesi. Nar...
- Mevzumuz Derin ~ Ahmet Büke
Mevzumuz Derin
Ahmet Büke
“İnsanın en becerikli olduğu alan, kendini ikna etmesidir işte. Annemi hıçkırıklar, kendimi de uçuşan sorular içinde bırakıp, içi boş bir elbise gibi gidip yatağa...
- Yakınımdaki Uzak ~ Rukiye Uzun
Yakınımdaki Uzak
Rukiye Uzun
Etrafındaki insanların, yaşadığın olayların; kısacası hayatının bir yalandan ibaret olduğunu öğrendiğinde ne yapardın? Ya da… Sıradan yaşadığını düşündüğün hayatın; herkesin sırayla çevirdiği sıradan bir...