“YAŞAMA ÖLÜM CEVAP VERİR. KARANLIĞA IŞIK. EZİCİ BAŞARIYA YIKICI BAŞARISIZLIK. DEHŞETENGİZ BEDDUAYA NEFES KESİCİ TAKDİS.”
Teblorların Uryd kabilesinden Karsa Orlong Kuzey Genabackis dağlarından güneydeki düzlüklere inerken sadece tek bir şeyi amaçlıyordu: Kendi halkının kaderini yeniden şekillendirerek adını efsanelere kazımak. Yanındak savaşçılarına liderlik ederken, horgördükleri ovalılara ölüm dağıtacak, kendilerine yadigâr ziyafeti çekecek ve köylerine gururla döneceklerdi. Ancak Kayadaki Suratlar’ın Karsa Orlong için bambaşka planları vardı. Çıktığı yolculuk onu Yedi Şehir ve Genabackis boyunca sürüklerken kehanetlerin ve rekabetlerin ördüğü bir ağa dolanacak, zincirlere vurulacaktı.
Köpekler Zinciri’nin ardından İmparatoriçe’nin Muavin’i Tavore ise son kale Yedi Şehir’e varmıştı. Coltaine’in efsanevi yürüyüşünden kalma bir avuç gazi dışında, çoğu acemi on iki bin askerin bulunduğu ordusunu önlerindeki büyük savaşa hazırlamak ise Tavore’un en zorlu göreviydi. Kadim Çöl’ün yüreğinde ise intikam tanrıçasının gücü yavaş yavaş ruhunutüketirken Sha’ik pusuda bekliyordu. Ama entrikalarla çevrelenmiş Sha’ik için beklemek kolay olmayacaktı.
Raraku Çölü’nün kayalara gömülü hülasaları tekrar dünyada yürümeye başladığında faniler, tanrılar ve yepyeni oyuncular kozlarını paylaşacak, tüm kartlar baştan dağıtılacaktı.
“Daha fazlası için çırpınacağınız türden epik bir anlatı.”
—Stephen R. Donaldson
“Karmaşık ve zorlayıcı… Erikson’un güçlü yanları olgun karakterleri ve bizim dünyamız kadar derin ve çetrefilli bir dünya yaratma becerisi.”
—J. V. Jones
GİRİŞ
Yenidoğan Haddi, 943. Arayış Günü
1159 Burn’ün Uykusu
Gri, şişkin ve delik deşik cesetler alüvyon kaplı sahil şeridinde göz alabildiğine uzanıyordu. Yükselen suların yalos gibi üst üste yığdığı, kenarlarda yükselip alçalan ve durduğu yerde dönen çürümüş bedenlerin üzerinde siyah kabuklu, on bacaklı yengeçler geziniyordu. Sikke ebatlı yaratıklar, kovanın ayrışımıyla önlerine serilen bereketli şölene daha yeni oturmuştu. Deniz, bulutlu göğün tonunu yansıtıyordu. Hem yukarıyı hem de aşağıyı kaplayan donuk, alacalı kalay rengi, yalnızca alüvyonların daha koyu grisiyle ve sahilin otuz kürek çekimlik açığında bir şehrin suya gömülü binalarının zar zor seçilebilen üst katlarına ait bulanık aşıboyası tonlarıyla bölünüyordu. Fırtına dinmişti ve boğulmuş bir dünyanın harabeleri arasındaki deniz durgundu. Şehrin eski sakinleri kısa, bodur kimselerdi. Çehreleri basık, soluk saçları uzun ve açıktı. Giydikleri kalın dolgulu giysilere bakılırsa dünyaları soğuktu. Fakat ayrışma sonucu bu durum âfetvari bir değişim göstermişti. Hava durgun, rutubetli ve artık çürümenin kokusuyla leş gibiydi. Deniz başka bir âlemdeki bir nehirden doğmuştu. Bir ovanın alüvyonunu taşıyan devasa, geniş ve muhtemelen kıta uzunluğundaki tatlı su damarının çamurlu derinliklerinde devasa kedibalıkları ve kağnı tekeri boyutlu örümcekler yaşarken resifleri yengeçlerle ve etobur, köksüz bitkilerle fıkır fıkırdı. Nehir selimsi içeriğini bu engin, düz araziye boşaltmıştı. Günlerce, ardından haftalarca, ardından aylarca. Tropikal hava akımları ile mevcut ılıman iklimin şiddetle çakışmasının çıkardığı fırtınalar o seli uluyan rüzgârlar altında sürüklemiş, suların durdurulamaz yükselişinden önce gelen ölümcül salgınlar boğulmayanların işini bitirmişti. Yırtık daha dün gecenin bir vakti her nasılsa kapanmıştı. Başka âlemin nehri de asıl yatağına geri dönmüştü. İlerideki sahil şeridi muhtemelen öyle anılmayı hak etmese bile onun haddi boyunca sürüklenirken Trull Sengar’ın aklına başka bir tabir gelmiyordu. Alüvyondan ibaret olan kumsal, ufku bir uçtan diğerine kaplarmış gibi gözüken koskoca bir duvarın dibine yığılmıştı. Duvar sele dayanmıştı dayanmasına ama artık öbür tarafından aşağı sular akmaktaydı. Solunda cesetler, sağındaysa yedi-sekiz adam boyu yüksekliğinde dimdik bir yamaç vardı, duvarın genişliğiyse otuz adımdan biraz daha kısaydı; koca bir denize karşı koyabilmiş olması büyücülük fısıldar gibiydi. Ayak altındaki geniş, düz taşlar çamura bulanmışsa da sıcağın etkisiyle daha şimdiden kuruyor, yüzeyde dans eden boz renkli böcekler Trull Sengar ile zaptçılarının yolundan kaçışıyordu. Trull bu fikri idrak etmekte hâlâ güçlük çekiyordu. Zaptçılar. Bu kelimeyi yadırgıyordu. Sonuçta onlar kardeşleriydi. Hısımları. Ömrü boyunca tanıdığı, gülümserken ve kahkahalar atarken gördüğü, kimi zaman da kendisininkini yansıtan bir kederin kapladığı simalar. Trull yaşanmış her şeyde, anlı şanlı zaferlerde, ruh paralayıcı kayıplarda hep onlarla omuz omuza durmuştu. Zaptçılar. Artık ne tebessüm vardı ne de kahkaha. Onu tutanların yüz ifadeleri sabit ve soğuktu. Ne hâllere düştük. Yürüyüş son buldu. Eller, Trull Sengar’ı morluklarına, kesiklerine ve hâlâ kan sızdıran yaralarına aldırış etmeden aşağı itti. Duvarın tepesine bu dünyanın artık ölü sakinleri tarafından bilinmeyen bir amaçla kocaman demir halkalar oturtulmuş, bunlar dev taş blokların kalbine bağlanmıştı. Trull’ın görebildiği kadarıyla duvar boyunca uzanan halkaların aralarında yaklaşık on beş adımlık eşit birer mesafe bırakılmıştı. O halkalar artık yeni bir işlev kazanmıştı. Trull Sengar’a zincirler dolandı, el ve ayak bileklerine prangalar vuruldu. Gövdesinin orta yerine acı verecek kadar sıkıca bağlanan çivili bir kuşağın demir ilmiklerinden zincirler geçirildi ve bunlar gerilerek onu demir halkanın yanına mıhladı. Çenesine menteşeli bir metal mengene tutturularak ağzı zorla açıldı ve içeriye itilen levha, dilinin üstüne kilitlendi. Bunu Kırkma izledi. Bir hançerle alnına bir halka kazındı, ardından hançerin ucu kemiği oyacak kadar derine batırılarak zikzaklı bir kesikle halka bozuldu. Yaralar külle ovuldu. Uzun ve tek saç örgüsü, ensesini kan revan içinde bırakan hoyratça vuruşlarla koparıldı. Kalan saçlara yoğun, iç bayıcı bir merhem bulanarak kafa derisine kadar sindirildi. Diğer saçlar birkaç saat içinde dökülecek, adam temelli kel kalacaktı. Kırkma mutlak bir şey, geri çevrilemez bir koparma eylemiydi. O artık bir dışlanmıştı. Kardeşlerinin gözünde varlığı sona ermişti. Yası tutulmayacaktı. Eylemleri ismiyle beraber hafızalardan silinecekti. Annesi ve babası bir çocuk eksik doğurmuş olacaklardı. Halkı için bu en ağır cezaydı – idamdan katbekat beterdi. Lakin Trull Sengar hiçbir suç işlememişti. Ne hâllere düştük. Ona tepeden bakarlarken belki de ne yaptıklarını daha yeni yeni idrak ediyorlardı. Tanıdık bir ses suskunluğu bozdu. “Şimdi ondan bahsedeceğiz ve bu yerden ayrıldığımızda kardeşimiz olmaktan çıkacak.” “Şimdi bahsedeceğiz,” diye tekrarladı diğerleri, sonra içlerinden biri ekledi: “Sana ihanet etti.” Soğukkanlı çıkan ilk ses, Trull Sengar’ın orada olduğunu iyi bildiği böbürlenmeyi hiç ele vermedi. “Bana ihanet ettiğini söylüyorsun.” “Etti, kardeşim.” “Kanıtın ne?” “Kendi dili.” “Öyle bir ihanetin dile getirilişini duyduğunu bir tek sen mi iddia ediyorsun?” “Hayır, ben de duydum, kardeşim.” “Ben de.” “Peki kardeşimiz hepinize ne dedi?” “Kanını bizimkinden ayırmışsın.” “Artık gizli bir efendiye hizmet ediyormuşsun.” “Hırsın hepimizi ölüme sürükleyecekmiş–” “Bütün halkımızı.” “Yani aleyhimde konuştu.” “Konuştu.”“Kendi diliyle beni halkımıza ihanet etmekle suçladı.” “Suçladı.” “Peki ettim mi? Gelin bu ithamı değerlendirelim. Güney toprakları cayır cayır yanıyor. Düşman orduları kaçtı. Düşman artık önümüzde diz çöküyor ve kölelerimiz olmak için yalvarıyor. Yoktan bir imparatorluk yaratıldı. Üstelik gücümüz hâlâ büyüyor. Gelgelelim. Daha da güçlenmek için ne yapmalısınız, kardeşlerim?” “Aramalıyız.” “Evet. Peki aranması gerekeni bulduğunuzda?” “Teslim etmeliyiz. Sana, kardeşim.” “Bunun gerekliliğini görüyor musunuz?” “Görüyoruz.” “Sizin uğrunuza, halkımız uğruna, geleceğimiz uğruna yaptığım fedakârlığı anlıyor musunuz?” “Anlıyoruz.” “Lakin siz daha ararken bir zamanlar kardeşimiz olan bu adam aleyhimde konuştu.” “Konuştu.” “Daha da kötüsü, bulmuş olduğumuz yeni düşmanı sözleriyle savundu.” “Savundu. Onlara Saf Soy dedi ve onları öldürmememiz gerektiğini söyledi.” “Peki gerçekten Saf Soy olsalardı…” “O kadar kolayca ölmezlerdi.” “Nitekim.” “Sana ihanet etti, kardeşim.” “Hepimize ihanet etti.” Sessizlik çöktü. Ah, şimdi işlediğin bu suçu paylaşacaksın. Ama tereddüt ediyorlar. “Hepimize ihanet etti, öyle değil mi, kardeşlerim?” “Evet.” Sözcük bıyık altından –kuşkulu bir kararsızlık korosu hâlinde– gevelenerek yarım yamalak çıktı. Uzunca bir müddet kimse konuşmadı, ardından zar zor dizginlenen bir öfkenin yabaniliği duyuldu. “Nitekim, kardeşlerim. Peki bu tehlikeye aldırış etmemeli miyiz? Bu ihanet tehdidine, bu zehre, ailemizi parçalamaya çalışan bu vebaya? Bırakalım da yayılsın mı? Buraya yine mi gelelim? Açıkgöz olmalıyız, kardeşlerim. Kendimiz dahilinde. Birbirimizle. Artık ondan bahsettik. Ve artık o yok.” “O yok.” “Hiç var olmadı.” “Hiç var olmadı.” “Öyleyse gelin buradan ayrılalım.” “Evet, gelin ayrılalım.” Trull Sengar taşlara basan çizmeleri duymaz, uzaklaşan adımların titreşimini hissetmez oluncaya kadar dinledi. Yapayalnızdı, kıpırdayamıyordu, sadece demir halkanın dibindeki çamur bulaşmış taşları görebiliyordu. Sular sahil şeridi boyunca uzanan cesetleri çalkaladı. Yengeçler seğirtti. Deniz harcın içine sızmayı sürdürerek devasa duvara mırıldanan hayaletlerin sesleriyle öbür taraftan aktı. Trull’ın halkı arasında uzun zamandır bilinen bir gerçek, belki de tek gerçek vardı: Tabiat tek bir ebedi savaş verirdi. Tek bir hasımla. Dahası bunu anlamak dünyayı anlamak demekti. Her dünyayı. Tabiat’ın tek bir düşmanı vardır. Ve o düşman dengesizliktir. Duvar denizi tutuyordu. Ve bunda iki anlam var. Kardeşlerim, bunun hakikatini göremiyor musunuz? İki anlam. Duvar denizi tutuyor. Şimdilik. Bu engellenemeyecek bir seldi. Taşkın daha yeni başlamıştı ve kardeşleri bunu anlayamadıkları gibi belki de hiçbir zaman anlayamayacaklardı. Boğulmak Trull’ın halkı arasında yaygındı. Boğulmaktan korkulmazdı. Trull Sengar da boğulacaktı. Yakında. Ve tahminince halkının tamamı çok geçmeden ona katılacaktı. Kardeşi dengeyi altüst etmişti. Ve Tabiat buna tahammül etmeyecek.
BİRİNCİ KİTAP
KAYADAKİ SURATLAR
1
Karanlık bir evin çocukları
gölgeli yollar seçerler.
Nathii halk özdeyişi
Savaşçılar onu köyün sınırındaki metruk bir fırına sürmeden önce köpek bir kadını, yaşlı bir adamı ve bir çocuğu paralamıştı. Hayvan daha önce kararsız bir sadakat sergilememişti hiç.. Zorlu ama âdil görevinde soydaşlarıyla beraber Uryd topraklarını haşin bir şevkle korumuştu. Bedeninde iltihaplanmış ve böylelikle deliliğin özünü damarlarına almış hiçbir yara yoktu. Ağzından köpükler saçan bir hastalığın pençesinde de değildi. Köy sürüsündeki mevkiine asla meydan okunmamıştı. Kısacası bu ani değişime yol açacak hiçbir şey olmamıştı. Savaşçılar hayvanı kil fırının yuvarlak arka duvarına kıstırdılar ve dişlerini şaklatarak haykıran hayvanı öldürünceye dek şişlediler. Mızraklarını çekip çıkardıklarında sırıkların çiğnenmiş ve kanla beraber salyaya bulanmış, demir uçların göçüp çentilmiş olduğunu gördüler. Deliliğin gizli kalabileceğini, yüzeyin çok altına gömülüp belli belirsiz bir tat gibi kanı acı bir şeye dönüştürebileceği biliyorlardı. Şamanlar üç kurbanı incelediler; ikisi aldıkları yaralar sebebiyle çoktan ölmüştü ama çocuk halen yaşama tutunmaktaydı. Oğlan vakur bir tören alayıyla babası tarafından Kayadaki Suratlar’a taşındı, Yedi Teblor Tanrısı’nın önündeki kayrana yatırıldı ve orada bırakıldı. Kısa süre sonra o da öldü. Uçurum yamacına oyulmuş sert bakışlı simaların karşısında yapayalnız acı çekerek. Bu beklenmedik bir kader değildi. Ne de olsa çocuk dua edemeyecek kadar gençken can vermişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıZincirler Hanesi – Malazan Yitikler Kitabı 4
- Sayfa Sayısı888
- YazarSteven Erikson
- ISBN9786052652527
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dönüşüm ~ Franz Kafka
Dönüşüm
Franz Kafka
Sıradan bir pazarlamacı olan Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalardan uyandığında kendini tuhaf, devasa bir böcek olarak bulur. İnce titrek bacakları, çirkin, boğum boğum...
- Tasfiye ~ Imre Kertész
Tasfiye
Imre Kertész
2002’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Imre Kertész, ilkgençlik çağında Nazilerin toplama kamplarının vahşetini yaşamış bir yazar. Türk okurlarının Kadersizlik, Fiyasko ve Doğmayacak Çocuk...
- Yürekteki Hayvan ~ Herta Müller
Yürekteki Hayvan
Herta Müller
EEdebiyat, bugüne kadar, bir diktatörlüğün ne olduğunu hiç böyle anlatmadı. Yürekteki Hayvan, sürekli korku ve baskı altında yaşama deneyiminin bir öyküsü değil, bir provası....