Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

5 Kuşak
5 Kuşak

5 Kuşak

Murad Ertaylan

Sefer – 1900, Trablusgarp On yaşındaydım. Sıcak bir Libya sabahıydı. Ben dahil tüm çocuklar mektepteydik. Kadınlar ya evde ya tarladaydılar. Erkekler tarlada ya da…

Sefer – 1900, Trablusgarp

On yaşındaydım. Sıcak bir Libya sabahıydı. Ben dahil tüm çocuklar mektepteydik. Kadınlar ya evde ya tarladaydılar. Erkekler tarlada ya da kahvehanede. Kahvehane henüz o erkende dahi yükünü almış. Babam, İsmail Efendi’yle aynı masada hoşbeş ediyormuş. Bir adam yaklaşmış masalarına. Kara kuru, ufak tefekmiş.

“İsmail Efendi, borcumu getirdim.”

“Say bakalım masanın üstüne.”

Adam keseyi tersyüz edip içindekileri dökmüş. Liraları, mecidiye leri, kuruşları üst üste dizip küçük kuleler yapmış. İsmail Efendi bir kulelere, bir adama bakmış ve “Eksik,” demiş.

“Nasıl olur? Aldığımı kuruşu kuruşuna getirdim.”

“Faizini unutmuşsun.”

“Banka mısın sen İsmail Efendi, ne faizi?”

Derken hiddetlenmiş adam ve bıçağına davranmış. Babam da ne hikmetse İsmail Efendi’nin önüne geçmiş ve bıçağın hedefi olmuş. Bu nevi saldırı vakalarının Trablusgarp’ta nadiren meydana gelmesinin sebep, tüm ahali haberdar olmuş olan bitenden. Gene aynı sebepten, bıçak yarasına nasıl müdahale edileceğini bilen yokmuş etrafta. Karga tulumba babamı eve taşıyıp döşeğe yatırmışlar. Üstünkörü pansuman yapıp istirahat etmesi maksadıyla kendi hâline bırakmışlar.

Ben geldiğimde döşekte uzanıyordu babam. Ses etmedim. Anam beni doğururken ölmüş. Babam başka zevce almamıştı. Kendimi bildim bileli babam ve ben vardık sadece. Akrabamız yoktu. Bir yerlerde varsa da irtibatımız yoktu.

İkindi ezanı okunmuştu. Babam hâlâ uyuyordu. Karnım acıktıysa da ses etmedim. Akşam ezanı okundu. Babam gene kalkmadı. Hasta zannettim. Aç aç yattım. Kendimce büyük fedakârlık yapmıştım. Hastasının ihtiyacını gözeten bir hekim misali gururluydum.

Kanı gece boyunca iç akmış meğerse. Ertesi sabah gözümü açtığımda kemik misketler gibiydi babamın eti. Soğuk, sert, cansız. Kopardığım feryadı işitmekte gecikmedi komşular. Derhâl koşup geldiler. Lakin elden ne gelirdi artık? Babam ölmüştü. İsmail Efendi’nin zevcesi Dürdane yenge de haberdar olmuştu elbet. Babamın, kocasını müdafaa ederken yaralanmış ve akabinde ölmüş olması hasebiyle yetimhaneye gönderilmeme razı gelmemişti. İsmail Efendi, ziraatla meşgul, hâli vakti yerinde bir adamdı.

Babamı kaybettikten sonra yanlarında kaldım. Daha doğrusu bahçelerindeki kulübede. Zira kendi kızları vardı evde. Hatice. Yaşı küçüktü lakin benim kadar akıllıydı. Güldürüyordu beni latifeleriyle. Ben de onu taklitlerimle güldürürdüm. Hayvan seslerine benzetirdim sesimi. Kuş, koyun, köpek. Kimileyin bilmece de sorardık birbirimize. Babalığım yokken daha çok gülerdik. Dürdane yengem müdahale etmezdi oynamamıza. İsmail Efendi gelince beni dışarı yollardı. Bahçeye, tarlaya veya pazara. Beş vakit camiye giderken beni de katardı yanına ekseriyetle. En büyük dileği, evin en küçüğü Hatice’yi de baş göz etmekti hayırlısıyla birkaç yıl içinde. Ablaları birer birer gitmişti. Sıra Hatice’deydi artık. Bir baba olarak vazifesini yerine getirmiş olacaktı böylece. Zevcesi ise acele etmiyordu, “Hele şu mektep bitsin de,” diyordu.

Veysel 1973, Ankara

Hava kasvetliydi, güne hâkim renk griydi. İnceden bir

yağmur yağıyordu, ahmakıslatan denen cinsten. Yine de karamsar değildim. Tam aksine içim kıpır kıpırdı. Kırk beş değil de on beş yaşındaydım. Sanki yetimhanede sıraya girecektim az sonra. İyilikseverler tarafından bağışlanan kıyafet ve kitaplardan bana uyanları alacaktım. Anılar öyle bir kazınır ki küçümen yüreklere, yıllar geçse üstünden yine de unutulmaz.

Sık sık Ankara’da işim olurdu. İstanbul’dan bunca yolu gelmişken de Çocuk Esirgeme Kurumunu ziyaret etmeden dönmemeye gayret ederdim. Florya’daki villadan buraya beş yüz elli kilometre yol gelirdim. Neyse ki Memet vardı. Taksim’deki apartmandan Florya’daki eve taşındığımızdan beri yanımızdaydı. Geçmişimiz hesaba dökünce hepi topu beş seneye tekabül etse de şoförlüğümü yapan bu delişmen genç adamla bağımız hayli kuvvetliydi.

Memet de benim gibi anasız babasız büyümüştü. On yedisindeyken tanıdım onu. Muhtemelen gerçek yaşı daha büyüktü. Aynı benim gibi. Yetimhanelerde yaygındır bu durum. Herkes yaşından olgun görünür. Ertesi sene reşit olacak ve çıkması gerekecekti kurumun güvenli çatısının altından ve hayatın tozu toprağı ne yönden eseceği kestirilemeyen sert rüzgârlarla tokat gibi çarpacaktı. Ortada bırakamazdım. Araba kullanmayı öğretip ehliyet aldırdım. Sonra da sigortaya kaydını yaptırıp iş verdim. Talihinden ötürü utanırdı. Diğer çocuklara görünmemek için yetimhane ziyaretlerimiz sırasında benimle yukarı gelmezdi. Yine de o güzel çocukların pırıl pırıl gözlerini görmüşçesine mutlu olurdu arabada beklerken.

Eskişehir’deki yetimhaneden çıktığımda on sekiz yaşındaydım. Yeni yolculuğuma başlarken elimde sadece Seyfeddin babamdan kalma kilim, pusula ve mektup vardı. O mektup ki, alıcısına sekiz kış ve sekiz yaz rötarla ulaşmıştı. Kaderin cilvesi. Belki de babamın satırları tam zamanında geçmişti elime. Hazırlıklıydım. Reşittim, hem de iki kere. Nüfus kaydında yaşım küçültüldüğü hâlde on sekize varmıştım. Akranlarımınkine denkti eğitimim. Cebir, coğrafya ve Türkçe derslerinde oldukça iyiydim. İlaveten satranç ve tiyatro da öğrenmiştim.

Şimdilerde bile geçer akçe bilgilerdi bunlar. Kâğıt üstünde kırk beş yaşına gelmiştim ve borcumu geri ödeyebilmenin haklı gururunu taşıyordum göğsümün orta yerinde. Yüzümden de okunuyordu muhtemelen hissettiklerim. Yetimhanelerin kalitesi eldeki imkânlara ve öğretmen kadrosuna göre değişkenlik gösterebilir. Nitekim Çocuk Esirgeme Kurumu gerçek bir okuldur… Hem kalan çocuklara hem de benim gibi ziyaretçilere. İki üç ayda bir de olsa ne kadar şanslı olduğumu hatırlamak ilaç gibi gelirdi.

O minikler nasıl zeki, nasıl ahlaklılardı, dışarıdakilere ibret olmalıydı vallahi de billahi de. Şeker ve çikolataya hangi yumurcak dayanabilirdi? Ama sıraya girip, sadece birer tane alıp kenara çekilirlerdi. Minnet dolu bakıp gülümserdi hepsi. Cesaretini toplayabilenler teşekkür ederdi. İçten, abartısız, kısacık bir “Teşekkür ederiz” ne güçlü bir etki bırakırdı, her seferinde şaşırırdım.

Müdür beyin bol sıfırlı bağış çekini kabul ederken sergilediği gereksiz sevgi ve saygı gösterisi ise mide bulandırıcı olurdu. Alışmıştım böyle yağdanlıklara, bozuntuya vermeden idare edebiliyordum. Politika dedikleri tam da böyle bir dünyaydı işte; tiyatro sahnesi gibi bir nevi ama sanat aşkı için oynamıyordu sahnedekiler… Tüm amaçları güç, para, daha çok güç, daha çok paraydı.

Doymak bilmemecesine oynanan bir oyundu. Hâlâ da öyle. Seyircisi var, alkışı bol ama içine girmiş biri olarak açık ve net gördüm ki yüzde doksanı yapmacık. Katlanmamın sebebi de geri kalan yüzde onluk dilimdi zaten. Kâğıt üstünde cüzi görünen o grup oldukça mühimdi. Helal süt emmiş vatanseverler… Gelecek nesillerin rahatını kendi konforuna yeğ tutan fedakâr aydınlar… Tokgözlü, çalışkan iş adamları… Zorluklar karşısında pes etmemiş ve aldıkları dersi duyurmaya kararlı kadınlar. Naçizane ben de kendimi bu gruba dahil ediyorum.

1969 senesinde taptaze ve umutlu bir adım atmıştım politika bataklığına. Ticaretten kazandığım servetimin yanı sıra aileme ayırmam gereken vakitleri bile bu uğurda harcamaktan hiç çekinmiyordum. Hata mıydı? Evet. Yine yapar mıydım? Ona da evet. Elbette adım adım aynı yolu izlemezdim. Keskin virajları daha yavaş dönerdim. Daha emniyetli tırmanırdım yokuşu ama denerdim. Gözüm yükseklerdeydi çünkü. Süleyman Demirel’e özenmiştim. Bülent Ecevit’e imrenmiştim. Dün gibi aklımdadır bu büyük kararı verdiğim an. Hayatımın dönüm noktası. Ahlak Ailesi’nin gidişatını değiştiren kırılma noktası.

Henüz yılbaşı kutlamalarının kırkı çıkmamıştı. İki numaram Serdar’ın ilk yaş gününde Boğaz’ın yeni yapılarından olan Büyük Tarabya Oteli’nde büyük bir parti vermiştik. Yavuz sekizindeydi ve ne kadar da usluydu. Eskişehir’deki itibarımdan eser yoktu İstanbul’da. Oysa sevgili eşim Selen’in adı ve yüzü artık film çevirmemesine rağmen tüm Türkiye’de geçer akçeydi. Sosyetenin bilinen simaları davetimize icabet etti. Magazin muhabirlerinin ilgisini çekecek isimler aramızdaydı. O zamanlar ilgi görmek hoşuma gidiyordu. Ertesi sabahtan öğlene kadar tüm vaktimi gazetelerin magazin sayfalarını kesip biçmekle geçirdim.

Gözüm arada ön sayfalara da kaymıyor değildi. Fotoğrafların sayısına ve ebadına bakılırsa Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit sinema artistleri kadar, hatta onlardan daha ünlüydüler. Selen’in kocası olmaktan elbette mutluydum ama tamamen bana ait bir tatmin hissine ihtiyacım vardı. Peşinden koşacağım bir ülkü arıyordum. İşimden daha önemli, ailemden daha kalıcı bir ideal… Süleyman Bey de Bülent Bey de başarılıydı, seviliyorlardı ve muhtemelen geceleri vatana hizmet etmenin huzuruyla mışıl mışıl uyuyorlardı. Öyle bir hayat istiyordum.

Aklıma ilk gelen seçenek CHP’deki tanıdıklara ricacı olup aralarına katılmaktı. İkinci sırada Adalet Partisi’ne yüklü bir bağışta bulunup dikkat çekmek ve kendime bir kapı açtırmak vardı. Sonuncu seçenek ise kendi partimi kurmaktı. Olmayacak şey değildi. Politikayla ilgili ama politikacılara küskün yeterince insan vardı çevremde. Daha zor ulaşılan daha kıymetli olur, diye düşünüp 1969’da balıklama dalmıştım.

Geçen dört senelik süreçte de pişmiş tavuktan fazla tecrübe edinmiştim siyaset arenasında. Ne elde ettiğim kazanımlardan tatmin ne de başıma gelen musibetlerden ötürü pişman olmuştum henüz. Devam etmek istiyordum hâlâ. Kötü giden şeyleri değiştirmek, ardımda kalıcı bir iz bırakmak ve de sevilmek istiyordum. Oğullarım babalarıyla gurur duysunlar istiyordum. Beni takip etmeleri için onlara ilham verecek kadar başarılı olmayı arzu ediyordum.

Yavuz’um ve Serdar’ım, Ahlaklar’ın veliahtları. Yavuz bazen epeyce zorluyor terbiye sınırlarını. Hatta sabrımı da… Ama, kızamıyorum fazla. Azıcık sesimi yükseltince ağlamaya başlıyor zaten. Selen ile onları yatırdıktan sonra uzun uzun tartışıyoruz, çocukların filtresiz, içten gelen davranışları kabalık sayılabilir mi, diye. Ona göre yetişkinlerin ezberlenmiş, kalıplaşmış nezaketi daha çirkin. Kadın, eş ve anne olarak doğallığı, samimiyeti yeğlediğini söylüyor.

Hatta iddiasına göre, sekiz yaşındaki oğlumun boyun eğmez dürüstlüğe kızma sebebim de kıskançlık. “Saçmalama kuzum, ne alakası var? Bacak kadar çocuğun nesini kıskanayım?” diyorum. O ise kendinden emin devam ediyor açıklamaya, “Ebeveynler küçükleri hoş görmek yerine dizginlemeye çalışır. Neden? Çünkü özeniriz özgürlüklerine. Kendi geçtiğimiz yollardan yürütüp, vahşiliklerini disiplin altına almaya çalışırız. Neden? Çünkü kendi durumumuz göze batmasın isteriz. Uysalca vazgeçişimizi, mutsuzluğumuzu, hatta aptallığımızı olgunluk ve medeniyet kisvesine büründürürüz.”

Sefer 1903, Trablusgarp

Вir Osmanlı vilayetinin akıbetinin altı asırlık Cihan Devleti min kaderine tesir edeceğine kimse ihtimal vermiyordu yirminci asrın başında. Hâlbuki o vilayetin elden çıkması uzun bir öksürük silsilesi başlatacak ve koskoca imparatorluk, kanlı balgamlar hâlinde Afrika’yı, Ege’yi ve Balkanlar’ı kaybedecekti. Trablusgarp, tarihin akışını değiştirecekti.

Bu alelade Osmanlı vilayetinde yaşayan beş, altı bin Türk’ten biriydim. On üçümdeydim daha. Bir sürü çocuk vardı etrafımda; misket oynardık, yalınayak basardık tozlu, kumlu, sarı toprağa. Suratımın sol tarafındaki genişçe doğum lekesinden ötürü beni ta uzaktan zahmetsizce ayırt ederlerdi. Yanağıma doğru sarkan patlıcan moru bu mühür beni katiyen mahcup etmezdi. Anamı hatırlardım aynadaki aksimi her gördüğümde.

Benzim madeni bir kahverengiydi. Lakin baştan geçme beyaz entari, beni olduğumdan daha esmer gösterirdi. Çelimsizin tekiydim, mecbur kalmadıkça kavga etmezdim. Hem dövülmemek hem de babalığım İsmail Efendi’ye kötü lakırdı getirmemek maksadıyla.

Cuma öğlen oldu mu sokaklar boşalırdı Trablusgarp’ta. Cemaat kendine en yakın camiye giderdi. Ben de giderdim çoğu zaman. Bazen ise oyun daha tatlı gelirdi. O gün de öyle olmuştu. Yerdeki son kemik misketi kazanmadıkça rahat etmeyeceğimi biliyordum. Süt renginde ve mermerimsi yapıda olurdu kemik dediklerimiz. Şeffaf olanlardan daha kıymetlilerdi, en azından bizim nazarımızda.

Tatlı bir sıcaklık vardı havada. Önünde oynadığımız kerpiç ev gözlerden uzaktı nispeten. Tek katlı, demir parmaklıklıydı. Kapısı da demirdendi. Niye mi bu teferruat? Sahibinden ötürü. Türlü rivayete sebebiyet verirdi o esrarengiz adam bizim muhitte. Bol yıldızlı yaz akşamlarında açık havada oturup birbirimizi korkutmak için ona dair ürkütücü hikâyeler anlatırdık.

Haşim emmi kendinden bahsedildiğini hissetmiş gibi pencereye gelip seslenmişti bir gün. Misketleri toplayıp tabana kuvvet kaçıştı bizimkiler. Korktuğum belli olmasın diye yerde sona kalan tozlanmış iki yuvarlakla alakadar oldum. “Sen oradaki! Sağır mısın yoksa?”

“Bana mi dedin?”

“Yaklaş evladım, daha fazla bağırtma beni.” “Buyur emmi?”

Tel çerçeveli gözlüklerini çıkardı Haşim emmi. Böyle daha genç göründü. Buğday rengi suratı buralı olmadığını ele veriyordu. Ben de büyüyünce onunki gibi bıyık bırakacaktım, ince ve kısa. Kibar gösteriyordu. Lakin evde tek başınayken fes giymesi tuhaftı. Yalnız yaşadığını herkes bilirdi. Yakından tehlikeli birine benzemiyordu.

“Bu mektubu alıp postaneye götürürsen sana beş kuruş veririm.”

“Yasaklı bir mektup mu?”

“Değil.”

“Evden çıkamıyor musun?”

“Harçlık olsun sana istemiştim, keyfin bilir. Adın ne senin?”

“Sefer benim adım. Peki madem, yasaklı değilse götürürüm.”

Mektubun gideceği adres, Osmanlı Gazetesi’ne aitti. Daha evvel işitmemiştim öyle bir gazete. Henüz, Osmanlı Gazetesi’nin, bir grup İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) üyesi tarafından iki haftada bir çıkartıldığını da bilmiyordum. Bilmediklerim, bildiklerimden fazlaydı yaşım gereği. Sonradan öğrenecektim ki, sekizer sayfalık sayılar genelde hükümetin icraatlarından dem vurur ve bol keseden yönetimi eleştirirmiş. Padişaha muhalif sıradan efrat hapsedilirken, biraz imtiyazlı olanlar ise uzak vilayetlere sürgün edilirmiş. Haşim emmi bu ikinci gruba dahilmiş. Cezası, ömrünün sonuna dek Trablusgarp’ta kalmakmış ve hakiki adı da Haşim değilmiş.

Bildiklerim ise Haşim emminin hasta, sakat veya tutuklu olmadığıydı. İstese kendi de götürebilirdi mektubu postaneye. İsmail Efendi kızmazdı yardım isteyen bir büyüğe rıza göstermeme. Hem sormuştum da yasaklı mı diye? İçim rahattı, beş kuruşum cepteydi.

Veysel 1973, Ankara

Bülent Ecevit, Süleyman Demirel mertebesine ulaşmak için dört sene önce seçeneklerimi masaya yatırmış ve sonra da elime neşteri alıp başlamıştım ameliyata. Uzun uzun düşündükten sonra tercihim, kendi işimi kendim görmekten yana olmuştu. Yine de karar vermek yetmiyordu, siyasi parti kurmak için kurucu üyelere ihtiyacım vardı. İnce eleyip sık dokumak yerine aklıma gelen herkesi aramıştım tek tek. Reddedenler de olmuştu, düşünmek için süre talep edenler de. İki gün mühlet vermiştim kafasını toplamak isteyenlere. Duyar duymaz teklifin üstüne atlayanlar ve iki gün sonra aklına yatıp da kapımı çalanlarla birlikte sıvamıştık kollarımızı. 1969’da Türkiye İleri Ülkü Partisi (TİÜP) faaliyetlerine başlamıştı.

Hedefimiz 1973 seçimleriydi. Aramızda on sekiz de kadın vardı. Bu sayı tesadüfi değildi. İz bırakmaya kararlıydım siyaset sahnesinde ve kadın üyeler de bu hesaba dahildi. Seçimi kazanırsak, meclise en çok kadın vekil sokan parti olacaktık. Anketlere bakılırsa emin adımlarla ilerliyor ve dosta güven, düşmana korku salıyorduk.

Düşmanlarımızın Türkiye’yi sevmeyenlerden ibaret olduğunu sanıyorduk. Oysa Misâk-ı Milli sınırları içinde dahi önümüzü kesmek isteyenler varmış. Kılıfına uydurup 1971 senesinde Anayasa Mahkemesi kararıyla kapattılar partiyi. Bahanesi ihtara rağmen kongre yapmamak, hesabını süresinde vermemek, mevzuatını düzeltmemek, aykırılıkları gidermemekti. Hangi ihtar, kim kime ne zaman yapmış belirsizdi.

Bulanıktır politika. Çamur dibe insin diye beklersin ama çomak sokup daha da karıştıranların sonu gelmez. Kimi haklı kimi tartışmalı çeşitli gerekçelerle o güne dek Türkiye Cumhuriyeti’nin nispeten kısa sayılabilecek tarihinde onlarca parti kapatılmıştı. Ne ilk ne de son kurbandık biz.

O ânın içindeyken insan çok etkileniyor. Şimdi durup geriye baktığımda bazı yol arkadaşlarımızın gereksiz panik yaptığını net olarak görebiliyordum. Ticaret geçmişli olmam sayesinde metanetimi yitirmemeyi başarmış, rüzgârda ayakta kalabilmiştim. Çünkü esnafsan rüzgârın nereden ne şiddette eseceği hiç belli olmaz. Ansızın birileri ekonomik veya sosyal dengelerle oynar. Piyasa alt üst olur, huzur kaçar. Malın ya elde kalır ya da maliyetler fırlar. Alışır insan zamanla. Derisi kalınlaşır, tahmin yeteneği keskinleşir. Ticaret erbabı usta bir kaptan gibi idare eder gemisini.

Ben de 1971’in sonunda küçük bir muhasebe yapmıştim evimin banyosunda. Aynaya bakıp “Kırk küsur yıldır yürüyorsun bu dünyanın yüzünde,” demiştim suretime. “Kalan günlerin sayılı,” demişti yansımam bana. “Madem ki hedef zirve, soluklanıp devam etmeliyiz yola,” demiştik aynı anda. Birinci ve ikinci süvariler, Veysel isimli gemiyi politika rotasında tutmakta mutabık kalmışlardı. Hoşnuttum bu sonuçtan. Görüp de beğenmediğim tek şey aynadaki kaptanın yüzündeki sivilcelerdi. Ergenlik dönemini çoktan geride bıraktığına göre gerginlik belirtisiydi onlar. Demek ki övündüğü kadar durgun değildi ruh hâli.

İtiraf etmeliyim ki soğukkanlılık kitabının yazarı Selen’di. Bana her zaman sakin bir liman sunmuştu. Kararlarımı her zaman benimsemese de on üç yıldır bana arka çıkmayı bırakmamıştı. Ben de müteşekkirliğimin ifadesi olarak hep demokratik davrandım. Ailevi meseleler kadar kariyerim konusunda da karıma danıştım. Höt zöt yapmadım, oldubittiye getirmedim. Konuştuk, irdeledik ve uzlaştık.

Hayatım boyunca her musibetten ders çıkardım. Partimiz kapatılınca da umutsuzluğa kapılmadım. Öğrenmiştim ki, küçük havuzun azman balığı olmaktansa büyük denizde yüzmek yeğdir. Boğulmak varsa kaderde, okyanus olmalıydı mezarım. Okyanusumun adı CHP idi. Bülent Bey’den bir randevu koparmanın zamanı gelmişti. İki sene beklemiştim kıyısında; üstümde mayo, elimde havlu. Ne zaman arasam meşguldü. Ya da çalıyor, çalıyor, açılmıyordu. Tam açıldı diye sevinsem bildik skeç sahneleniyordu.

“Alo Bülent Ecevit’in ofisi mi?”

“Evet, buyurun kim arıyor?”

“Hah, tamam. Merhaba kızım, ben Veysel Ahlak, TİÜP’ten. Bülent Bey’in müsait olduğu bir gün baş başa bir öğlen yemeği ayarlamak arzusundayım. Takvimine bakar mısınız?”

“Son derece meşgul efendim, programında tek bir boş günü yok.”

“Bu ay olması şart değil, acelem yok beklerim.”

“Ben notunuzu aldım, kendisine ileteceğim. Hayırlı günler dilerim.”

O krem rengi bakalit telefonun üstündeki rakamları gösteren şeffaf diskin deliklerine işaret parmağımı kaç kez soktum hatırlamıyorum. Ezberlediğim numara ise hâlâ aklımdadır. Az didinmedim ama nasip değilmiş. Harcadığım mesaiyi faturalayıp yollasam belki mahcup olup bir randevu verirdi Bülent Bey. Ne de olsa görgülü, efendi adamdır.

Bugün bile haber yollasa hiç gocunmadan giderim ayağına Bülent Ecevit’in. Zaman yolculuğum bitmiş, geri dönmüştüm 1973’e. Geçmişe kulaklarını tıkayamazsın… Görmezden gelemezsin, ondan kaçamazsın. Barışarak ayrılmadıysan geçmiş seni gelecekte dahi bulur ve yakana yapışır… En iyisi gözüne bakmak ve tokalaşarak dostça vedalaşmaktır!

Ben geçmişe dalmışken neler anlatmıştı bu müdür acaba. Belli ki yüksek makamdaki birine yaslanarak oturmuştu o koltuğa. Bu kurumun başına geçecek kumaşı yoktu. Nitelikli olmak aranmıyordu artık. Maalesef, kimi tanıdığının ne bildiğinden daha önemli olduğu bir devirdeydik.

“Neyse zamanınızı daha fazla almayayım, bana müsaade.” “Olur mu hiç Veysel Bey, şeref verdiniz. Tekrar görüşeceğimiz günü iple çekiyorum. Dilerim ki kabinede aktif görevde olursunuz.”

“İnşallah, inşallah.”

Görevimi yapmış olmanın huzuruyla ve müdür beyin yılışıklığından yakamı kurtarmış olarak merdivenleri hızlı hızlı indim. Memet beni uzaktan gördü ve geçti Mercedes’in şoför koltuğuna. Çocuk Esirgeme Kurumunun kapısını abluka altına almıştı gazeteciler. Benim için mi toplaşmışlar yoksa mühim biri mi geliyordu bilmiyordum. Eğer benim peşimdelerse zaman israfıydı, partim bile yoktu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap Adı5 Kuşak
  • Sayfa Sayısı320
  • YazarMurad Ertaylan
  • ISBN9786258357707
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviEdebiyatist / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kedileri Daha Çok Seven Adam ~ Murad ErtaylanKedileri Daha Çok Seven Adam

    Kedileri Daha Çok Seven Adam

    Murad Ertaylan

    Her türlü zorluğu göze alıp, bilmedikleri bir ülkeye göç etti Kuzu Ailesi. Amaçları, huzurlu bir hayat ve çocuklarına iyi bir gelecek sağlamaktı. Aradıklarını bulabilecekler...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bandırma Palas ~ Salim NizamBandırma Palas

    Bandırma Palas

    Salim Nizam

    Gece vapurundan şehre gizemli bir yolcu iner. Rıhtımda bir karşılayanı olmayan adam yağmur altında ıslanır. Şehrin en eski oteli Bandırma Palas’ın Mavi Kubbeli Odası’nda...

  2. İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı ~ Tecelli Sercan Sırmaİyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı

    İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı

    Tecelli Sercan Sırma

    Simla, Bar’ın müdavimlerinden biri haline gelmişti. Her seferinde dipteki loş köşeye geçip oturuyordu. Garsonlar sadece günde bir iki kez masaya uğruyor, su bardağını sessizce...

  3. Yedi Kartal Efsanesi & Zülfikar’ın Hükmü ~ Saygın ErsinYedi Kartal Efsanesi & Zülfikar’ın Hükmü

    Yedi Kartal Efsanesi & Zülfikar’ın Hükmü

    Saygın Ersin

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur