Her türlü zorluğu göze alıp, bilmedikleri bir ülkeye göç etti Kuzu Ailesi. Amaçları, huzurlu bir hayat ve çocuklarına iyi bir gelecek sağlamaktı. Aradıklarını bulabilecekler mi, yoksa sürüden ayrılanı kurt mu kapacak?
Büyük A, ormanda beş kaplan gücündedir, ne kurttan ne avcıdan korkar. O bir kedi sever, o bir koca, o bir baba; karşınızda Alp Kuzu ve Yeni Zelanda ile imtihanı!
Köpekleri seven eşi Aliye, ve tüm canlıları seven kızları Doğa’nın maceralarını ibretle okuyacak, yabancı bir kültürün kucağında bir taraftan ‘normal’ bir kız çocuğu yetiştirip, diğer taraftan evliliklerini dimdik ayakta tutmayı nasıl başardıklarını öğreneceksiniz.
Onlara hayran olacak, kitabı elinizden bırakamayacaksınız. Şartlar ne olursa olsun mutlu kalmanın sır perdesi aralanıyor. Heyecanınızı ayakta tutup, merakınızı tatmin ederken, aynı zamanda sizi gülümsetmeyi becerebilen nadide bir eser.
***
Murad Ertaylan iftiharla sunar, Kedileri Daha Çok Seven Adam. Okyanusları aşan bir sevda masalı… Kendinden söz ettirecek bu baş yapıt, kütüphanenizde mutlaka bulunmalı. Yirmi sekiz bölüm tekmili birden; sırayla değil parayla, korkmadan harcayın.
…
Evde ben hariç altı ruh var; ikisi kedi, ikisi de köpek bedeninde yaşıyor. Biz de üç Kuzu, etti yedi. Karım Aliye, kızım Doğa, kediler Otto ve Kikki, köpekler Lara ve Salça. Lara, üç yaşında dişi bir İrlanda Setteri; aynı zamanda dört ayaklıların en kıdemlisi. Otto, şişmanca bir tekir ve Lara ile yaşıt. Aslında Otto ailemize katılan üçüncü kedi, ama Sinbad ve Korsan aramızdan zamansız ayrıldığı için bir yaşındaki Kikki’nin tek abisi. Kısa tüyleri, siyah ve beyaza son derece simetrik bir şekilde boyanmış Kikkicik, evin genç kızı olma sıfatını, uzun bir süre önce dört aylık dişi İngiliz Setteri Salça’ya kaptırdı.
Buraya kadar kaybolmadan takip edebildiyseniz, kocaman ailemizde beş bayana iki bay düştüğünü hesaplamış ve de dayanışma konusunda Otto’nun benim için önemini kavramışsınızdır.
Otto, benim yokluğumda evin erkeği konumunda olduğunu bilir ve ona göre davranır. İki ayaklı, dört ayaklı ayırmadan yeri geldiğinde kızların hepsine posta koyar. Otto’nun boyu ancak dirseğine gelmesine rağmen en çok Lara çekinir vezirimden. Salça henüz vücut dilini akıcılıkla okuyamadığı için evin kurallarını zor yoldan öğreniyor ama Otto’nun, başarısı kanıtlanmış eğitim yöntemi kısa sürede onda da etkisini gösterecektir. Üç aşamalı Otto Metodu’nun ilk adımında, gırtlaktan gelen bir uyarı eşliğinde dişlerin büyük çoğunluğu sergilenir. Bu sesli ikazı anlamayan gafilleri, ışık hızında ama tırnaksız, seri yumruklar bekler. Mesajı umursamamakta ısrar edenler, eğitim yönteminin son adımı için özel kılıflarında özenle saklanan dört adet keskin jileti tatmaktan kurtulamaz. Günlük ders bu şekilde tamamlanır ve sınıf dağılır. İzleyiciler yaramaz öğrencinin yaralarını inceler ve kendi aralarında konuyu tartışırlar. Eğer akan kanın miktarı fazla ise dil birliğiyle öğretmenin elinin değdigi yerler yalanır ve halının lekelenmesi engellenir. Bir sonraki derse kadar herkes köşesine çekilir ve dinlenir.
İş çıkışı kızı okuldan alma görevi bende olduğu için eve Aliye’den sonra varırım. Genelde ortalık sakindir. Sırasıyla tüm ev halkıyla selamlaştıktan sonra günlerinin nasıl geçtiğini ve akşam için isteklerini dinlerim. Yemek taleplerini Doğa’ya, tuvalet temizliği ile ilgili konuları Aliye’ye havale eder ve tüylü dostlarımın oyun taleplerini karşılarım. Sevgi faslından sonra kişisel hijyenimle meşgul olmak üzere ben banyoya çekilirken iki ayaklı bayanlar sofra hazırlıklarına başlar. Hafta arası altı ile sekiz arası bu düzen şaşmadan ilerler. Hafta sonları ise ben kavuğumu ve tahtımı Aliye’ye bırakarak sultanlık vasıflarımdan arınırım. Hastalık ve özel durumlar haricinde cumartesi sabahından pazar gecesine kadar Aliye ne derse o olur evde.
İstisnai durumlardan biri geçen hafta sonu yaşandı ve akşam yemeğine gelecekleri bahane ederek Aliye koca bir cumartesiyi mutfakta geçirdi. Hal böyle olunca da ben ve Otto fazladan enerji sarfettik ve yorulduk. Yeterince dinlenemeyen bedenlerimizdeki stres seviyesi artınca da ister istemez huysuzlaştık. Bu haklı gerekçeleri görmezden gelmekte ısrar eden, iyi niyetli ve sabırlı yaklaşım çabalarıma rağmen inatçı tutumunu sürdüren Aliye ise, Salça’nın kalçasını bulan isabetli terlik atışının faturasını bana kesti. Hiç demedi ki, kocamın hassas kafası şişmiştir, bas bas bağıran şu arsız Salça’yı bahçeye çıkartıvereyim. Ya da hiç demedi ki, Doğacım, sevgili kızım, ütüleri bitirdikten sonra köpeğini yürüyüşe çıkart da, hafta boyunca yorulan ve biraz olsun rahatlamak ve huzur bulmak için bulmaca çözen babanın aklı karışmasın. Sonrasında kaçınılmaz olan oldu tabii ve uçan terlik tam misafirlerin geliş saatine dakikalar kala hedefine yapıştı. Suratlar asıldı, keyifler kaçtı. Neyse ki önce Aliye’nin meşhur, fırında fıstıklı somonu ve ardından da konukların getirdiği çikolatalı dondurmayı ustaca servis yapmam tansiyonu düşürdü. Gecenin sonunda Otto ve Kikki balıktan kendilerine düşen payı mideye indirirlerken, Lara ve Salça da dondurma kaplarını temizleyerek bize yardımcı oldular. Yatağa giderken gündüzün kusurları unutulmuş, ufak tefek anlaşmazlıklar affedilmişti, mutluydum.
Ertesi sabah kahvaltı masasında Doğa’nın gözü Salça’nın hafifçe topallayan sol arka bacağına takıldı. Pazar kahvaltısına büyük önem veririm ve ailecek geçirdiğimiz bu keyifli saatlerin hiçbir surette bozulmasını istemem. Kızımın dikkatini sofraya çekeceğine Aliye de köpekle ilgilenmeye başlayınca ağzımın tadı kaçtı. Ne kâğıtta pastırmanın damağıma yapışan yağını eriten dumanı tüten çayımdan birşey anladım ne de çay boş boş gitmesin diye üstüne özenle fındık ezmesi sürülmüş kızarmış ekmeğimden zevk aldım. Köpeğin aksayarak yürümesi büyütüldü de büyütüldü. Pazar günü bizim veterinerimiz çalışmıyor. Hayvan hastanesinin acil servisi de basit bir terlik vakasına bakmaz haliyle mecburen nöbetçi veterinerin yolunu tuttuk.
Yeni mezun olduğu her halinden belli bir genç karşıladı bizi ve on dakikalık elle muayene sonucunda teşhisi yumurtladı; kalça çıkığı. Ulan kumpasa bak, inanmasan röntgen çekecek ve faturayı şişirecek, inansan iki saatte zor kazandığım alın terime on dakikada konuverecek. Tıp eğitimine saygım vardır tabii ama insanın içi acıyor. Sonunda Aliye ve Doğa’nın ikna edici bakışları altında kabullendim durumu. Sertleştirilmiş plastik tabanlı, iç kısmı sıkıştırılmış mantar kaplama Alman terliğim, henüz gelişimini tamamlamamış İngiliz kalça kemiğine çarpınca güçsüz olan kaslar kemiği yerinde tutamamış ve bacak soketten çıkmış. Bu izahat karşılığında önüme konan faturayı görünce kızımın veteriner olma isteğine daha sıcak bakar oldum. Her olaya olumlu tarafından bakmayı beceren Doğa sayesinde bu teşhis bile aramızda bir espriye döndü; salça çıkığı!
Kediler dört kat yükselikten kuş gibi iniverirken yumuşacık, alt tarafı terlik geldi bacağına diye şu Salça’nın başımıza açtığı işlere bakın. Kedileri daha çok sevme nedenlerime eklenen bir madde daha; hem de üç yüz dolarlık. Bir de şaşırmazlar mı tercihimi göğsümü gere gere söylediğimde. İşte size günden güne uzayıp giden listemden seçmeler: Ne sabah akşam yürüyüşe çıkartman gerekir ne ardında adım adım dolaşıp kaka toplaman. Ne o salyalı kemirgenler gibi ayakkabıları paçavra eder benimkiler ne de onlar gibi ilgi çekebilmek adına etinden et kopartılıyormuşçasına havlayarak ortalığı ayağa kaldırır. Zarif hayvandır kedi, canım arkadaşlarım benim.
Ben kim miyim, adım Alp, soyadım Kuzu. Ya da ismimi boyutlarıma uygun bulmayan şakacı arkadaşların seslendirdiği şekliyle, ‘Büyük A’. Tanışma faslını başarıyla atlattığımıza göre artık hikâyemi anlatmaya başlayabilirim.
❃ ❃ ❃
Türkiye’deyken Aliye ile birlikte şu tespiti yaptık; doğup büyüdüğümüz topraklardaki mineraller kritik seviyenin altına indi ve sağlıklı fikirler yetiştirmek için ortam fazlasıyla asidik. Hayır hayır, ziraat mühendisi değiliz. Ben satış temsilcisiyim, Aliye de gazeteci. İkimiz de gündemi yakından takip eder ve havayı iyi koklarız. Aliye, anne olduktan sonra bütün duyuları iyice keskinleştiği için söz konusu durum değerlendirmesini bir yıl önceden yapmıştı aslında, ama benim gözlerimin açılması on ay kadar sürdü.
Bir kez olsun sevdiğinizle aynı perspektiften bakmaya başladınız mı dünyaya geri dönüş yoktur artık. Göç hazırlıklarına, geride kalacaklara veda turlarıyla başladık ve tüm kapıları çaldıktan sonra bavul toplamaya geçtik. Meğer ne kolaymış insanın kırk yıllık memleketinden ayrılması, yola çıkmaya hazır hale gelmemiz iki ay bile sürmedi. Asıl zor kısım, olayı kafada halletmekmiş.
Fikirler karar süzgecinden geçtikten sonraki planlama faslı çocuk işi. Marifet kalbe fazla danışmamak, çünkü olur olmaz anıyı tozlandığı raftan bulup getirip, proje masasına koymakta usta. Duygulardan sızanlar, olur da bir dikkatsizlik anınızda seyahat çizelgesinin kenarını ıslatmaya başlarsa tehlikedesiniz demektir. Türkiye’ye ikinci gelişimde başıma gelen tam da buydu.
Yeni Zelanda’ya vardığımızın haftasına annem ebediyete göçtü. Cenazesine zar zor yetiştim. Yanımda Aliye ve Doğa olmaksızın geri dönmüştüm. Babam ruh gibiydi. Beklenen bir ölüm olmasına ve acılarından kurtulduğunu bilmesine rağmen babam tam anlamıyla yıkılmıştı. Hiçbir zaman duygularımı bastırmakta ustalık sergileyememişimdir. Nasıl olduysa o gün bir poker oyuncusunun mimiksiz ifadesine bürünüverdi yüzüm. Rolümü o kadar ustalıkla oynadım ki, annemin cenazesinde bir damla yaş döktüğümü gören olmadı.
Mezarın üstü toprakla örtülürken son isteği aklıma geldi. Hemen ardından da ricasını reddetmiş olmamın, annemin gözlerinde yarattığı camlaşma.
Yatağında hafifçe doğrularak, “Babanı yalnızlığa terk etme, benim halim ortada” demişti. Ben de, “Lütfen yapamayacağım bir şey isteme, kararımız kesin anne, biz gidiyoruz” demiştim. Üstelik henüz göçmenlik başvurumuz onaylanmamıştı bile. Cevabım biraz acımasızdı belki ama gerekçelerim vardı. Öncelikle babamı bana emanet edip rahatlarsa hastalıkla savaşmaktan vazgeçeceğinden korkuyordum. Diğer sebep de bizim eninde sonunda başka bir ülkeye yerleşecek olmamızdı. İlk başvurumuzdan red alsak bile denemeye devam edecek ve bizi kabul edecek bir yer mutlaka bulacaktık. İçimi acıtmıştı sözlerimin annemdeki etkisi, ama yedi yaşındaki birinin hayatını yetmiş yaşındakine tercih etmiştim.
Babamı annemin son günlerinde yalnız bırakmıştım belki, ama en zor gününde yanında olmayı becermiştim. Ona destek olmak için güçlü olmak zorundaydım ve insanın içine doğru da ağlayabildiğini keşfetmiştim.
Kalbimizdeki yaralar, zamanın iyileştirici elinin etkisiyle hafifleyince babam normalleşme belirtileri gösterdi. Birkaç hafta daha yanında kaldıktan sonra ikinci kez vedalaşıp eşime ve kızıma döndüm.
Yeni Zelanda’ya taşınmamızdan itibaren aylar boyunca Türk televizyonlarını seyredip, Türk gazetelerini okuduk. Devletin sağladığı geçici evde internet hızı çok süper olmamasına rağmen haftada bir geride bıraktıklarımızla görüntülü görüşmeler yaptık. Hasret ağır bastığında binlerce kilometre öteden birbirimizi ağlattık. Her sorulduğuna en kısa zamanda ziyaret edeceğimize sözler verdik.
Geçici adresimiz, tarihî olmayacak kadar yeni, konforlu olmayacak kadar eski bir binanın giriş katıydı. Göçmenlik Ofisi’ndeki görevli, beklentimizi düşük tutmamız konusunda bizi uyarmıştı. Çoğu evin kendine özel duşu yoktu; onun yerine her katta ortak bir banyo odası vardı. Bizim bahtımıza ne düştüğünü görmek için kapıdan girince ilk iş tuvaleti kontrol ettim. Biz çocukluyuz diye bize o eziyeti reva görmemişlerdi anlaşılan; klozetin yanında küçük bir duş teknesi duruyordu.
Bir aya kadar yaz tatili bitecek ve okullar açılacaktı. Nasıl olsa üç ay boyunca buradayız diye düşünerek kızı yakındaki devlet okuluna yazdırdık. Planımız zaman içinde hangi semtlerin bize daha uygun oldugunu öğrenmek ve kiralık ev arayışına başlamaktı. Evi tuttuktan sonra da o civardaki bir özel okula kaydettirecektik Doğa’yı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı.
Üç aya kadar ücretsiz konaklama hizmeti Türkiye’deyken kulağımıza çok hoş gelmişti. Belki bekâr olsam yine idare ederdi, ne de olsa askerde de benzer şartlar vardı. Gel gelelim Aliye ve Doğa açısından bir an evvel çözülmesi gereken bir problemdi bu.
Kedi gibi dört ayak üstüne düşmek pek sık başıma gelmez ama kiralık evimizi tam da bu şekilde bulduk.
❃ ❃ ❃
Emlak acenteleri genelde kiracılardan referans istiyor. Önceki ev sahibimizin başka bir kıtada olduğunu ve İngilizce bilmediği için istese bile referans mektubu yazamayacağını anlatmaktan bitkin düştüğüm bir anda karşıma nur yüzlü bir yerli çıktı. Yerliden kastım, Yeni Zelanda’nın asıl halkı olan Maoriler. Onlar birbirlerine yerli yerine Kiwi diyorlar ama samimi olmadan siz böyle hitap ederseniz, ayıp oluyormuş. Çünkü Kiwi sadece bu adalarda yaşayan, geceleri ortaya çıkan ve uçamayan minik bir orman kuşuymuş; Göçmenlik Ofisi’nden aldığım broşürlerin birinden öğrenmiştim bu yararlı bilgiyi.
Kit’in, -emlakçımız olan gencin adı bu- yerli olduğunu anlamak için antropoloji okumaya gerek yoktu. İki kapılı buzdolabının enine ve boyuna sahip, sütlü çikolata renginde bir adamla yüz yüzeydim ve gömleğinin yakasından fışkıran dövmeler, hangi ırka mensup olduğuna dair şüpheye yer bırakmıyordu. Kit, lisedeyken bir Türk’le aynı sınıfta okumuş ve iyi arkadaşlarmış. Bizden referans falan istemeden kontratı koydu önüme. Sayfaları hızla çevirip evcil hayvanlarla ilgili maddeyi buldum, komşular şikayetçi olmadığı müddetçe aynı türden en fazla üçü ve evde toplam dördü aşmamak kaydıyla hayvan serbestti.
O kadar sevinmiştim ki bana uzattığı elini sıkıp bırakmak yerine, kendime çekip iki yanağından öpüverdim. Halbuki uçamayan cüce kuşları anlatan broşürde, iki erkeğin selamlaşırken öpüşmek yerine tokalaştığı da yazıyordu. Nitekim huylu huyundan kolay vazgeçmiyor, sol yanaktan sonra sağ yanağına uzanınca direnir gibi olduysa da mengene gibi kollarımdan kurtulamadı. Neyse ki bizim usülü lise yıllarından biliyormuş da niyetimden kuşku duymadı. Aileme yakışan bir ev bulmuştum, görevini layıkıyla tamamlamış olmanın huzuruyla anahtarlarımı alıp Kit’e veda ettim.
Göz açıp kapayana kadar nezih semtimize taşındık, ne de olsa fazla bir eşyamız yoktu. Devlet evinden kaçarcasına çıkmış ve yeni evimize kavuşmuştuk ama atladığımız bir detay vardı. Dönem ortasında okul değiştirilmiyordu. Fazla seçenek yoktu, Doğa eğitim yılının ilk yarısını geçici konutumuzun yakınındaki okulda tamamlayacaktı. Ana kız istemeye istemeye razı oldular. Ama yüzlerini nasıl güldüreceğimi iyi biliyordum, hamlemi yaptım ve hedefi vurdum. Uzun zamandır beklenen Türkiye tatili dönüşü ilk iş bir hayvan barınağına gidip en güzel kediyi alacaktık. Bu haber herkesin neşesini yerine getirdi.
❃ ❃ ❃
Gelmeden önce Türkiye’deki evimizi, düğünden beri kasada duran altınları ve hatta Doğa’nın doğumunda takılan ziynetleri bile satmıştık. Yeni bir kıtada yabancı bir kültüre ayak uydurmak için zaman gerekliydi ve bizde de fazlasıyla vardı. Hem ekonomik yönden hem psikolojik olarak hazırlıklı geldiğimizi düşünsek de evdeki hesabın çarşıya uymadığını yaşayarak öğrendik.
Banka hesabımızın aydan aya erimesine seyirci kalmak ilk üç aydan sonra sinir bozucu olmaya başlamıştı. Yeni Zelanda Doları’nı takip etmek başımı döndürüyordu. Ekonomi haberlerini takip etmeden de enflasyonun lirayı pula çevirdiğini görebiliyordum. Aile meclisini topladım ve özel okul konusunu masaya yatırdık. Eğer Doğa koleje geçerse eğitim yılının ikinci yarısında masraflarımız artacaktı. Bu nedenle acilen iş bulmamız gerekliydi. Diğer önerim ise Doğa’nın ilk yılın sonuna dek devlet okulunda kalmasıydı. Şiddetli muhalefetle karşılaşınca, teoride bile olsa bir B planımızın olmadığını anladım. Kolej yeni bir müşteri -pardon öğrenci- kazanacaktı, köprüden önce başka çıkış yoktu.
Aliye de ben de üniversite mezunuyduk ve ortanın üstü seviyede İngilizce biliyorduk. Referans mektuplarımız hazırdı, özgeçmişlerimiz günceldi. Derhal iş başvurularına başladık. İş ilanından yana sıkıntı yoktu, her hafta bir iki pozisyon duyurusu oluyordu. Gel gelelim bizi arayan soran yoktu. Nüfusu İstanbul’un büyükçe bir semti kadar olan yeni ülkemizde iş bulmanın bu kadar zor olacağını tahmin edememiştik.
Haftalar sonra Aliye yerel bir gazetenin hafta sonu ekine yemek tarifleri yazmaya başladı. Gazetecilik diplomasının açabildiği tek kapı şimdilik buydu; çünkü yerel tecrübe olmazsa kimse kimseye iş vermiyor. Yerel firmalarda çalışmayınca da haliyle yerel tecrübe kazanılmıyor; tam bir yumurta mı tavuk mu açmazındaydık. Benim satış temsilciliği geçmişim pek geçer akçe değildi bu coğrafyada. Kısa süreli kurslardan birine katılıp yerel bir diploma edinmemin artılarını ve eksilerini bir öğle yemeği esnasında Aliye ile değerlendirirken, yirmi sene önce buraya yerleşmiş bir Türk’ün işlettiği Ottoman isimli lokantadan sürpriz bir teklif aldım.
Onlara müdür lazımdı, bana da aylık düzenli maaş. Böylece Aliye’nin ardından ben de kapağı bir işe atmış oldum.
Lokanta müdürü olarak birinci ödevim konukların memnuniyetini sağlamaktı. Yeni Zelanda’ya tatile gelmiş bu Alman ailenin ise memnun olmakla ilgili sorunları vardı. Yemek çeşitlerinin kısıtlılığından, fiyatların yüksekliğine kadar her şeye kusur bulmuşlardı. Şef garson şikayetleri bana iletti ve ben de kimseyi kolundan tutup zorla oturtmadığımızı hatırlatmasını rica ettim.
Mesajım profesyonelce filtrelenmiş olmalıydı ki açlıktan çıkmış gibi sipariş verdiler. Yemekler servis edildi ve daha ilk çatalda babasından yüz bulduğu belli olan veled ağzındakileri masaya boşalttı. Artık müdahale etmem kaçınılmaz olmuştu.
Adolf’un İngilizcesinden anlayabildiğim kadarıyla yemeklerin parasını ödemeyeceğini söylüyordu. Ben de isterse bulaşıkhanede yardımcı olabileceğini ilettim. Hafif bir itiş kakışın ardından işletme sahibi beni çağırdı ve müşterinin her zaman haklı olduğuna dair saçma deyişi tekrarladı. Ben de lokantaya müdür aranıyor, ilanı vermek için geç kalmamasını söyledim ve Yeni Zelanda’daki ilk istifamı verdim.
❃ ❃ ❃
Yine iş aramaya başladım ama bu sefer kararlıydım, sırf para kazanmak için kendi kalibreme uygun olmayan teklifleri kabul etmeyecektim. Arama kriterlerimi satış ve satın alma pozisyonları ile sınırladım. Bizzat satın alma tecrübem yoktu ama kaderin bir cilvesi olarak ilk mülakatımı satın alma asistanı arayan bir şirketle yaptım.
Zayıf yönümü hedef alacak sorulara karşı argümanımı, “İyi bir satışçı satın alma süreçlerini de bilir” felsefesine dayandırmıştım. Şansım yaver gitti ve işi aldım. Ücret beklediğimden düşüktü ama bu bir eğitim fırsatıydı benim için. Satın alma bilgilerimi teoriden pratiğe çevirdikten sonra ister burada ister başka bir şirkette daha dolgun maaş talep edecek yüzüm olacaktı.
Haftalık kırk saat mesai yetmezmiş gibi geceleri de ders çalışıyordum. Amacım üstün performans gösterip terfi süremi kısaltmaktı. Masraflar düşsün diye içkiyi, sigarayı kesmiştim. Yine de kolej parasının bir türlü denkleşmemesi beni mahçup ediyordu. Aliye ve Doğa başarısızlığımı yüzüme vurmuyorlardı, çünkü nasıl çabaladığımı görüyorlardı. Yine de olası bir isyanı mürettebatının gözlerinden okuyabilen tecrübeli bir kaptan gibi biliyordum kaderimi. Ne yapıp edip, ulaştırmalıydım gemiyi arzulanan limana.
Bereket versin işveren esnek saat uygulamasını benimsemişti. İşler aksamadığı sürece, kimsenin kaçta girip çıktığına karışılmıyordu. Yeni Zelanda’yı sevmeye başlamıştım. İzin almak için bir yıl beklememin gerekmediğini öğrendiğimde şaşkınlığımı gizlemekte bayağı zorladım.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıKedileri Daha Çok Seven Adam
- Sayfa Sayısı142
- YazarMurad Ertaylan
- ISBN9789752411098
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviP Kitap Yayıncılık / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sessiz Öyküler ~ Ayşe Kulin
Sessiz Öyküler
Ayşe Kulin
ÖNSÖZ Ben yazarlık serüvenime öykü yazarak başladım. Öykü yazarlığını çok sevdim. İlk ödüllerim olan 1995/Haldun Taner Öykü Birinciliği ve 1996/Sait Faik Hikâye Armağanı’nı da...
- Mesnevi’den Hikayeler ~ Süheyl Seçkinoğlu
Mesnevi’den Hikayeler
Süheyl Seçkinoğlu
En meşhur eseri Mesnevi’den titizlikle seçilen düşündürücü, yol gösterici, eğitici ve hikmet dolu bu hikayelerde Mevlana, bilge kimliğiyle insan ruhunun derinliklerine inerek tüm yönleriyle...
- Cehennem Öyküleri ~ Süleyman A. Örnek
Cehennem Öyküleri
Süleyman A. Örnek
Cehennem Öyküleri, hayatı kendimiz ve başkaları için nasıl bir cehenneme dönüştürdüğümüzün hikâyesidir. Bunu bazen ilk öyküde olduğu gibi delici bir bakışla,bazen de altıncı öyküde...