Batı Trakya Türkleri üzerinde zaman zaman teröre dönüşen Yunan baskısı… Roman 1969’da yazılmıştır ama onların hayatlarını ve siyasî atmosferi ne geçen yıllar ne de Avrupa Birliği değiştirebilmiştir. Anlatan da anlatılan da o azap toprakları üzerinde yaşayan insanlardır.
Bana, bütün insanların dertlerini
özüm yüreğimde duymayı öğreten
canım anneme…
Bu; Batı Trakya’da yaşayan ve her dakika kan kusan insanların hikâyesidir. O insanlar yerle gök arasında yalnızdır, kaderlerini yaşarlar…
Ellerimi uzatsam… erişemem! Onlardan biri ulaştı bana; üç gün üç gece dinledim hikâyeyi…
Siz onu Mehmet diye bileceksiniz; Mehmet iyidir şimdi anavatanda; Sakine’nin doğumu yaklaştı.
Ya Bekir, ya Selim… hatta Nazlı? Onları hiç bilemem!
Tanrı, cümlesinin yardımcısı olsun.
* * *
Mehmet bana dedi ki:
– Meriç’in kıyısına vardığımızda, çoktan sabah olmuştu.
Şoförün bizi teslim ettiği adam:
Geç kaldınız vire, akşama kadar beklemeniz lâzım… dedi. Şoför parasını alıp savuştu, biz sazların arasına saklandık. Ekmek, su falan getiren olmadı; zaten korkudan kimsede bir şey yiyecek takat kalmamıştı ya… Yalnız susadık, çok susadık… Kimse konuşmuyordu. Hristo içini çekiyordu; Sakine sararıp solmuştu, belli midesi bulanıyor, başı dönüyordu… Neyse uzatmayalım, akşam oldu… Geçti… Bacaklarımız, bellerimiz tutulmuştu, öyle beklemekten. Sabaha yakın geldi adam, çağırdı bizi. Sürüne sürüne gittik, kayık bekliyordu. Hristo atladı, arkasından ben, Sakine’yi tutup çektim… İşte o sırada silâhlar patladı, kurşunlar yağmaya başladı üzerimize; Kâmil’in bir ayağı takılakaldı sandala, düştü. Kayıkçı küreklere yapıştı:
– Yatın! diye bağırdı bize.
Birden kıyıdan uzaklaştığımı fark ettim; Sakine bağırıyordu, Hristo omuzlarını yakaladı:
– Vire onu bırakacak mısın, bu kalleşlerin toprağında?
– Kim demiş bırakacağım diye!
– Öldü o, öldü… diye bağırdı sandalcı, atma kendini vire, beklemeyiz seni…
Sakine koluma yapıştı, onu itip nasıl suya daldığımı bilmiyorum… Sağıma soluma kurşunlar düşüyordu. Bir de Sakine’nin hep bağırdığını hatırlıyorum. Cesedi yedeğime alıp kayığa doğru yüzmeye başladım. Zavallı garip, bir kurşun daha yedi… Sular kırmızıya boyanmıştı, o ara nasıl fark ettim bilmem. Kayık hızla uzaklaşıyordu, pek takatim kalmamıştı… Başımı çıkardıkça, Hristo’nun kayıkçı ile mücadele ettiğini görüyordum… “Ya Allah, ya Allah…” diyordum ha bire… Ak Hoca’ya benzer bir yüz mü gördüm, yoksa Bekir miydi beni iten? Varmışım sandala, cesedi uzatmaya çalıştım, Hristo ile Sakine çektiler, sonra beni aldılar. Kayıkçı bayılmış yatıyordu; Hristo davrandı küreklere; kurşunlar artık bize değemeyecekti.
– Besbelli benim için bu kurşunlar, dedi Hristo. Yazık oldu biçareye… Yazık!..
– Belki de onu tanımışlardı, dedim.
Sakine anladı, Hristo anlamadı; bilmez ki Kâmil’i.
– Ama iyi yaptın Mehmet, çok iyi yaptın… Ölüsünün bile kalmasını istemezdim o topraklarda; Türkiye’de gömelim onu… Sonra içini çekti; beni de orda gömerler inşallah… İnşallah geri göndermezler, ha Mehmet, ne dersin? Sen bilmezsin Türkiye’yi, ben orda doğdum; buraya döndüğüme bin pişman oldum.
Hristo söylenip duruyordu, ben, Sakine’nin bohçasını çözüp, kayıkçıyı bağladım; “Hele bir kıyıya varalım, ondan sonra açarız inşallah!” diyordum… “İzmir,” diyordu Hristo… “Bekir,” diyordu… Cesedin kanları, kayığı da kırmızıya boyamıştı, onun yüzüne baktıkça Ali’yi görür gibi oluyordum. Bir oğul babaya anca bu kadar benzerdi… “İki tarafı da gördüm, mukayese ettim, Türkiye’yi seçtim… Beni geri göndermezler, di mi ha Mehmet?” Bu adamın hiç susmağı olmaz mıydı?
SONUN BAŞLANGICI
Kar, geceden beri devam ediyordu. Bitip tükenmeyecek gibi görünen beyazın en ağırı köyü bastırmış, boğmuş. Ezilmiş büzülmüş, çirkin hayvanlara benzeyen evlerden ince dumanlar, kara şeritler çize çize göğe yükseliyordu. Bu şeritler cana alâmet. Oysa her yer ölü gibi. Ölüde can, isli dumanlarla fırlıyor yerden göğe. Uzaklarda bir yerde kaybolup dağılıyor. Ölü, yaşıyor yalnız.
Mehmet, sobaya odun attı, sonra iri ve nasırlı ellerini pantolonuna sürüp temizledi.
– Abe böyle giderse, odun yetmez bu kış.
Sözüne cevap veren çıkmadı. Mehmet, gözlerini sobaya dikip sustu. Kırmızı alevler dil dil dışarıya fırlayıp fırlayıp, kaçıyorlardı. Şeytanın düğünü! Birden kapı tekmelenip açıldı, kara bulanmış bir küçük adam düştü ortaya, ardından kapı gıcır gıcır kapandı.
Çocuk, ellerini beline koyup haykırdı:
– Öldü… Öldü ya’u!
Morarmış yüzünde kara gözlerinin ışığı söndü:
– Ses kesildi… Öldü derim, duymaz mısınız?
O zaman bir rahat soluk dolaştı kahvede. Gerilmiş yüzlerde çizgiler belirdi, gevşediler.
– Allah rahmet eylesin!
Ak Hoca’nın tespih şıkırtısı hızlandı. Hüseyin olduğu yerde sallandı, kin doluydu sesi, nefret doluydu:
– Başka bir söz bilmez misiniz ya’u!.. Öldü diyorum. Erkek misiniz siz be!.. Yuff size!..
Tükürdü. Kara gözleri arayıp, babasını buldu. Tam karşıda ellerini göğsüne kavuşturmuş duruyordu öyle, baktığı belli değil, yalnız alnında bir damar kabarmış mosmor!
– Ya sen baba? Susacak mısın? Abe, susacak mısın? Konuş be!.. Kalk ya’u!..
Çığlık çığlığa bağırdı çocuk, taze yüreğinin bütün acısı yayıldı sesine; bakıştılar. Adamın, bir gecede binbir çizgi düşen yüzünde, gözleri iki al çizik… Bir hançerin ardından kalan, solmuş, kurumuş yaralar misali. Pırıltısı eskimiş.
Midesi bulandı çocuğun, ellerini bastırdı karnına, kıvrandı kustu. Mehmet koşup başını tuttu. Selim bir bardak su götürdü. Zorla ağzını çalkalattılar, koluna girip iskemleye oturttular. Sonra Selim, bir gazete ile temizledi kusmukları, sobaya attı.
Pis koku yayıldı ortalığa ya, duyan olmadı. Hüseyin başını masaya dayayıp, usul usul ağladı. “Sen bayağı erkek oldun be!” demişti Bekir, birkaç gün önce. Ama besbelli olmamış işte! Bu kadar adamın içinde, bağırıp çağıran, kusan bir o çıktı. Utanç, saçlarından ayak uçlarına değin dağladı çocuğu, titredi. Erkek demek, “susan” demek galiba bu yerde. Bu cehennemin dibinde! Bu kez isyan sardı yüreğini, başını kaldırdı; bilmediği, duymadığı küfürler içinden geldi boşaldı! Ses eden çıkmadı, çocuğun başı tekrar düştü masaya, aklından: “Anama haber vermeli!” diye geçti. Yok ama dayanamaz Hüseyin! Şimdi kadınlar doldurmuşlardır evi. Ağlayıp çırpınırlar. “Babam gitse, bir o susturur anamı.”
Oysa, babası hâlâ daha oturuyordu, gözleri kapalı. Yumulmuş içine, kat kat olmuş. Kahvede yedi adam vardı, yedi açık yara gibi… Kan, içlerine akıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAzap Toprakları
- Sayfa Sayısı244
- YazarEmine Işınsu
- ISBN9786055261061
- Boyutlar, Kapak16,5x24 cm, Karton Kapak
- YayıneviBilge Kültür Sanat / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Siyah Nefes ~ Gülşah Elikbank
Siyah Nefes
Gülşah Elikbank
BİRİNCİ BÖLÜM KASABA Kasaba oldukça sessizdi. Böyle küçük bir yerde elbette sokaklarda insan kalabalığı görmeyi ya da trafikte kaybolmayı beklemiyordum. Ama burada ki -sessizlik-gerçekten...
- Giz ~ F. Hakkı Penbe
Giz
F. Hakkı Penbe
Kadim Bilgi, Hikmet, Giz… Adı her devirde değişti ama ona yüklenen anlam asla değişmedi! MÖ 212 tarihinde Roma’da başlayıp MS 2012 yılında Ankara’da devam...
- Kahpekal Dünya ~ Uğur Deniz Terzioğlu
Kahpekal Dünya
Uğur Deniz Terzioğlu
Derya, 7 yaşındayken babasının nasihati ile her 7 yılda bir açıp okumak için kendine mektuplar yazmaya başlar. 7 Yaş, 14 yaş, 21 yaş ve...