Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Barnabas İncili
Barnabas İncili

Barnabas İncili

Barnabas İncili M. 325 yılına kadar Ortadoğu ve İskenderiye kiliselerinde okunuyor ve elden ele dolaşıyordu. Putperest Roma; şirki devlet eliyle kilise ve papazlara onaylattı….

Barnabas İncili M. 325 yılına kadar Ortadoğu ve İskenderiye kiliselerinde okunuyor ve elden ele dolaşıyordu. Putperest Roma; şirki devlet eliyle kilise ve papazlara onaylattı. Tevhidi anlatan Barnabas İncili yakılarak ortadan kaldırılmaya çalışıldı…

Barnabas İncili’nin İngilizce çevirisine esas olan İtalyanca el yazması Papa Sextus’un (1589-1590) elindeydi. İtalyanca el yazma Canon ve Bayan Reggo tarafından İngilizceye çevrilerek 1907’de Oxford Üniversitesi Basımevi’nce basılıp yayımlandı. Ancak bu İngilizce çevirinin bütün nüshaları birden ve esrarengiz bir şekilde piyasadan kayboldu. Şu anda biri British Museum’da diğeri Washington Kongre Kütüphanesi’nde olmak üzere yalnızca iki nüshasının var olduğu biliniyor. Elinizdeki kitap, Washington Kongre Kütüphanesi’ndeki nüshadan yapılmış olan tam metin çeviridir.

Kaçırılan İncil’in tarihi serüvenini okuyuculara bırakıyoruz.

TAKDİM

Ey kitap ehli! Dininizde aşırılığa kaçmayın. Ve Allah üzerine Hak’tan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Resulü ve O’nun kelimesidir. Meryem’e attığı ve kendinden bir ruhtur. Allah’a ve resullerine iman edin ve “Üçtür” demeyin. Vazgeçin, bu hayrınızadır. Muhakkak Allah tek bir ilâhtır. Uzaktır. O kendisinin oğlu bulunmasından; O’nun içindir ki göklerde ve yerde olanlar. Vekil olarak, şahit olarak Allah yeter. Mesih, Allah’a kul olmaktan asla çekinmez ve yaklaştırılmış meleklerde.

Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler; andolsun ki kâfir olmuşlardır. Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yerde olanları hep helâk etmek irade etse, kim Allah’tan bir şeye malik olabilir.

Andolsun ki Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih; ey İsrailoğulları Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin, öyle ki kim Allah’a şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir. Ve zalimlerin yardımcısı yoktur, demişti. Muhakkak Allah; üçün üçüncüsüdür diyenler de and olsun kâfir olmuşlardır.

“Ben onlara sadece ‘Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a ibadet edin’ diye bana emrettiğini söyledim. İçlerinde bulunduğum sürece onlar üzerine şahittim. Ne vakit ki beni vefat ettirdin, sen üzerlerinde gözetleyici oldun. Ve sen her şey üzerinde şahitsin.”

“Muhakkak Allah katında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra Ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.” (Kur’an-ı Kerim’den)

Barnabas İncili diğer İncil’lerden ayrı bir özelliğe sahiptir. Uzun bir araştırma neticesinde tercümeye ilave olarak önsöz ve dipnotlan koyduk ve diğer Incil’lerle karşılaştırma yaptık.

1982-1983 yıllarında Doğu Anadolu yöresinde bir mağarada Hz. İsa aleyhisselama inmiş olan İncil’in orijinal dili olan Aramice olarak yazılmış bir nüsha bulundu. Bulunan bu nusha basına yansıyınca, önce emniyet el koymuştu, çünkü basın bahsedince malum olan oldu. Türkiye’de ihtilal olmuş, askerî hükümet iş başına geçti. Batı dünyası Türkiye ile her zaman olduğu gibi bu dönemde de her yönüyle çok yakından ilgilenmektedir. O tarihlerde Emniyet Genel müdürlüğü yapmış olan ve yakinen tanıdığım zatı muhterem bu eserin ilk iki sayfasını incelettirmek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne gönderir. Üniversitede kitabın dili ve içeriğinden ziyade kullanılan malzemenin tarihi laboratuvar incelemeleri neticesinde kâğıt ve mürekkebin yaklaşık 1800 yıllık olduğu tespit edilir. Bunun bir de içeriğini inceletelim derler. Malumdur ki o dönemin yaşayan dillerini dünyada çok az insan bilir. Beraber çalıştığımız Almanya’da profesör olan aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nin de Arapça, Süryanice, Ibranice birçok dillerin anası olan Aramice’yi bilen Hamza Hoca ile beraber incelediğimizde şu yayımladığımız eserin aslı olduğu kanaatimizdir. Esere daha sonra Genelkurmay Başkanlığı el koymuştu. Ne kadar uğraştık ise bir mikro filmini alalım diye başarılı olamadık. Değerli okuyucularımız, şimdi Hristiyanlık tarihi, Barnabas İncili ve diğer İnciller’le ilgili geniş bilgiyi, kitabın önsöz, dipnot ve sonsöz açıklamalarında bulacaksınız.

Editör: Seyfettin Oğuz

ÖNSÖZ YERİNE

I

HRİSTİYANLIK’, DÖRT KANONİK İNCİL ve BARNABAS İNCİLİ

İnsanın yeryüzü hayatı ‘ferdi’ ve ‘toplumsal’ -toplumsal derken, insanî ve tabii tüm çevreyi kastediyoruz- olmak üzere iki yön arzeder. Ferdî yön, her ferdin tek tek kendi içinde olgunlaşmasını, İslâmî tabirle, dıştan içe, nefisten ruha hicreti ve bu uğurda mücahedeyi ifade eder. Bu yüzden beşerî olsun, ilâhî olsun, her iki din (veya, nicel çokluklar nedeniyle ‘dinler.'”) Öncelikle insanın bu yönüne eğilirler. Çünkü toplum tek tek fertlerden oluşan canlı ve dinamik bir varlıktır, yani bireylerinin canlılığı ve dinamikliliği oranında toplum da canlı ve dinamiktir. Şu hâlde, her şeyden önce hedeflenen topluma göre, ferdi yetiştirmek büyük bir öneme sahiptir.

El-İslâm’a göre insan ruh, beden ve nefis üçlüsünden oluşur. Bu üçlü birbiriyle öylesine girift bir bağlantı içindedir ki, biri diğerinden ayrıldığında insan ‘kâmil insan’ olma özelliğini yitirir. Ve bu üç unsurun karşılığında insanda üç meleke vardır: El-akl (kalb), irade ve kelâm. İnsandaki bu üç melekeye Allah’ın öncelikle şu üç sıfatı hitap eder: İlâhlık, rablik, melik- lik. Son olarak, El-Islâm’ın da üç mertebesi, üç basamağı, üç tamamlayıcı öğesi vardır: Ihsan, iman, islâm.

Insanı bu üç noktadan eğitip, kâmil hâle getirmek için görevlendirilen mürşidlerin nitelik ve görevlerini ve kâmil insan toplumunun oturduğu temelleri Kur’an’ın şu iki âyetinde görürüz:

“İşte, size kendinizden size âyetlerimi okuyan, sizi arıtan ve size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik” (Bakara 2/151)

“Andolsun, resullerimizi apaçık delillerle gönderdik ve beraberlerinde insanlar tam bir adaletle ayakta kalsınlar diye Kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik; Allah giyabda kimin kendine ve resullerine yardım ettiğini bilsin diye. Muhakkak Allah güçlüdür, azizdir” (Hadid 57/25)

Demek ki, insanın öncelikle ‘âyetler’e ihtiyacı vardır; bu âyetler, Kur’an’ın ifadesiyle ‘afaki’ ve ‘enfüsi’dirler. Yani, Kâinat nefsinden ruhuna, yerlerden göklere, fizikten fizik ötesine hicret etmeye, bu uğurda mücahede etmeye hazır insanlar için bir yol, bir merdivendir. Kâinattaki her nesne, her olay, her olgu, kısaca ‘Meşiet-i llâhî’nin ürünü olan her şey bu yolun işaretleri, bu merdivenin basamakları durumundadır. Bundan ayrı olarak, Allah’ın insanın ‘fitrat’ına yerleştirdiği ‘âyetler’, yani ‘enfüsî’ âyetler tıpkı kâinattakiler gibi insan ruhuna, Rahman’ın Arş’ına ulaşmada işaret ve basamak görevi yaparlar. Dıştaki, âfâktaki seyri enfüsteki, seyir anlamlandırır ve tamamlar. Bu yüzden, her resulün, her yol göstericinin, her mürşidin birinci ve asli görevi insana bu âyetleri tanıtmak, Kur’ani ifadeyle âyetleri okumaktır.

İnsan, Kur’an’ın sık sık vurguladığı gibi Allah’a kul olabildiği ölçüde; ilâh, rab ve melik olarak Allah’ı kabul edebildiği gibi, hevasını; şeytanın ve şeytanî niteliklerinin etkisiyle aslinda dünya hayatını yaşamasının öğeleri olan birtakım ihtiyaçları tutku haline getirerek nefsini ve arzularını ilâh, bunun sonucunda birtakım insanları da rab ve melik kabul edebilir. Onun hevası doğrultusunda attığı her adım âyetlerin kalbe

giriş pencereleri olan işitme (sem’a) ve görme (basiret) melekelerini kapar ve âyetler karşısında insanı sağır ve kör håline getirebilir. Bu yüzden, âyetlerin insan üzerinde etkili olabilmesi, bir başka deyişle fitratla özdeş enfüsî âyetlerin âfâkîlerle birleşip özdeşleşebilmesi için insanı tutkularından, heva ve hevesinin iğvalarından alıkoymak gerekir. Her yol göstericinin yaptığı ve yapması gereken budur, bu olmuştur. İnsan, hevasına kapılmadan, tutkularına kul olmadan ve âyetleri dinleye dinleye kendini, nefsini arıtır, arındırır. Bunun yolları namazdır, duadır, zikirdir, tefekkürdür, murakabedir, infak, sabır, şükür, zühd, vera, oruç vs.dir.

Kısaca, El-Islâm önce bir tasdik ve kabul niteliğinde ‘iman’la insanlara sunulduğunda her şeyden evvel noktalar üzerinde durur ve ayrıca şunları da emreder:

“Ebeveyne ihsan; akrabaya, miskine ve yol oğluna (yolda kalmışlara) hakkını verme, saçıp savurmama, cimrilik etmeme, çocukları öldürmeme, zinaya yaklaşmama, kimseyi öldürmeme, kimsenin malına yaklaşmama, ahde vefa, yalan söylememe, ölçü ve tartida asla hile yapmama, ilmi olmayan konuda söz söylememe, böbürlenmeme, sözün en güzelini söyleme” vs.

Bu şekilde âyetlerle ve sürekli bir ‘mücahede’yle nefsini aritan insana bundan sonra Kitabın, hikmetin ve daha başka bilmediklerinin bilgisi sunulur.

Bir ekine benzetebileceğimiz ilim, ancak arınmış nefislerde, ‘natika’ hâline gelmiş nefislerde, kısaca kirletilmemiş kalplerde kök salar ve yemesi tatlı meyveler verir; hatta, ancak böylesi kalpler ilmi alabilir ve ilimle insanlara yararlı olabilir.

Böylece arınmış ve ilmi kazanmış insanlardan bir toplum meydana geldiğinde, Allah onlarla ‘mallan ve canları’ karşılığında cennet vermekle bir alışverişe girer. Bunun adı Kur’an’da ‘biat’tır. Biattan sonra insan hayatını toplumsal açıdan yönlendirici hükümler inmeye başlar ki, bu dönem Kitabın Demir tarafından mizan çerçevesinde uygulanma dönemidir.

Şu kadar ki, birinci dönemde gerekli olan ‘ameller’in bazıları bu dönemde de asla geçerliliğini yitirmezken, bazısı mutlaka uyulması gerekli ‘ahkâm’ hâlini alır. Sözgelimi, ‘akrabaya, yol oğluna, miskine hakkını verme’ mutlaka yerine getirilmesi zorunlu bir göreve dönüşür. Zina, karşılığında had (ilâhî ceza) gerektiren bir suça dönüşür. ‘Katl’; kisas gerektiren bir başka suça dönüşür. Bir başkasının malına yaklaşma, karşılığında yine had gereken bir başka suça dönüşür vs…

Bu dönemde bu ‘ahkâm’ın titizlikle uygulanması gerekir. Bu noktada, tarihte ufak bir farklılığa rastlıyoruz ki, bazı dönemlerde bazı şeyler haramken bazen haram olmayabiliyor veya suçlar karşısındaki cezalarda ufak tefek değişiklikler olabilir; ama bunlar temelden çok, fürûa (dallara, ayrıntıya) taalluk eden meseleler olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Bu şekilde kurulan Islâm binasının devamı için, yine birinci dönemdeki âyetlere kulak verme ve tezkiye olmuş nefislerin yeniden kirletilmemesi işi çok daha büyük bir önem kazanmaktadır. O kadar ki, insanların gerek ikinci dönemde ahkâmi uygulamakla ve gerekse bu dönemde ahkâmı korumakla ilgili ulaşmaları gereken kemal noktasını Kur’an şöyle açıklar:

“Iman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır.) Allah iyi ve güzel yapanları sever.” (Mâide 5/93)

İşte, İslâm binasını ahkâmla kurmak kadar, belki ondan daha da çok, onu korumak zordur. Bu dönemde gelen fetihlerin alttan ve üstten nimetler yağdırmaya başlamasıyla iğvalara ve günahlara sabırla nimetlere şükür, ilk dönemdeki işkencelere sabırdan daha güç hâle gelir. Bu bakımdan, özellikle bu dönemde asıl olana ilişkin âyetleri dinleme ve tezkiyeye ilişkin kurallar daha bir önem kazanır. Çünkü, Kur’an’ın

da ifadesiyle, dinin tamamlanmasıyla kâfirler dinden ümitlerini kesmiş olurlar; artık korkulması gereken kâfirler değil, Allah’tır. (Mâide 5/3) Yani ‘ihsan’ mertebesini kazandıran üçüncü derecede takva ve imanı, bütünüyle işler hâle gelmiş aklı (kalp) koruma bu zamanda son derece önemlidir.

İsrailoğulları’nın Hz. Musa’nın risaleti döneminde Mısır’da ve çölde geçirdikleri “namaz ve sabırla istiane” dönemleri ‘kanun’ anlamına gelen ‘Tevrat’ın alınmasıyla ‘ahkâmı uygulama’ dönemine intikal etmiş ve ardından Yuşa bin Nun, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bin Davud zamanları da fetihlerle nimetlerin saçıldığı dönem olmuştu. Bundan sonra gelen peygamberlerin, rabbanilerin ve ‘ahbar’ın görevi Tevrat’ı, Kitabı korumak ve onunla hükmetmek, bu amaçla da “emr bi’l-ma’ruf ve nehy an’il-münker”e azami riayet etmek, müslümanların (İsrailoğulları’nın) görevi de bunların izinde Kitaba uymak ve günahlara dalmamak, nefislerini heva ve şeytandan korumaktı.

“Muhakkak Biz kendisinde ve nur olan Tevrat’ı indirdik. İslâm olmuş nebiler Yahudi olanlara onunla hükmederlerdi. Rabbaniler ve ahbar da Allah’ın Kitabından korunmasına memur olduklarıyla (hükmederlerdi) ve onun üzerine şahittiler. İnsanlardan korkmayın, Ben’den korkun ve âyetlerimi az bir fiat karşılığı satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfir olanlardır” (Mâide 5/44).

Tevrat’la hükmetmemek, hükmetmeyeni küfür sınırına taşıyan bir suçtu; ahkâmın böylesine önemi vardı İsrailoğullanı’nda. Ne var ki, zamanla Kitabı koruması gereken ahbar (âlimler, aydınlar) bozuldu; dünyevi çıkarlar karşılığı Kitabı uygulamamaya, onun hükümlerini az bir fiyat karşılığında değişmeye başladılar. Nebilerinin sözlerini dinlemedikleri gibi, halkla ve hatta puta tapıcılarla bir olarak pek çoklarını katlettiler. “Şeriatı değiştirdiler, herkese aynı şekilde uygulamadılar; kendileri ona hiç mi hiç uymadılar; keyiflerince yorum ve tahriflerde bulundular. Heiâl ve haram sınırlarını çiğnediler, helâli haram, haramı helal yaptılar. Bunlara uyan halk da bu noktada onları ‘rab’ kabul etme ve dolayısıyla Allah’a şirk koşma durumuna düştüler.” (Tevbe 9/31).

Ve, bunun sonucunda Allah’ın lânetine ve gazabına müstahak oldular.

“Onlardan çoğunun haram işlerde, düşmanlıkta ve haram yemede koşuştuklarını görürsün. Ne kötüdür yaptıklar!” (Mâide 5/62).

“Rabbaniler ve ahbar onları haram olan sözlerinden ve haram yemelerinden nehyetmeli değil miydi? Ne kötüdür işledikleri!” (Mâide 5/63).

“İsrailoğulları’ndan küfredenler Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bu isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi. Yaptıkları münkerden birbirlerini nehyetmezlerdi. Ne kötüydü yaptıkları!” (Mâide 5/78-79).

“Ey iman edenler! Ahbar ve ruhbandan çoğu, insanların mallarını batıl olarak yerler ve Allah’ın yolundan alıkorlar.” (Tevbe 9/34).

Hz. Isa da geldiği zaman onların durumlarını şöyle açıklıyordu:

“Ey engerekler nesli, siz kötü olduğunuz hâlde nasıl iyi şeyler söyleyebilirsiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söyler. İyi adam, iyi hazinesinden iyi şeyler çıkarır ve kötü adam, kötü hazinesinden kötü şeyler çıkarır. (Matta, 12:34-35). Sakının da, Ferisîler ve Sadûkiler hamurundan kaçının (Matta, 16:6; az değişik şekliyle: Markos, 8:15).

Yazıcılar ve Ferisiler Musa’nın kürsüsünde otururlar. Bundan dolayı size söyledikleri bütün şeyleri yapın ve tutun; fakat onların işlerine göre yapmayın; çünkü söylerler ve yapmazlar. Evet, onlar ağır ve taşınması güç yükler bağlayıp insanların omuzlarına korlar. Kendileri ise parmaklarıyla onları kımıldatmak istemezler. Fakat onlar bütün işlerini insanlara görünmek için yaparlar. Çünkü, onlar hamaillerini genişletip, esvaplarının saçaklarını büyük yaparlar.

Ziyafetlerde üst yeri ve havralarda baş yerleri ve çarşı meydanlarında selâmlanmayı ve insanlar tarafından ‘rabbi’ diye çağırılmayı severler.

Lakin vay ‘başınıza’ yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Çünkü siz göklerin melekûtunu insanların yüzüne kapatıyorsunuz; zira kendiniz girmiyorsunuz, girenleri de bırakmıyorsunuz ki, girsinler. Vay başınıza, yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedi yapmak için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca, siz onu kendinizden iki kat cehennem oğlu edersiniz. Siz kör kılavuzlar, vay başınıza! Nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşrünü) veriyorsunuz ve şeriatın daha ağır işlerini, adaleti, merhameti ve imanı bırakıyorsunuz. Onları yapmalı idiniz, bunları da bırakmamalı idiniz. Ey kör kılavuzlar! Siz küçük sineği süzerek ayırırsınız, fakat deveyi yutarsınız… Siz bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, fakat onların içi soygunculuk ve taşkınlıkla doludur… Siz badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler, fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıkla doludurlar… Siz peygamberlerin kabirlerini yaparsınız, salihlerin türbelerini donatırsınız. Fakat, peygamberleri öldürenlerin oğulları olduğunuza kendiniz şahitlik edersiniz…” (Matta, 23:2-8, 13-15. 16. 23-26, 27, 29, 31).

İşte, Hz. İsa geldiğinde dinin ruhu gitmiş, sözde âlimlerin elinde halkı soyma ve din adamlarının ceplerini doldurma aracı hâline gelmiş, şeriat adıyla yalnızca âlimlerin keyiflerine göre, uyguladığı basit şekillerden ibaret birkaç kanun kalmıştı. Böyle bir zamanda tabii olarak Hz. İsa şeriatin -o zamana göreneshedilen, Kur’an’ın ifadesiyle, bazı haramların helâl kılınmasıyla ufak bir nesh olayı yaşayan şeriatın yeniden ruhuyla yaşanabilmesi için öncelikle sarsılan imanların düzelmesi, kirlenen nefislerin tezkiyesi üzerinde duracak ve evvelemirde risaletinin bütün ağırlığını bu noktaya teksif edecekti. Bu durum Kur’an’da ve İnciller’de şöyle ifade edilmektedir:

“Benden önce gelen Tevrat’i tasdik edici ve üzerinize haram kılınanların bazısını helalleştirici olarak size Rabbiniz’den…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur