Bir Gözyaşı, Bir Gülümseme (1914), Halil Cibran’ın ABD’de yaşarken el-Muhacir gazetesinde yayımlanan yazılarını bir araya getirir. Bu kısa deneme ve öykülerde yazar, modern dünyanın yozlaşmışlığı, duygusuzluğu içinde “insan” kalabilmenin yollarını şiirsel bir uslup ve engin bir hayal gücüyle araştırır. Cibran’ın düşüncesinin hem estetik hem de politik yönlerine ışık tutan bu metinlerin her kelimesi, güzelliğin, hayal gücünün, sevginin ve vicdanın zaferini getirecek yarınlara karşı hasretle ve umutla doludur.
Bu yazılar Cibran’ın daha sonraki eserlerinde ifadesini bulacak olan eleştirel bakışın tohumlarını barındırır.
*Aşkın Hayatı *Bir Hikâye *Ölüler Kentinde *Şairin Ölümü Onun Yaşamıdır *Deniz Kızları *Ruh *Bir Gözyaşı, Bir Gülümseme *Bir Hayal *Güzellik *Ateşten Harfler *Harabeler Ortasında *Bir Hayal Daha *dün ve Bugün *Merhamet, Ruhum, Merhamet! *Dul Kadın ve Oğlu *Kader ve Ulus *Güzellik Mihrabının Önünde *Bilgeliğin Ziyareti *Bir Dostun Hikâyesi *Gerçeklik ile Hayal Gücü Arasında *Ey Zavallı Dostum! *Kırda Ağlama *Kulübe ile Saray Arasında *İki Bebek *Sürgün Şairleri *Güneş Altında *Geleceğe Bir Bakış *Hayal Gücü Kraliçesi *Ey Beni Ayıplayan! *Sırrını Açmak *Suçlu *Eş *Mutluluk Evi *Geçmiş Zamanın Kenti *Karşılaşma *Kalplerin Sırları *Kör Kuvvet *İki Dilek *Zaman Arenasında *Dostum *Aşkın Söylemi *Dilsiz Hayvan *Barış * Şair *Doğduğum Gün *Çocuk İsa ve Sevgi Bebek *Ruhlar Sırlarını Açıyor *Ey Rüzgar! *Âşığın Dönüşü *Ölümün Güzelliği *Şarkılar *Çiçeğin İlahisi *İnsanın İlahisi *Şairin Sesi
Bu kitabı
Mary Elizabeth Haskell’a,
hayat fırtınamın ilk esintisi olan, meltemleri seven ve fırtınalara arkadaş o yüce ruha adıyorum.
CİBRAN
Öndeyiş
Kalbimin hüznünü insanların sevinciyle değiştirmem asla, kederle gözlerimden dökülen yaşların kahkahalara dönüşmesini de hiç kabul edemem. Hayatımın hep gözyaşı ve gülümsemeyle sürüp gitmesini isterdim: Kalbimi arıtan, hayatın sırlarını ve muammalarını anlamama yardımcı bir gözyaşı ve beni insan kardeşlerime yakınlaştıran Tanrı’ya Şükrümün ifadesi olan bir gülümseme; kalbi ezik olan herkesle paylaştığım bir gözyaşı ve var olma sevincimi dile getiren bir gülümseme.
Can sıkıntısıyla yaşamaktansa arzudan ölmeyi isterim. Vicdanımda bir aşk ve güzellik susuzluğu olsun isterim; çünkü gözlerimi açtım ve gördüm ki, her arzusu yerine gelenler daha mutsuz, maddeye daha düşkün; bunun üzerine, ayrılık acısına katlanan insanın iç çekişlerine kulak verdim ve onları dinledim, tellerine bir virtüözün dokunduğu bir lavtanın sesinden daha tatlı bir arzu duyduklarına tanık oldum.
Gece çökerken yeryüzüne, çiçek taçyapraklarını katlayıp uykuya dalar, sarılır arzusuna. Sabahın loş ışıklarında ancak açılır dudakları güneşten bir öpücük almak için. Demek ki çiçeklerin hayatı da yakıcı bir arzu, şehvetli bir birliktir; bir gözyaşı, bir gülümsemedir.
Denizin suları dağların ve vadilerin ötesinde dolaşarak bulutlar halinde birikmek için buharlaşıp yükseklere çıkarlar. Tatlı meltemlerle karşılaşınca, ırmaklarda toplanmak, vatanları olan denize kavuşmak üzere yağmur olarak kırlara dökülürler. Bulutların hayatı ayrılık ve yeniden buluşmadır, gözyaşı ve gülümsemedir. Can da öyledir, madde dünyasında yollara düşmek, bir bulut gibi hüznün dağları ve sevincin ovaları üstünden geçmek için Evrensel Ruh’tan ayrılır, sonra ölümün rüzgârlarıyla karşılaşır; o andan itibaren, önceden bulunduğu yere, aşk ve güzellik denizine, Tanrı’ya döner…
AŞKIN HAYATI
İlkbahar
Haydi sevdiceğim, taraçalar arasında gezmeye gidelim. Karlar eridi, hayat vadilerin yamaçlarında salınmak için sıçradı yatağından. Uzak kırlarda birlikte izleyelim ilkbahar işaretlerini. Yoldaş ol bana, çevredeki ovalarda çayırların dalgalanışını seyredelim yüksek tepelerden.
İlkbahar şafağı kış gecesinin katlayıp kaldırdığı giysileri açıverdi, öyle ki bu giysilere bürünen erik ve elma ağaçları Kadir Gecesi’ndeki orman perileri gibi görünüyor. Asmalar uyanmış, filizleri sevdalılar gibi birbirlerine sarılmış. Kayalar arasında dans edip sevinç şarkıları söyleyerek akmış ırmaklar. Çiçekler de, tıpkı köpüklerin denizin yüzeyine çıkması gibi, doğanın kalbinden tomurcuklanmış.
Ruhumuzu şu neşeli kuşların şarkılarıyla doldurmak ve rüzgârların hoş kokusunu içimize çekmek için, nergis çanaklarında biriken yağmurun yaşlarından ne kaldıysa içelim haydi.
Sonra, menekşelerin birbirini tertemiz öpücüklerle selamlamak için saklandığı şu kayanın yanına gidip oturalım.
Yaz
Haydi sevdiceğim, kırlara gezmeye gidelim. Hasat zamanı geldi, ekinler boylarına ulaştı, güneşin doğaya saçtığı aşkın sıcaklığıyla olgunlaştılar. Kuşlar gelip de çabalarımızın ürününü devşirmeden, karıncalar toprağımızı ele geçirmeden gel. Haydi, kalplerimizin en derin yerine aşkla serpilen sadakat tohumundan mutluluk tanelerini toplayan ruhun yaptığı gibi, gel de toplayalım toprağın meyvelerini. Tıpkı hayatın duygu ambarlarımızı doldurduğu gibi, doğanın dört unsurunun* ürünleriyle dolduralım ambarlarımızı.
Haydi yoldaşım, yatak için ot, yorgan için gök, yastık için de bir demet ekin alalım; günün yorgunluğunu dindirelim böylece, vadiyi dinleyerek geceyi onun çağıltılarıyla geçirelim.
Sonbahar
Haydi, bağlara gidelim sevdiceğim, üzümleri ezelim, ruhun kuşakların bilgeliğini sakladığı gibi, biz de onları fıçılarda koruyalım. Haydi, toplayalım kuru meyveleri, çiçekleri, imbikten geçirelim, damıtılırken oluşan resimlerde gözümüze görünen her şeyi emip içimize alalım.
Bak, sarardı ağaçların yaprakları, yaz mevsiminin veda ettiği ölü çiçekleri kederle örtmek için yapraklardan bir kefen yapmak ister gibi rüzgâr da dağıttı onları, haydi gel ocağımıza dönelim. Gel, kuşlar sahile göçtü, beraberlerinde bahçelerin güler yüzünü de götürdüler, yasemini de, sesbanyayı** da yalnızlığa terk ettiler, bu çiçekler gözyaşlarından kalanı toprağın yüzeyine saçtılar.
Dönelim haydi, ırmakların akışı durdu, kaynakların sevinç gözyaşları kurudu, taraçalar parlak giysilerini çıkarıp soyundular. Gel sevdiceğim, doğa uykuya direnemiyor artik; nihavent makamında dokunaklı bir şarkıyla uyanıklığa veda etmeye başladı.
Kış
Yaklaş bana, hayatımın yoldaşı, karların esintisi girmesin vücutlarımızın arasına. Gel otur yanıma, şu ocağın, kış mevsiminin nefis meyvesi olan ateşin karşısına gel. Söz et bana kuşakların kadim geçmişinden, çünkü usandı kulaklarım rüzgârın uğultusundan, havanın inlemesinden. Kapıları pencereleri kapat iyice, zamanın öfkeli yüzünü görmek ruhumu sıkıyor; oğlunu yitirmiş bir anne gibi, karlara gömülmüş kentin manzarası hançerliyor kalbimi… Lamba susuzluktan sönecek gibi, hayat yoldaşım, yağ doldur ona ve onu kendine yaklaştır da gecelerin yüzüne ne yazdığını göreyim… Getir şarap küpünü de birlikte içelim, onu sıktığımız günleri hatırlayalım.
Yaklaş, yanıma yaklaş ruhumun sevgilisi, bak ateş sönecek birazdan ve küllere boğulacak… Sık beni kollarında, lamba söndü, karanlığa gömüldü… İşte yılların şarabı ağırlaştırıyor gözlerimizi… Uykuyla sürmelenmiş mahmur gözlerle bak bana… Uyku beni sarmadan önce sar beni… Bak, kar kapladı her yeri senin öpücüğün dışında… Ah! Sevdiceğim, uyku denizi ne kadar da derin! Ah! Sabah ne kadar da uzak… bu dünyada!
Bir Hikâye
O ırmağın yamacında, ceviz ağaçlarının ve söğütlerin gölgesinde, bir çiftçinin oğlu oturmuş, sakin, kaygısız akıp giden suları seyrediyordu. Her şeyin aşktan konuştuğu, dalların birbirine sarıldığı, çiçeklerin salınıp, kuşların aşkla ötüştüğü, doğanın tümüyle ruha seslendiği kırların bağrında büyümüş genç bir delikanlıydı. Henüz yirmisinde olan bu genç adam, bir gün önce, pınarın yanında, başka insanların ortasına oturmuş genç bir kız görmüştü. O anda âşık olmuştu kıza. Daha sonra, onun Emir’in kızı olduğunu öğrendi, lanet okudu kalbine ve acı acı öfkelendi. Ama lanet okumak kalbi aşktan saptıramaz, inleyip sızlanma da ruhu gerçeklikten uzaklaştıramaz. Kalbiyle canı arasında kalan insan, güney rüzgârlarıyla kuzey rüzgârları arasında bir o yana bir bu yana savrulan kırılgan bir daldır.
Genç adam çevresine bakındı ve bir krizantemin yanında bir menekşe gördü. Sonra, bülbülün karatavuğa açtığı sırlarını duydu. Yalnızlığına ve kimsesizliğine ağladı. Aşk saatleri gözlerinin önünden bir hayalet sürüsü gibi geçti; duyguları sözleri ve gözyaşlarıyla akıp giderken şöyle dedi:
“İşte aşk oynuyor benimle. Pespaye etti beni, umutlara kusur, dileklere alçaklık olarak bakılan yere götürdü beni. Tapındığım aşk kalbimi Emir’in sarayı düzeyine yükseltirken, özsaygımı çiftçi kulübesine indirdi, ruhumu da etrafı erkeklerle sarılı ve soylular sınıfınca korunan bir hurinin güzelliğine yöneltti… Tamamen itaatkârım, ey aşk, ne istiyorsun? Alevlerin beni yaktığı ateş yollarında senin peşinden geldim. Gözlerimi açtım ama sadece karanlık gördüm. Dilimi çözdüm ama hüzünle konuştum ancak. Ey aşk, sadece sevgilinin öpücükleriyle yatışabilecek manevi bir açlık salıyor yüreğime yakıcı arzu! Güçsüzüm ey aşk! Sen ki güçlüsün, niçin saldırıyorsun bana? Sen adil, ben masumken, niçin eziyorsun beni? Niçin küçük düşürüyorsun beni, tek savunucum sen değil miydin? Beni var eden sensin, niçin terk ediyorsun? Kan damarlarımda senin iradene karşı akıyorsa, dök gitsin onu. Ayaklarım senin yolundan başka yol izliyorsa, felce uğrat onları. Şu vücudu dilediğin şeye çevir, bırak ruhumu, kanatlarının gölgesinde huzur bulan şu kırların tadını çıkarsın… Irmaklar sevdikleri varlığa, okyanusa doğru akıyor; çiçekler kendilerine âşık olan gün ışığına gülümsüyor, bulutlar da sevgilileri vadiye iniyor. Ama benim acısını çektiğim şeyi ırmaklar bilmez, çiçekler anlamaz, bulutlar kavrayamaz acımın doğasını. İşte ben böyle, derdimle baş başa, aşkımın içinde yalnız, beni ne babasının ordusunda asker ne de sarayında uşak olarak isteyen o güzelden uzaktayım…”
Genç adam, ırmağın dilini, ağaç yapraklarının uğultusunu içine çekmek ister gibi sustu bir an, sonra şunları ekledi: “Ama sen, adını zikretmeye korktuğum, büyüklük perdelerinin ve yücelik duvarlarının bana görmeyi yasakladığı huri, seninle ancak hepimizin eşit olacağı o sonsuzluk içinde karşılaşmayı umut edebilirim, karşısında kılıçların boyun eğdiği, başların eğildiği, sandıkların ve ibadet yerlerinin açıldığı sen ey huri, aşkın kutsadığı bir kalbi ele geçirdin, Tanrı’nın onurlara erdirdiği bir ruhu köleye çevirdin; daha dün şu kırlar kadar özgür olan, ama bugün şu tutkun aşkın zincirleriyle mahkûm olan bir ruhu tutsak ettin.
Seni gördüğüm zaman, ey gönül çelen, dünyaya niçin gelmişim anladım; ne zaman ki senin mensup olduğun sınıfın yüksekliğini, benimkinin de vasatlığını fark ettim, tanrıların insanların bilmedikleri sırları sakladıklarını, ruhları da, aşkın onları insanların yasalarından başka yasalara göre yargıladığı yere götüren yolları bildiklerini anladım. Gözlerine bakarken, bu hayatın, kapısı insan kalbi olan bir cennet olduğuna emin oldum. Senin soyluluğun ile benim bayağılığımın, bir devle bir cücenin karşı karşıya geldiği bir savaşa benzer bir mücadeleye giriştiğini görünce, bu dünyanın artık benim vatanım olmadığını anladım. Seni, kokulu bitkiler arasındaki bir gül gibi, hizmetçilerinin arasına oturmuş gördüğümde, düşlerimdeki gelinin ete kemiğe büründüğünü, senin de benim gibi, basit bir insan varlığı olduğunu sandım. Gel gör ki babanın şanını öğrendiğim zaman, bu varlığın, parmakları kanatmadan dikenleri toplanamayan bir gül olduğunu, düşlerde bir araya gelenlerin uyanışta dağılıp gittiğini anladım…”
O zaman ayağa kalktı ve pınara doğru yürüdü, kolları sarkmış, kalbi kırık, hüznünü ve umutsuzluğunu şu sözcüklerle dile getirdi:
“Ey ölüm, gel kurtar beni! Dikenlerin çiçekleri boğduğu toprak, üzerinde yaşamaya değmiyor. Aşkın, soyluluk tarafından fethedilen şanlı tahtından azledildiği şu zamanın elinden kurtar beni. İmdat, ey ölüm! Sonsuzluk sevdalıları kavuşturmaya bu dünyadan daha layık. Sevgilimi bekleyeceğim yer, beni ona kavuşturacak yer, cennettir ancak.”
Akşam girişini yapmaya hazırlanıp, güneş de kırların üstündeki yaldızlı örtüsünü katlayıp kaldırmak üzereyken pinara vardı genç adam. Oturdu ve Emir’in kızının bastığı toprağa döktü gözyaşlarını; kalbinin yerinden fırlamasını önlemek ister gibi, başını tam göğsüne eğdi.
O anda, giysisinin etekleri otların üstünde sürünen genç bir kız beliriverdi söğütlerin arkasından. Genç adamın yanında durdu ve ipek gibi elini onun başına koydu. Adam, güneş ışınlarının az önce uyandırdığı bir uykucunun gözleriyle baktı ona. Emir’in kızı tam yanı başında ayakta duruyordu. Musa’nın yanan çalının önünde yaptığı gibi, diz çöktü. Konuşmak istediği zaman ise dili tutuldu, ama yaşlarla dolup taşan gözleri sözlerinin yerini aldı.
O zaman genç kız adama sarıldı, dudaklarına bir öpücük kondurdu, gözlerinden de öptü, sıcak gözyaşlarını içti doya doya, sonra bir ney ezgisinden bile daha tatlı bir sesle konuştu:
“Seni düşlerimde gördüm, aşkım, yalnızlığımda ve tenha köşemde hayal ettim yüzünü. Bu dünyaya gelmeye mahkûm olduğumda ayrı düştüğüm varlığımın öteki yarısı, ruhumun yoldaşısın sen. Gözbebeğim, seni bulmak için gizlice geldim, işte şimdi kollarımın arasındasın. Korkma! Senin peşinden dünyanın öbür ucuna kadar gitmek, seninle birlikte hayatın ve ölümün şerefine içmek için babamın şanını şöhretini terk ettim. Hadi kalk sevgilim, insanlardan uzak, ücra topraklara doğru gidelim.”
İki sevdalı, gecenin perdeleriyle örtülü ağaçların arasında yürüdü, Emir’in rezilliğinden de karanlıkların hayaletlerinden de korkmadan.
Orada, ülkenin sınırında Emir’in izcileri iki insan iskeleti buldular. Birinin boynunda altın bir kolye vardı, ikisinin yanı başında da bir taş; şu sözler yazılıydı taşın üstünde: Aşk birleştirdi bizi, kim ayırabilir ki?
Ölüm götürdü bizi, kim geri getirebilir ki?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıBir Gözyaşı, Bir Gülümseme
- Sayfa Sayısı168
- YazarHalil Cibran
- ISBN9786254293061
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Vejetaryenliğin Yararları ~ Sadık Hidayet
Vejetaryenliğin Yararları
Sadık Hidayet
Modern İran edebiyatının büyük ustası Sadık Hidayet’in Vejetaryenliğin Yararları, vejetaryenliği kişisel bir seçim olmaktan öte, bir dünya görüşü olarak ele alıyor. “İnsan kan döküyor,...
- Belleğin Kuytularından ~ Hilmi Yavuz
Belleğin Kuytularından
Hilmi Yavuz
Belleğin Kuytularından ile gerçekten zor, ama o ölçüde de talihsiz bir işe giriştiğimin ta başından beri farkındayım. Bu portrelerin arasında dost olduklarım da, olmadıklarım...
- Millete Mektuplar ~ Ufuk Cavlı
Millete Mektuplar
Ufuk Cavlı
Bak herkes kendi rolünü oynuyor, kaybolup gitmiş dünleri, yarındanve kendisinden bile habersiz. Okul bitsin iş bulayım derken evlilik gelir, hele bir büyüsün çocuklar.Şu emeklilik bir gelsin gör bak neler yapacağım.Yani olmuyor işte öyle.Bugün çocuğunu severken keyif al, bırak onlar için kaygılanmayı.