Evliliği sona ermiş, orta yaşın eşiğinde bir yazar, yaz sıcağında kavrulan Atina’ya, yaratıcı yazarlık dersi vermeye gelir. Rachel Cusk’ın zarif ve büyüleyici romanı, ketum kahramanının bu birkaç günlük seyahatteki çeşitli “karşılaşmalarından” oluşuyor: Uçaktaki koltuk komşusundan eski dostlara ve sınıftaki öğrencilere, herkes yazara kendi hayatının, evliliğinin, ailesinin hikâyesini anlatıyor. Hayal kırıklıklarından, bir zamanlar yakın olunan insanlardan uzaklaşıp kopmaktan, geride bırakmaktan ve bırakılmaktan söz açan hikâyeler birbirine ulandıkça, melankolik, dingin, ama bu dinginliğin altında saklanan acıyı da sezdiren bir manzara belirmeye başlıyor.
Önce “The Paris Review”da dizi şeklinde yayımlanan “Çerçeve”, eleştirmenlerin büyük övgüsüyle karşılandı, pek çok ödüle aday gösterildi, “The New York Times Book Review” tarafından 2015’in en iyi on kitabından biri seçildi.
“Rachel Cusk tüm kuralları yıkıyor. Çerçeve cezbedici bir roman.” The Independent
“Çerçeve kusursuz biçimde işleyen, hem yüzeyi hem derinlikleriyle büyüleyen bir roman.” Hilary Mantel
I
Uçağa binmeden önce, Londra kulüplerinden birinde, bana liberal fikirlere sahip olduğu teminatı verilmiş olan bir milyarderin öğle yemeği davetindeydim. Yakası açık bir gömlek giyen milyarder, geliştirmekte olduğu yazılımdan söz ediyor, programın, gelecekte şirketlerine ihanet edip onları soyması kuvvetle muhtemel çalışanları saptayabileceğini anlatıyordu. Aslında buluşmaktaki amacımız, çıkarmayı düşündüğü edebiyat dergisini tartışmaktı, ancak daha bu konuya gelemeden ben kalkmak zorunda kaldım. Bir taksi çağırtıp beni havaalanına kadar bıraktırmakta ısrar etti, ki gecikmiş olduğumdan ve bavulum ağır olduğundan, yararlı da oldu. Milyarder, pek cazip görünmeyen bir şekilde başladığı ve –haliyle– sonunda masanın öte yanında oturmakta olan rahat, cebi dolu adam olarak belirdiği hayat hikâyesinin ana çerçevesini anlatmakta hevesli davranmıştı. Şu anda aslında yazar olmak mı istediğini, yani edebiyat dergisinin bunun için bir girizgâh mı olduğunu merak ettim. Bir sürü insan yazar olmak ister: Bu hedefe para yardımıyla varılamayacağını düşünmesi için hiçbir sebep yoktu. Adam para yardımıyla pek çok şeyin içine girmiş çıkmıştı. İnsanların hayatından avukatları çıkaracak bir proje üzerinde çalıştığından söz etti. Ayrıca, deniz üzerinde oynak olarak inşa edilecek ve çalışanlarla idarecileri de barındıracak genişlikteki bir rüzgâr enerjisi üretim merkezi tasarısı üzerinde de çalışıyordu: Bu dev platform açık denizde kurulabilecek ve böylece, çirkin türbinler, projeyi ilk defa denemeyi umduğu ve nasılsa kendisinin de bir ev sahibi olduğu sahil şeridinden uzakta olacaktı. Pazar günleri bir rock grubunda davul çalıyordu, sırf keyif için. On birinci çocuğunun doğumunu bekliyordu, ama karısıyla ikisinin bir zamanlar Guatemala’da dördüz evlat edindikleri göz önüne alındığında, o kadar da yüksek bir sayı değildi. Dinlediğim her şeyi sindirmekte güçlük çekiyordum. Garson kızlar durmadan yeni yiyecekler getirmeye devam ediyordu; istiridyeler, mezeler, özel şaraplar. Dikkati çabuk dağılıyordu, tıpkı çok fazla Noel armağanı almış bir çocuk gibiydi. Beni taksiye bindirdikten sonra, Atina’da iyi vakit geçirmemi dilediğini söyledi, halbuki ona Atina’ya gideceğimi söylediğimi hatırlamıyordum. Heathrow’daki pistte bir uçak dolusu insan sessizce havalanmayı bekliyordu. Hostes koridorda durmuş, kayıt yayınlanırken sahne malzemeleriyle sessiz gösterisini sergiliyordu. Koltuklarımıza bağlanmış, dua okunurken cemaatin içinde bulunduğu sessizliğe benzer bir sessizliğe gömülmüş, bir uçak dolusu yabancıydık. Hostes bize, ucundaki küçücük borusuyla can yeleğini, acil çıkış kapılarını, saydam, uzun bir borunun ucunda sallanan oksijen maskesini gösterdi. Bizi, bir papazın cemaatini araf ile cehennemin ayrıntıları içinden geçirmesi gibi, ölüm ve felaket olasılıklarının içinden geçirdi; ve hâlâ yol yakınken kimse kaçıp gitmedi. Tersine, sanki resmiyetle facianın bu çakışması sonucu özel bir katılık bize hâkim olmuşçasına, söylenenleri dinledik, daha doğrusu başka şeyler düşünerek yarım kulak dinledik. Kayıttan gelen ses oksijen maskeleri bölümüne geldiğinde çıt çıkmıyordu: Kimse tepki göstermedi, kimse, herkesin önce kendini sağlama aldıktan sonra başkalarıyla ilgilenmesi gerektiğini söyleyen bu buyruğa itiraz etmek için sesini yükseltmedi. Ancak, kendi hesabıma, tam olarak doğru olduğundan emin değildim. Bir yanımda, bacaklarını iki yana açmış, tombul parmaklarını bir oyun konsolunun ekranı üzerinde hızla dolaştıran kara yağız bir oğlan oturuyordu. Öbür yanımda ise soluk renkli keten bir takım elbise giymiş, güneşte iyice yanmış teni ve başının üstünde dikilmiş duran kır saçlarıyla ufak tefek bir adam vardı. Dışarıda, ağır bir yaz öğleden sonrası pistin üzerine asılı kalmış, uzadıkça uzuyordu; küçük havaalanı araçları dümdüz yüzey üzerindeki mesafelerde serbestçe gidip geliyor, oyuncak arabalar gibi patinaj yapıp dönüyor, daireler çiziyorlardı; daha da ileride, tekdüze uzayan tarlalarla çevrilmiş bir dere gibi akıp giden otoyolun parıldayan gümüş rengi ipliği vardı. Uçak hareket etmeye başladı; ileri doğru devinirken donuk görüntü çözülüp hareket kazandı ve pencerelerin önünden önce yavaşça, sonra daha hızlı akmaya başladı. Sonra uçak yerden ayrılırken hissedilen zorlamalı, yarı tereddütlü yükseliş duygusu belirdi. Uçağın havalanmasının imkânsız göründüğü bir an oldu, ama sonra havalanıverdi. Sağımdaki adam bana dönüp Atina’ya gitme sebebimi sordu. İş için gittiğimi söyledim. “İnşallah denize yakın bir yerde kalırsınız” dedi. “Atina çok sıcaktır.” Maalesef öyle olmayacağını söyledim. Adam, alnından kayalık bir arazide büyümüş otlar gibi vahşi bir şekilde dimdik fışkıran kırlaşmış kaşlarını kaldırdı. Ona cevap vermemi sağlayan, bu tuhaf görüntü olmuştu. Beklenmedik şeyler bazen kaderin cilvesi gibi görünür. “Sıcaklar erken geldi bu yıl” dedi. “Normalde, çok daha ileri bir tarihe kadar insan güvende olur. Alışkın değilseniz çok tatsız gelebilir.” Sarsılıp duran kabinde ışıklar yanıp yanıp sönüyordu; kapıların açılıp çarpılarak kapandığı duyuluyor, konuşanların müthiş uğultusu yükseliyor ve insanlar kımıldıyor, konuşuyor, ayağa kalkıyordu. Hoparlörden bir erkek sesi konuşuyordu; kahve ve yiyecek kokusu vardı havada; hostesler, halı döşeli dar koridorda hedeflerine doğru bir aşağı bir yukarı sekiyor ve yanımızdan geçerlerken naylon çorapları hışırtılı bir ses çıkarıyordu. Koltuk komşum bu yolculuğu ayda bir iki kere yaptığını söyledi. Londra’da, Mayfair’de bir daire tutarmış eskiden, “ama bugünlerde” dedi, çok olağan bir şeyden bahsedermişçesine, “The Dorchester’da kalmayı tercih ediyorum.” Kulağa çok doğal gelmeyen, incelmiş ve resmi türden bir İngilizce konuşuyordu; sanki bu dil bir noktada, boya misali, üstüne fırçayla dikkatle sürülmüş gibi. Milliyetini sordum. “Yedi yaşındayken yatılı bir İngiliz okuluna gönderildim” diye cevap verdi. “Hal, tavır olarak İngiliz’e, ruhense Yunan’a benzediğimi söylemek yanlış olmaz. Öbür türlü olsa,” diye ekledi, “çok daha kötü olacağını söylerler.” Annesi de babası da Yunanmış, ama bir gün evleri barklarıyla birlikte tüm aileyi –kendileri, dört erkek çocuk, kendi ana babaları ve her türden amca, hala, teyze, dayı– Londra’ya taşımış ve İngiliz yüksek sınıfları gibi davranmaya başlamışlar: Dört oğlanı da yatılı okula göndermişler, ardı arkası kesilmeyen dizi dizi soyluların, politikacıların ve işadamlarının eşiğini aşındırdığı, yararlı toplumsal ilişkiler kurmak için uygun bir ortam sağlayan bir ev kurmuşlar. Bu yabancı ortama nüfuz etmeyi nasıl başardıklarını sordum, omuz silkti. “Paranın kendisi başlı başına bir ülkedir” dedi. “Ailem armatördü; o zamana kadar, annemin de babamın da doğmuş oldukları, tanınmış turistik makamlara yakın olduğu halde eminim hiç duymadığınız küçük bir adada yaşamamıza rağmen, aile şirketi uluslararası bir girişimdi.” Mekânlara, dedim, galiba mekân demek istediniz. “Çok özür dilerim” dedi. “Tabii, mekân demek istemiştim.” Ama, tüm zenginler gibi, diye devam etti, annesi ve babası da kökenlerini çoktan aşmış, diğer zengin ve önemli insanların oluşturduğu, sınırları olmayan bir çevrede yaşıyorlardı. Tabii, adadaki büyük evlerini de muhafaza ediyorlardı ve çocuklar küçükken burası asıl evleri olmaya devam etmişti; ama oğullarını okula yollama zamanı geldikten sonra, pek çok bağlantılarının olduğu İngiltere’ye göçmüşlerdi. Bu bağlantıların arasında, diye ekledi oldukça gururlu bir şekilde, onları Buckingham Sarayı’nın sınırlarına kadar getirenler de vardı. Ailesi, her zaman adanın en ileri gelen ailesiydi: Yerel aristokrasinin iki damarı anne ve babasının evliliğiyle birleşmiş, üstelik böylece iki armatör serveti de pekişmişti. Ama adanın kültürü olağandışıydı, çünkü anaerkildi. Otorite erkeklerde değil, kadınlardaydı; mülk babadan oğula değil, anadan kıza geçerdi. Komşumun dediğine göre, bu, İngiltere’ye geldiğinde tanık olduğunun zıddı ailevi sürtüşmelere yol açıyordu. Çocukluğunun dünyasında, erkek çocuk zaten hayal kırıklığıydı; bu tür hayal kırıklıkları silsilesindeki son halka olan kendisi çok özel çelişkiler içinde büyütülmüştü, çünkü annesi onun kız olduğuna inanmak istiyordu. Saçları bukle bukle yapılmıştı; elbiseler giydirilmiş, ana babasının uzun süre beklenen vâris için seçtiği kız ismiyle çağrılmıştı. Bu olağandışı durumun, komşumun dediğine göre, tarihsel nedenleri vardı. Çok eski zamanlardan beri, adanın ekonomisi deniz yatağından çıkarılan süngerler etrafında dönüyordu ve ada halkının genç erkekleri denizin derinliklerine dalma becerisi kazanmışlardı. Ama bu tehlikeli bir uğraş olduğundan, yaşam süreleri son derece kısa oluyordu. Bu durumda, kocaların birbiri ardından ölmeleri nedeniyle, mali durumun denetimini kadınlar ele almış, üstelik de bu denetimi kızlarına geçirmişlerdi. “Annemle babamın hayatlarının en parlak dönemindeki dünyayı hayal etmek zor; bazı bakımlardan çok zevkli, başka bazı bakımlardan da çok katıymış. Mesela, annemle babamın bir çocuğu daha oldu, o da erkekti ve doğumda beyni zedelenmişti. Aile evi taşıyınca, onu orada, adada, yetkinliklerini o günlerde ve o kadar uzaktan pek derinlemesine inceleme zahmetine maalesef girmedikleri bir dizi bakıcının nezaretinde bıraktılar.” Bir çocuğun zihnine sahip, şimdi yaşlıca bir adam olan kardeşi, hâlâ adada yaşıyordu ve tabii ki öykünün kendine ait cephesini anlatamazdı. Bu sırada, komşum ve ağabeyleri köklü bir özel İngiliz okulundaki eğitimin serin sularına dalarak İngiliz erkek çocukları gibi düşünmeyi ve konuşmayı öğrenmişlerdi. Komşumun bukleleri, onu sevindirecek şekilde kesilmiş ve komşum hayatında ilk kez acımasızlıkla, onunla birlikte de birkaç yeni mutsuzluk türüyle tanışmıştı: Yalnızlık, memleket hasreti, anneye ve babaya özlem. Ceketinin göğüs cebinde aranıp yumuşak, siyah bir deri cüzdan çıkardı. Cüzdanın içinden, annesiyle babasının kırışmış, siyah beyaz bir fotoğrafı çıktı: Düğmeleri boynuna kadar iliklenmiş, bedenine iyice oturan uzun bir palto içinde dimdik duran bir adam; ortadan ayrılmış saçları, düz, sık kaşları ve burulmuş uzun bıyıkları çehresine olağandışı bir gaddarlık verecek kadar kapkara. Yanında ise, gülmeyen suratı madeni paralar kadar yuvarlak, sert ve ifadesiz bir kadın. Fotoğraf, komşumun dediğine göre, 1930’ların sonlarında, kendisi doğmadan önce çekilmişti. Evlilikleri, babanın gaddarlığının, annenin de dediğim dedikçiliğinin yüzeysel birer görüntüden ibaret olmaması yüzünden zaten mutsuzdu. Hiç kimsenin savaşan tarafları ayırmayı başaramadığı muazzam bir iradeler savaşı olarak geçmişti evlilikleri; yalnızca öldüklerinde ayrılmışlardı, o da çok kısa bir süreliğine. Ama bu, dedi komşum hafif bir gülümsemeyle, başka zaman anlatılacak bir öykü. Bütün bu süre içinde, hostes, içinden yiyecek ve içecek dolu plastik tepsileri dağıttığı madeni bir arabayı iterek koridorda yavaş yavaş ilerliyordu. Şimdi bizim sıraya gelmişti: Beyaz plastik tepsileri uzattı, ben de bir tanesini solumdaki çocuğa uzattım. Çocuk, tepsiyi önündeki portatif masaya koyabilmem için oyun konsolunu iki eliyle sessizce kaldırdı. Sağımdaki komşum ve ben de, hostes tepsiyle birlikte gelen plastik bardaklara çay doldurabilsin diye tepsilerimizin kapaklarını kaldırdık. Komşum bana soru sormaya başladı, soru sormayı kendine hatırlatmayı öğrenmişti sanki; çoğu kimsenin hiç öğrenmediği bu dersi ona kimin öğrettiğini merak ettim. Londra’da oturduğumu, son üç yıldır çocuklarımla yalnız yaşadığımı, daha önce de yedi yıl boyunca babalarıyla birlikte yaşadığımız şehir dışındaki evimden kısa süre önce taşındığımı söyledim. Burası, bir başka deyişle, aile evimizdi; orada bir süre daha kalmış, gerçek mi yoksa yanılsama mı olduğunu artık tam tamına söyleyemediğim bir şeyin mezarı haline gelmesini seyretmiştim. Çayımızı içerek ve çayla birlikte verdikleri, keke benzer yumuşak bisküvileri yiyerek bir süre sessiz kaldık. Pencerelerin ardında mor bir yarı karanlık vardı. Motorlar hiç ara vermeden gürüldüyordu. Uçağın içine de baş üstü lambalarından gelen ışık demetlerinin kestiği bir karanlık çökmüştü. Komşumun yüzünü tam yanındaki koltuktan bakarak incelemek zordu ama ışıklarla parçalanan karanlıkta bu yüz yükseltiler ve çöküntülerle kaplı bir toprak parçasına dönüşmüştü. Bu toprak parçasının tam ortasından da burnunun olağanüstü görünümlü kancası yükseliyor, her iki yana derin gölge çukurları düşürerek gözlerini görmeme engel oluyordu. Dudakları ince, ağzı geniş ve biraz aralıktı; burnu ile üst dudağı arasındaki kısım uzun ve etliydi, öyle ki güldüğünde bile dişleri görünmüyordu. Sorduğu soruya karşılık olarak, evliliğimin sona ermesinin sebeplerini göstermenin imkânsız olduğunu söyledim: Evlilik, başka şeylerin yanında, bir inanç sistemidir, bir öyküdür de, ve kendini son derece gerçek şeylerde göstermesine rağmen, yürümesini sağlayan şey eninde sonunda gizemlidir. Sonunda gerçek olan şuydu: artık var olmayan şeylerin coğrafi mekânı haline gelmiş ve zannımca, bunların bir gün geri gelebileceği umudunu temsil eden evin kaybı. Evden ayrılmak, bir anlamda, beklemekten vazgeçtiğimizi, artık her zamanki numarada, her zamanki adreste bulunmadığımızı ilan etmek demekti. Komşuma, küçük oğlumun, buluşulacak noktaya geldiği sırada siz yoksanız oradan hemen ayrılmak gibi çok rahatsız edici bir alışkanlığı olduğunu anlattım. Beklemek yerine sizi aramaya koyulur ve kaybolup sinirlenir. Sonradan, seni bulamadım diye bağırır, her seferinde incinmiş bir şekilde. Ama bir şey bulabilme umudunun dayandığı şey, tam bulunduğunuz yerde, kararlaştırılan yerde durmaktır. Bu da yalnızca ne kadar dayanabildiğinize bağlıdır. “İlk evliliğim,” diye cevap verdi komşum, bir süre sessiz kaldıktan sonra, “bana çoğu zaman çok aptalca bir nedenle sona ermiş gibi gelir. Çocukluğumda, tarlalardan dönen saman yüklü arabaları seyrederdim. O kadar tıka basa yüklü olurlardı ki devrilivermemeleri mucize gibi gelirdi. Bir aşağı, bir yukarı sarsılıp durur, insanın yüreğini ağzına getirircesine sağa sola sallanırlardı, fakat hayret verici bir şekilde, devrilmezlerdi de. Ama bir gün, yana devrilmiş bir araba gördüm, samanlar her tarafa dağılmış, insanlar oradan oraya koşuşuyor, bağırıyor. Ne olduğunu sordum, adam bana yolda bir tümseğe çarptıklarını söyledi. Bunu hep hatırlarım,” dedi, “ne kadar kaçınılmaz ama ne kadar da saçma olduğunu. Eski karımla ben de aynı şeyi yaşadık” dedi. “Yolda bir tümseğe rastladık ve devriliverdik.” Şimdi anlıyordu ki, evlilikleri mutlu bir beraberlikti, hayatındaki en uyumlu ilişkiydi. Karısıyla daha ilkgençliklerinde tanışıp nişanlanmışlardı; aralarındaki her şeyin yıkıldığı tartışmaya kadar da hiç tartışmamışlardı. İki çocukları olmuş ve hayli servet edinmişlerdi: Atina’nın dışında kocaman bir evleri, Londra’da bir daireleri, Cenevre’de bir yerleri vardı; atları vardı, kayak tatilleri yapıyorlardı ve on iki metrelik yatları Ege sularında demir atmış vaziyetteydi. Her ikisi de, bu büyüme ilkesinin katlanma üzerine kurulduğunu; hayatın büyüme demek olduğunu ve siz sınırlamak istedikçe, daha da genişleme ihtiyacı içinde, onu hapsettiğiniz sınırları yıkıp geçeceğini düşünecek kadar gençti. Tartışmadan sonra, evini temelli terk etmek istemeyen komşum demirli duran yatında yaşamaya başlamıştı. Mevsim yazdı ve yat çok lükstü; yüzebiliyor, balık tutabiliyor ve misafir ağırlayabiliyordu. Birkaç hafta tam tamına bir yanılsama durumunda yaşamıştı. Ama bu, aslında bir uyuşma duygusuydu; tıpkı bir yaralanmadan sonra, acı yoğun ağrıkesici sisini delerek acımasızca kendine bir yol bulmadan önce hissedilen uyuşma gibi. Fırtına çıkmış, yat soğuk ve rahatsız bir hale gelmişti. Karısının babası onu görüşmeye çağırmış, karısıyla ortak olan varlıkları üzerindeki haklarından feragat etmesini istemiş, komşum da kabul etmişti. Bonkör olmayı göze alabileceğini, aynı şeyleri tekrar kazanacağını düşünüyordu. Otuz altı yaşındaydı ve katlanarak büyüme gücünü, sınırlarını patlatıp aşmak için coşan hayatı hâlâ içinde hissediyordu. Her şeye yeniden sahip olabilirdi, aradaki fark, bu sefer daha önce sahip olduklarına karşı istek duyacak olmasıydı. “Ancak keşfettim ki,” dedi, etli üst dudağına dokunarak, “bunu yapmak göründüğünden daha zormuş.” Tabii düşündüğü gibi olmamıştı. Yoldaki tümsek yalnız evliliğini bozmamış, tamamen farklı bir yola sapmasına da yol açmıştı. Bu, uzun, hedefi olmayan, orada ne aradığını bilmediği ve bazen bugün bile üzerinde yolculuk ettiği hissine kapıldığı dolambaçlı bir yoldu. Tıpkı tüm giysinin sökülmesine neden olan kaçan bir ilmek gibi, olaylar zincirini geriye doğru ilk hataya kadar tamir etmek zordu. Ancak, bu olaylar, yetişkin olarak geçirdiği hayatın büyük bir kısmını oluşturuyordu. İlk evliliğinin bitmesinden bu yana neredeyse otuz yıl geçmişti ve o hayat ne kadar geride kaldıysa, onun için o kadar gerçeklik kazanmıştı. Ya da tam olarak gerçeklik de değil, dedi – o zamandan beri olanlar da yeterince gerçekti. Kafasında aradığı sözcük “sahici” idi: İlk evliliği, o zamandan beri hiçbir şeyin olmadığı kadar sahiciydi. Yaşlandıkça, onun için gitgide daha fazla, bir tür yuvayı, dönmek için özlem duyduğu bir yeri temsil eder olmuştu. Yine de, o günleri dürüstçe hatırlayınca, hele hele ilk karısıyla konuşunca –bugünlerde pek olmuyordu ya– o eski sınırlanma duygusu geri geliyordu. Buna karşın, o zamanlar hayatı hemen hemen bilinçsizce yaşadığı, hayatın içinde kaybolduğu, içindeki olaylara inandığınız ve tamamen içindeki kişiler aracılığıyla ve o kişilerle beraber yaşadığınız bir kitaba gömülür gibi hayatın içine gömüldüğü izlenimini taşıyordu şimdi. Bir daha hiçbir zaman hayatın içine gömülememişti, hiçbir zaman o zamanki kadar inanamamıştı. Belki de, eski hayatına özlem duymasının sebebi buydu – inancını kaybetmesi. Ne olduysa olmuştu, karısıyla kendisi serpilip gelişen şeyler inşa etmişler, kendilerinin ve sahip olduklarının toplamını büyütmüşlerdi; hayat onlara istekle karşılık vermiş, cömertçe davranmıştı ve –artık anlıyordu ki– ona her şeyi bozma güvenini veren de işte buydu. Şimdi ona olağandışı bir umursamazlık gibi görünen bir tavırla her şeyi bozmuştu, çünkü daha fazlasının geleceğini düşünmüştü. Daha fazlası gelecek olan neydi? diye sordum. “Daha fazla hayat” dedi, ellerini bir şeyi alıp kabul etme anlamına gelecek bir şekilde açarak. “Ve daha fazla sevgi, şefkat” diye ekledi bir süre sonra. “Daha fazla sevgi ve şefkat istiyordum.” Annesiyle babasının fotoğrafını tekrar cüzdanına yerleştirdi. Artık pencerelerde simsiyah bir karanlık vardı. Uçağın içinde insanlar okuyor, uyuyor, konuşuyorlardı. Uzun, bol bir şort giymiş bir adam koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor, omzuna dayadığı bebeği pışpışlıyordu. Uçak, yerinde duruyormuş gibi, neredeyse hareketsizdi; içerisiyle dışarısı arasında o kadar az yüzey, o kadar az sürtünme vardı ki ileri doğru hareket halinde olduğumuza inanmak zordu. İçerideki elektrik ışığı, dışarıdaki mutlak karanlıkla beraber, insanların son derece kanlı canlı ve gerçek; ayrıntılarının da o derecede doğrudan, kişilerüstü ve sonsuz görünmesine yol açıyordu. Kucağında bebek olan adamın her geçişinde, şortundaki kırışıklardan oluşan ağı, sert kızılımsı tüylerle kaplı çilli kollarını, tişörtünün yukarı doğru sıyrıldığı yerden görünen, tümsek yapmış karnının solgun derisini ve omzuna dayadığı bebeğin yumuşak, buruşuk ayaklarını, minik kambur sırtını ve kıvırcık ilk saçlarının bulunduğu yumuşak başını görüyordum. Komşum tekrar bana doğru dönüp, beni Atina’ya götüren işin ne olduğunu sordu. İkinci kez, sorunun bilinçli bir çabayla sorulduğunu hissettim; sanki, avucunun içinden kurtulan şeyleri yakalamak üzere kendini eğitmiş gibiydi. Oğullarımın bebekliklerini hatırladım: Ellerindeki şeyleri mama sandalyesinden aşağı bilerek atar, yere düşmesini seyrederlerdi. Bu hareket onlar için ne kadar eğlenceliyse, sonuçları da o kadar ürkütücüydü. Yere düşmüş olan şeyin –yarısı yenmiş bir krik-krak ya da bir lastik top– ardından bakar, geri dönmediği için giderek daha fazla tedirgin olurlardı. Sonunda ağlamaya başlar ve çoğu zaman, yere düşen nesnenin bu yolla geri geldiğini keşfederlerdi. Bu olaylar dizisine gösterdikleri tepkinin aynı şeyi tekrar etmek olması beni hep şaşırtırdı: Nesne ellerine geçer geçmez tekrar yere atar, eğilip düşmesini seyrederlerdi. Sevinçleri hiç azalmazdı, üzüntüleri de öyle. Üzülmenin gereksiz olduğunu bir noktada fark etmelerini ve artık üzülmemelerini bekliyordum ama hiç öyle olmadı. Çektikleri acıyı hatırlamalarının, yapmayı seçtikleri şey üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu: Tam tersine, onları aynı şeyi tekrarlamaya zorluyordu, çünkü çektikleri acı o nesnenin geri gelmesini ve tekrar geri gelmesi için bir kez daha atma zevkini sağlayan büyüydü. Nesneyi ilk kez yere attıklarında geri vermeyi reddetseydim herhalde çok farklı bir şey öğreneceklerdi, ama bunun ne olacağından emin değildim. Komşuma yazar olduğumu ve bir yaz okulunda ders vermek üzere birkaç günlüğüne Atina’ya gitmekte olduğumu söyledim. Vereceğim ders “Yazma”ydı: Birçok değişik yazar verecekti bu dersi ve birden fazla yazma yöntemi olduğuna göre, herhalde öğrencilere birbirine zıt öğütler verecektik. Öğrencilerin çoğunun Yunan olduğunu söylemişlerdi, ama dersin amaçları açısından İngilizce yazmaları talep ediliyordu. Başkaları bu fikri kuşkuyla karşılamışlardı ama ben ne sakıncası olduğunu anlayamamıştım. Hangi dilde isterlerse yazabilirlerdi: Benim için fark etmezdi. Bazen, dedim, geçişlerde verilen kayıp, basitliği yakalayarak kazanca dönüşür. Öğretmenliğin yalnızca ekmeğimi kazanmanın bir yolu olduğunu söyleyerek devam ettim. Ama Atina’da görüşebileceğim birkaç arkadaşım da vardı. Komşum, ya mesleğime saygı ya da bu konuda tam bir bilgisizlik ifade edebilecek bir hareketle başını eğerek, yazar ha, dedi. Yanına ilk oturduğumda fark etmiştim, iyice hırpalanmış bir Wilbur Smith kitabı okuyordu: Dediğine göre bu kitap, okuma zevkini tam olarak temsil etmiyordu. Ama kurmaca eserler söz konusu olduğunda pek seçici olmadığı da doğruydu. İlgi konusu, bilgi veren kitaplardı, olgular ve bunların yorumlanması. Ama bu alandaki tercihlerinin incelikli olmadığının söylenemeyeceğinden emindi. Düzyazı üslubunun güzelinden anlıyordu; örneğin en çok sevdiği yazarlardan biri John Julius Norwich’ti. Ama iş kurmacaya geldiğinde, eğitimsiz olduğunu itiraf ediyordu. Wilbur Smith’i bulunduğu yerden, önündeki koltuğun arkasındaki cepten çıkardı ve ayaklarının dibindeki evrak çantasına attı ki göz önünde durmasın. Sanki, benim değil demek istiyor gibiydi, ya da belki de kitabı gördüğümü unutacağımı düşünüyordu. Aslına bakılırsa, edebiyatla bir züppelik türü olarak, hatta bir kendini tanımlama biçimi olarak bile ilgilenmiyordum artık – bir kitabın bir başkasından daha iyi olduğunu kanıtlama isteği duymuyordum: Aslında, hayran kaldığım bir şey okuduğumda, ondan söz etmekten gitgide daha az hoşlandığımı fark etmiştim. Kişisel olarak doğru bulduğum şeyler, giderek, başkalarını ikna süreci ile bağlantısız olmaya başlamıştı. Artık hiç kimseyi hiçbir şeye ikna etmek istemiyordum. Derken, “İkinci karım,” dedi komşum, “hayatında tek bir kitap okumamıştı.” “Tam anlamıyla cahildi,” diye devam etti, “en temel tarih, coğrafya konularında bile cahildi ve başkalarının yanında, hiç utanç duymadan son derece mahcup edici şeyler söylerdi.” Tam tersine, insanlar onun hiç bilgi sahibi olmadığı şeyler hakkında konuşunca kızarmış: Örneğin, Venezüellalı bir arkadaşları ziyaretlerine geldiğinde, böyle bir ülkenin var olduğunu kabul etmemişti çünkü ülkenin adını hiç duymamıştı. İkinci karısı İngiliz’di ve o kadar muhteşem bir güzelliği vardı ki, içinde de bir incelik taşıdığına inanmamak çok zordu; ama doğasında bazı sürprizler gizli olmakla birlikte, bunlar pek de hoş şeyler değildi. Komşum karısının ailesini de sık sık evlerine davet edermiş. Sanki annesini babasını inceleyerek kızlarının gizemini çözebilecekmiş. Aile evlerinin hâlâ durduğu adaya gelir ve her seferinde haftalarca kalırlarmış. Bu kadar sıkıcı, bu kadar özelliksiz kişilere hiç rastlamamış komşum daha önce: Onları uyarmak için ne kadar canını dişine taksa da bir çift koltuk kadar tepkisiz kalıyorlarmış. Sonunda, insan koltuğuna nasıl düşkün olursa, öyle düşkün oluvermişti onlara; özellikle de babaya, çünkü sonsuz suskunluğu o kadar aşırıymış ki komşum giderek adamın psikolojik bir bozukluktan mustarip olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hayatın bu derece yaraladığı bir insanı görmek onu duygulandırmıştı. Gençliğinde olsa, büyük bir olasılıkla, sessizliği üzerinde kafa yormak bir yana, adamı fark etmezmiş bile; ama bu şekilde, kayınpederinin acısının farkına vararak, kendi acısının da farkına varmaya başlamış. Önemsiz gibi görünüyordu ama bu farkına varış sayesinde, tüm hayatının kendi ekseni etrafında döndüğünü hissetmişti: Görüş açısında bir devrim olmuş ve kendi bireyciliğinin tarihi, gözlerinin önünde ruhsal bir yolculuk olarak canlanmıştı. Bir dağcı nasıl arkasına dönüp de dağdan aşağı bakar, artık tırmanışın içine gömülü olmadan, katettiği yolu nasıl gözden geçirirse, o şekilde arkasına dönüp bakmıştı. Uzun bir süre önce –üstünden o kadar zaman geçmişti ki yazarın adını bile unutmuştu– kendisinden çok daha ünlü bir yazarın yazdığı bir öyküyü çevirmeye çalışan bir adamın öyküsünde geçen bazı satırlar okumuştu. Komşumun bugün bile hatırladığını söylediği bu satırlarda, çevirmen, bir cümlenin iyi ya da kötü olarak doğmadığını, tümcenin niteliğini belirlemenin en incesinden bazı uyarlamalar yapmaya bağlı olduğunu, bunun ise, abartı ve zorlamanın ölümcül olduğu, sezgiye bağlı bir süreç olduğunu söylüyordu. Bu satırlar yazma sanatıyla ilgiliydi ama komşum, orta yaşlarının başında etrafına şöyle bir baktığında, aynı zamanda yaşama sanatıyla da ilgili olduğunu görmüştü. Nereye baksa, yaşadıkları deneyimlerin aşırılığının mahvettiği söylenebilecek insanlar görüyordu ve yeni kayınvalidesiyle kayınpederi de buna birer örnekti. Her halükârda çok açık bir şey vardı, bu da kızlarının, komşumu olduğundan çok daha varlıklı bir adam sanmış olma…..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇerçeve
- Sayfa Sayısı152
- YazarRachel Cusk
- ISBN9789750836930
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçek Aşkın Laneti ~ Stephanie Garber
Gerçek Aşkın Laneti
Stephanie Garber
Hayal kur, umut et ve sihre inanmaktan hiç vazgeçme, tıpkı Evangeline gibi… New York Times’ın çok satan yazarı Stephanie Garber’dan Caraval serisinin sihirli evreninde...
- Büyük Umutlar ~ Charles Dickens
Büyük Umutlar
Charles Dickens
Fakir bir çocuk olan Pip küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, ablasıyla birlikte yaşamaktadır. Bir gün mezarlıkta kaçak bir mahkûmla karşılaşır ve ablasının mutfağından...
- Nehir Kıyısı Kadınları ~ Heinrich Böll
Nehir Kıyısı Kadınları
Heinrich Böll
Rüşvet alıyorlar, füzeler yağdırıyorlar, ölüme tapıyorlar – bunların hiçbiri yeni değil. Yeni olan şu: Kendilerini suçlu hissetmiyorlar.Nobel Ödüllü yazar Heinrich Böll’ün son romanı okuru...