
Bir ressam, kariyerinin geç döneminde dünyayı baş aşağı gösterdiği resimler yapmaya başlar. Bu, karısıyla ilişkisinde yeni bir dönemin başlangıcı olur.
Bir kadın sokakta bir yabancının saldırısına uğrar ve kadınlığına dair gömülü kalmış bir bilgi gün yüzüne çıkar.
Bir kadın heykeltıraşın eserlerinin sergilendiği müzede bir adam intihar eder. Aynı akşam bir grup arkadaş intiharı ve heykeltıraşın yaşamını konuşurlar.
Bir anne ölür ve çocuklarına özgürlüğe benzeyen bir duyguyu miras bırakır.
Rachel Cusk son romanı Resmigeçit’te, hepsi aynı adı taşıyan birkaç farklı sanatçının sanat yaşamları ve aile ilişkileri üzerinden yaratıcılık, kimlik, kadınlık, annelik, beden ve ölüm gibi temaları kendisinden alıştığımız bir radikallikle irdeliyor. Zaman zaman bir felsefe metnini, zaman zaman uzun bir düzyazı şiiri andıran Resmigeçit edebiyatın ulaşabileceği uçları gösteren sarsıcı, görkemli bir roman.
“Cusk’ın şimdiye dek yazdığı en müzikal yapıt… Cusk’ın yapıtlarında hep olduğu gibi, labirentten çıkış yolunu benzersiz bir ses gösteriyor.”
Ange Mlinko, London Review of Books
“Resmigeçit eskimiş deneysel usulleri taklit etmiyor. Bunun yerine Cusk bir kez daha sahiden yeni bir şey yazmış.”
Maddie Crum, Vulture
“Resmigeçit, Cusk’ın roman türünün geleceğine giden yolunda yeni bir adım.”
Jana Siciliano, Bookreporter
*
Dublör
Ressam G kariyerinin belli bir noktasında, bir ihtimal tarihteki zamanına ve zeminine anlam vermenin başka yolunu bulamadığından, baş aşağı resimler yapmaya başladı. Tablolar ilk bakışta yanlışlıkla ters asılmış gibi görünüyordu ama sonra sağ alt köşeyi süsleyen imza yeni bir gerçekliğin gelişini muştuluyordu açıkça. Karısı bu gelişmeyle G’nin farkında olmaksızın kadınlık durumuna dair rahatsız edici bir şeyi ifade ettiğine inanıyor, bunun kocasının başarılı kariyerinde ters bir etkiye yol açıp açmayacağını merak ediyordu, ancak baş aşağı tablolar öncekilerden bile büyük bir coşkuyla karşılandı ve G, ne yaparsa yapsın insanların ona sunmaya teşne göründüğü yeni bir ödül ve nişan yağmuruna tutuldu.
Şehirden biraz uzakta, ormanlık bir bölgede yaşıyorlardı çünkü dünya onu ne kadar takdir etse de G dünyaya kızgındı, incinmişti ve dünyayı affetmeyi kendine yediremiyordu. İlk eserleri hunharca eleştirilmişti ve insanlar şoke edebilme gücünün yeteneğinin en safi kanıtı olduğunu söyleyip onu teskin etse de G bu saldırıları atlatamamıştı. G’deki kuvvet onu zehirleme ve yok etme çabalarına karşı koyma kuvveti değil, bunları özümseme, zehri yutup zehrin eliyle değişme kuvvetiydi, öyle ki hayatta kalması sadece bir metanet hikâyesi değil, nihayetinde dünyayı ona yaşattıkları için kendini cezalandırmaya zorlayan yavaş bir çarmıha gerilme hikâyesiydi. G sanatsal çıkmazından, temsilin anekdotvari doğasıyla soyutlamanın kopukluğu arasında sıkıştığını hissettiği noktadan ormanlar sayesinde bir çıkış yolu bulmuştu. Bölgenin yerlisi ormancıların faaliyetlerini izleyerek bir hayli zaman geçirmiş, bir ağacın devrilişini gördüğü her seferinde bu dikeylik sorunu öne sürmüştü kendini. Başta adamları ve ağaçları, ağaç gövdeleriyle adamların gövdelerinin birbiri yerine geçebildiği bir tür müşterek varoluş halinde resmetmişti. Sonra insan bedenlerinin de devrilebildiğini, kendi köklerinden koparılabildiğini, benzer şekilde yan döndürülüp dilim dilim kesilebildiğini görmüştü. Tersine çevirme fikri, bu şiddeti bir çözüme kavuşturmanın ve bütünlük ilkesini yeniden tesis etmenin yolu olarak gelmişti aklına nihayet, böylece dünya baş aşağı olsa da sağlam bir bütündü yine ve bu şekilde gerçekliğin kısıtlamalarından azadeydi.
G’nin karısı baş aşağı resimleri ilk gördüğünde beyninden vurulmuşa döndü. Her şeyin doğru göründüğü ama bir yandan temelinden yanlış olduğu hissini çok iyi biliyordu: Kendi durumuydu bu, cinsiyetinin durumuydu. Resimler onu mutsuz ediyordu ya da daha doğrusu, oldum olası içindeymiş gibi duran bir mutsuzluğun varlığını teslim etmeye sürüklüyorlardı onu. G kadının bilhassa sevdiği bir resim yapmıştı, gün ışığında incecik huş ağaçları; bu baş aşağı ağaçların kaçık sakinliği ve masumiyeti delilik olasılığını bir sığınak gibi sunuyordu sanki. Kocası onun içindeki, deliliği böyle bir ayartıya dönüştüren bu adsız ve kadınca mutsuzluğu nereden anlamıştı ki? Tanıdıkları diğer sanatçıların aksine G istismarla suçlanamazdı: Kör eril kibirden mustarip olmadığı gibi, bakışının kamuoyunda gördüğü kıymetin meşrulaştırabileceği bir serbestiden de faydalanmamıştı hiçbir zaman. Onunla tanışmadan önce çok sık mastürbasyon yaptığını söylemişti. Bu marjinal perspektifi kendine mi mal ediyordu yoksa? Öyleyse eğer, geçici süreyle de olsa, erkekliğini yere bırakmış olması gerekirdi. Marjinal olana yan yan yaklaşmıştı, dolambaçlı bir istikametmiş gibi, marjinalin haklarından mahrum bırakılmışlığına, dilsiz ve parçalanmış kimliğine ortak olmuştu ama tek bir farkla: O, marjinal olana bir ses vermeyi başarmıştı.
İlk resimler yaşadıkları bölgenin tanınmış simalarının ve kendi tanıdık çevrelerinin büyük ebatlı portreleriydi, tarzları akışkan ve biraz da naif. Basit ve formellerdi, G tam dünyayı baş aşağı çevirdiği anda kendi dürüstlüğüne dair bir beyanda bulunuyor gibiydi. Bu insanlar niçin baş aşağıydı? Sorulabilecek tek soru buydu, öte yandan cevap çok bariz görünüyordu, çoluk çocuğa sorsanız bilirdi sanki, bu yüzden resimler bakan kişinin halihazırda haiz olduğu bir bilgiyi aydınlığa kavuşturmayı başarıyordu. G sonra doğanın en parlak çağında göründüğü, maruz kaldığı insan şiddetinden sonra kendini iyileştirme gücünü, art arda söken şafaklarda tuttuğu ve onu yeniden aydınlığa kavuşturan nöbetleri anlatır gibi göründüğü büyük, karmaşık manzaralar resmetmeye başladı. Doğa sözsüz, ahlaki bir bereketin tadını çıkarıyordu bu tablolarda, geçirdiği bütüncül tersine çevrilmenin masumuydu, hiçbir şeyden haberi yoktu ve resmin temsil değerini temsil eder gibi göründüğü şeyden bütünüyle koparmayı başaran da bu masumiyet ya da cehaletti aslında.
G gerçekten ters çevrilmiş bir dünyayı mı resmediyordu, yoksa işi bitince resimleri baş aşağı çevirip öyle mi imzalıyordu sorusu sessiz bir merak konusuydu. İlk senaryo teknik açıdan müthiş bir zorluk teşkil ediyordu; ikincisiyse teknikten ziyade hemencecik geçiştirilebilecek absürt bir şaka gibiydi. Ne var ki bu konuda alenen sorgulanmadı hiç, soru G’nin eserlerindeki bu radikal gelişmeyi konu alan pek çok eleştiri yazısında değinilmeden kaldı. Zaman zaman insanlar G’nin karısıyla yalnız kaldıklarında soruyorlardı bu soruyu sadece, kadının yanındayken nihayet aptallıklarını belli etmeyi göze alabilecek kadar emniyettelermiş gibi. Böyle anlarda kadın zayıflıkların emanet edildiği kişi rolünün hakkını vermiş gibi hissediyordu kendini. İçerlemiyordu, çünkü insan bu şekilde çok daha fazla şey öğrenebiliyordu; öte yandan, hakikati çevreleyen bunca büyük bir kafa karışıklığının, üstünde konuşulmadan anlaşılmış bir suskunluğun altında gizli kalabilmesi, sadece sanatla sınırlı olmayan bir şeyin özeti gibiydi onun için. Tahminince her asil şey önünde sonunda böyle berbat ediliyordu. G de onun bu fikrine gönülden katılırdı muhtemelen, hatta G’nin kendi isteğiyle tekniğinden alenen bahsetmeye, tersine çevrilmiş resimler yapmanın ancak fotoğraf kullanımıyla çözülebilen zorluklarını açıklamaya başladığını fark etmişti. Daha sonra G fotoğraf mecrasından vazgeçti ve resimleri daha da büyüyüp daha da rüyamsı ve soyut bir nitelik kazandı. Bir insanın esasında ne olduğu sorusu hiç bu kadar cevaplanamaz görünmemişti o vakte dek. Yatağında yalnız başına büzülmüş bir adamı ve pis örtülerin okyanusvari boşluğunu resmediyordu sık sık, azap içindeki minik adam resmin üst kısmında bir yerde oluyordu.
G kadınların sanatçı olamayacağına inanıyordu. G’nin karısının bildiği kadarıyla pek çok insan bu görüşteydi zaten ama ne yazık ki bunu yüksek sesle söyleyen kişi kendi kocasıydı. Onu bu kanaate itenin kendi yorulmak bilmez sadakati, yanından hiç ayrılmayışı olup olmadığını merak ediyordu. G onsuz yine sanatçı olabilirdi ama tam anlamıyla erkek olamazdı. Evi ve çocukları olmazdı, yaratırken etrafından kopmak için gerekli şartları sağlayamazdı ya da o kopukluk onu çabucak mahvederdi. Dolayısıyla kadın, G’nin aslında şunu söylediğini düşünüyordu: Eğer ki erkekler sanatçı olacaksa kadınlar sanatçı olamazdı. Bir seferinde hemcinsi bir roman yazarının ziyareti dolayısıyla kocasının stüdyosundaydı; roman yazarı da baş aşağı resimler karşısında G’nin karısı gibi yıldırım çarpmışa dönmüştü. Ben de baş aşağı yazmak istiyorum o zaman, diye haykırmıştı kadın, bir duygu seline kapılıp. G kadının böyle bir şey söylemesini abes bulmuştu şüphesiz ama G’nin karısı içten içe tatmin olmuştu, çünkü kocasının böyle zekice ışık tuttuğu, ahlaki gücün tamamen tersine çevrilmesi haricinde öteki gerçekliğe her açıdan benzeyen bu gerçekliğin, tüm bildikleri arasında kendi cinsiyetinin trajedisine ve gizemine en çok yaklaşan şey olduğunu kendisi de hissediyordu. Roman yazarının tonunda –bir ihtimal adaletsizlikten kaynaklı– ağlamaklı bir ton vardı, kendisine ait bir şeye el konduğunu fark etmişti sanki. Kadınları, kadınların anlatabilir göründüğünden daha iyi anlatan ilk erkek G değildi.
Hanımefendi gitmemizi istemişti, birdenbire evi kendisine istemişti. Bu isteğin tatminini geciktirmek de söz konusu olamazdı; gidecek başka hiçbir yerimiz olmamasına rağmen derhal gitmemiz gerekiyordu. Bir seneden uzun zamandır orada oturuyorduk: Bu yabancı şehre taşınınca evin duvarları sığınağımız olmuştu. Orada, camları açıp kendimiz görülmeden sokağa bakabildiğimiz o en üst katta güvende hissediyorduk. Biz gittikten sonra hanımefendi ara ara durup dururken arardı bizi, hal hatır sorardı. Sesinin rahat ve dostane çıkmasına dikkat ederdi ama araması bile suçluluk duygusunu ele verirdi.
O evde süslü, altın yaldızlı bir ayna vardı, o kadar büyüktü ki bakan kişiyi imgenin merkezi gibi değil, daha büyük bir sahnenin parçası gibi gösterirdi. Bu aynaya bakmak başka şeylerle orantılı olarak görülmek demekti. Aynayı kaybetmek, bir pusulayı, yön bulma noktasını kaybetmek gibiydi. Bu kadar derin bir yer yön hissi vermesi şaşırtıcıydı gerçekten. Bazen küçük bir değişim büyük bir yapının çökmesine sebep olabilir, hanımefendinin eviyle olan da buydu işte. O evden çıktıktan sonra, kazıdığımızda köklerini genellikle orada bulduğumuz birtakım şeyler oldu. Hanımefendinin kendi evinde uzun süre kalmadığı söylendi bize daha sonra. Ev, kadını bir şekilde hayal kırıklığına uğratmış, o da önceden oturduğu yere taşınmıştı yeniden, ev boş duruyordu şimdi. Belki de eski hayatının, onu başka bir yerde kurduğu yeni hayatından çıkaracak bir imgesini biçmişti o eve. Ama ev, oraya tekrar gittiğinde, eski hayatı barındırmıyordu. Eski hayat halihazırda yaşadığı yeni hayata dönüşmüştü çoktan.
Haftalar boyunca bir orada bir burada kaldık, valizlerimizi hiç açmadan. Ne şehrin yerlisiydik, ne ülkenin ne de dilinin: Hanımefendinin dairesi bir tekne gibiydi, şimdiyse açık denize atmışlardı bizi. Ev, kadının sahip olduğu şeylerle doluydu ve kendi seçmeyeceğim türden eşyaların arasında yaşamak bana büyük bir güvenlik hissi veriyordu. Yalnızca kendi zevk ve tercihlerimden özgürleşmek değildi beni rahatlatan, bir başkasının duyarlıklarına gömülmek de iyi geliyordu. Başka bir insanın yarattığı bir dünyada yaşamayı niçin bunca hoş bulduğumu kendime sorma gereği duymadım. Ama aynı teslimiyet sonraki evlerde beni giderek daha çok rahatsız etti. Uzunca bir süre küçük, boş bir dairede kaldık, yukarı katta kalan kişi bütün gece hızlı adımlarla, durmadan volta atıyordu, bu görünmeyen yabancının huzursuzluğuna kapılıyordum, onun huzursuzluğu –önceki sene boyunca bastırdığım– kendi huzursuzluğumun uyanışı gibi geliyordu. Evdeki tek ayna banyo lavabosunun üstündeki dikdörtgendi ve ana kapıya bir dizi ağır çelik kilit takılmıştı, bireysellik kavramı birden daha bir sınırlanmış ve tehdit altına girmişti sanki.
Yakınlardaki bir parkta kocaman bir kiraz ağacı büyüyordu. Devasa dalları öyle yaşlı ve ağırdı ki ağacın dört bir yanında yere bırakmışlardı kendilerini. Vaktinden önce gelen baharın apansız ışığında ağaç çiçeğe durmuş, muazzam bir dalga kırılmışçasına etrafa köpük köpük beyaz çiçekler saçmıştı. Çiçekler ağacın gövdesinin etrafını gelin çardağı gibi sarıyor, meltemlerde salınıp dalgalanıyordu. Öyle geniş bir alanı kaplıyordu ki bir tür sığınağa benziyordu, dev ve boğum boğum gövdenin etrafına gerilmiş bir çadır gibiydi. Eski evimizi düşünüyordum sık sık, kendi isteğimizle geride bıraktığımız kendi evimizi.
Bir geçici evden ötekine taşınıyorduk durmadan. Bir seferinde kazanı bozuk bir yerde kaldık birkaç gece, montlarımızı üstümüzden çıkaramadık. Yağmur, dondurucu kar, kendini gökten üstümüze fırlatıyor, kış misilleme yapıyordu adeta. Parktaki o kadar erken çiçek açan kiraz ağacını düşünüyordum. Sokaklarda insanlar kapı önlerinde, köprü altlarında ve geçitlerde, kimi zaman da kaldırımlara diktikleri çadırlarda uyuyorlardı birbirlerine sokulup.
Yanlarından, öznelliğe yönelik bu sitemlerin yanından bariz bir kayıtsızlıkla geçiyordu herkes. Biz yabancılarsa, kendi inşa ettiğimiz bir arafta, bu sitemleri farklı algılıyorduk belki. Memleketimizde de insanlar kapı önlerinde uyurdu: Onları unutmamız daha uzun zaman aldı burada. Bahar temelli geri gelene, ağaçlar yeniden yeşile bürünene ve sokaklar bir kez daha hareketlenene dek oradan oraya taşındık. Kızgın ve taze gün ışığında şehirde yürürken, köksüzlüğümüzün verdiği özgürlük ara ara hissedilebilir oluyordu artık. Nihayet bir yer bulmuştuk, birkaç haftaya kendi evimize taşınacaktık. Ufukta kara görününce gerçek hislerimiz –ki deneyimlerin ağırlığını taşıyorlardı şimdi– daha çok çıktı ortaya. Bir tür bahar, tazelik –masumiyet, belki de yalnızca cehalet– elimizden alınmıştı.
Burada, bu şehirde bir hayat hayal etmiş, sonra hayali gerçekleştirmek için didinmiştik, bu süreçte hayal gücünün rolü bir hayli muğlak görünmüştü, gerçekliğin kendisiyle ilişkimize dair bilmediğimiz bir şeyi ifşa etmişti sanki. Bir şeyin ötekine bağlanamadığı, planlarımızın icrasında bir tutarsızlık yahut mantıksızlığın kendini belli ettiği dönemlerde, hayal gücünün bu öteki ölüm-yüzü gözlerimizin önünde parlayıp sönüveriyordu bir anlığına. Bir sabah, insanların kaldırımlardaki masalara oturup kahve içtiği sessiz sakin, güneşli bir sokakta saldırıya uğradım, tanımadığım biri büyük bir kuvvetle kafama vurdu. Saldırganım ya delilik ya da bağımlılık sebebiyle akli dengesini kaybetmiş bir kadındı ve cinsiyeti, hem sonradan olayı başkalarına anlatırken hem de benim verdiğim tepki açısından zorluklar çıkardı. Kadının yaklaştığını fark etmemiş, kendimi darbeye hazırlamamıştım, bu yüzden ne olduğuna dair hiçbir fikrim olmaksızın yolun ortasında ellerim ve dizlerim kan içinde kalakaldım. Kalabalık toplandı hemen: İnsanlar masalarından kalkıp bağırıp çağırmaya, el kol işaretleri yapmaya başladı. Bu hengâmede kadın yürüyüp uzaklaştı. Olayı görenler onu işaret ediyordu: Bir köşebaşında durup arkasına dönmüştü, eserine bakmak için geri çekilen bir sanatçı gibi. Sonra yumruğunu sallayıp gözden kayboldu. Bunu izleyen süreçte, öldürülmüşüm ama hayatta kalmışım gibi bir his geldi ve bu yaşarken ölü olma halini çoğu bir şekilde biyolojik kadınlığımın sonucunda vuku bulan başka olay ve deneyimlerle bağdaştırabildiğimi fark ettim. Artık görüyordum ki o kadınlık deneyimleri, süregiden hayat hikâyesinde hiçbir rol oynayamayasınlar diye bunları soğurma ve hapsetme görevi gören alternatif, ikinci bir benliğe mal ediliyorlardı genellikle. Tehlikeye maruz kalışı kimliğinin yapıtaşlarından sayılan kurgusal bir karakterin imalatındaki gerçek riskleri, bir tür dublör gibi, bu alternatif benlik alıyordu. Kendine ait bir ismi ve kimliği olmasa da, karakterin imkânlarını da yapaylığını da dublör yaratıyordu. Ne var ki sokakta başıma gelen olayın şiddeti ve beklenmedikliği dublörümü gafil avlamıştı. Evimize taşındıktan sonra bile olanları ne unutabildim ne de atlatabildim, içimdeki katıksız keder bu olayın can alıcı darbeyi vurduğu daha büyük çaplı bir yenilginin farkına varmamdan kaynaklanıyordu sanki. Hem hafızama ait olan hem de hafızamın dışında duran darbeyi sindiremiyordum: Boğazıma oturmuştu adeta, yutmak da imkânsızdı tükürmek de. O birkaç saniye, kapana kısılmış ve çıkış bulamayan bir şey gibi, gözlerimin önünde tekrar tekrar oynuyordu ve saldırganımın kim olduğu, bana niçin saldırdığı, bende ne görüp neyi kırmak istediği soruları yavaş yavaş temsilin şiddete yenilgisini deneyimlediğim bilgisine bıraktı yerini. Hanımefendi ertesi gün aradığında olup bitenleri anlatmaktan sapıkça bir zevk aldım. Ne kadar korkunç! diye ciyakladı. Konuşmayı her zamankinden çabuk bitirdiği dikkatimi çekti. Bir daha aramazdı herhalde.
G karısını klasiğe yakın bir tarzda, nü resmetmeye karar verdi. Ama resimler kaotik ve karanlıktı: Resimleri tersine çevirmek G’yi öznellikten özgürleştirmek yerine, içindeki bir nahoşluğu, karısını hem nesneleştiren hem de silip görünmez hale getiren billurlaşmış bir nefreti ifşa ediyormuş gibi görünüyordu olsa olsa. Karısı görülemezdi, en azından G tarafından: Sözleşmelerindeki, evlilik akitlerindeki vahşi bir şey birden patlayıvermiş ve algı düzlemini tuzla buz etmişti. Baş aşağı resimlerin şiddet kusması alışılmadık bir durum değildi ama o şiddet G’nin zaten içinde olduğunu bildiği bir şiddetti: Bu şiddeti miras almıştı, ona cevap verebiliyordu, zaman zaman kurbanı oluyordu ama ona dönüşmek istemiyordu. G ve karısı G’nin ova benzeri kırsal bölgedeki bir huzurevinde, küçük, boğucu bir odada yaşayan babasını ziyarete gittiler. Huzurevi G ile karısının gitmek isteyebileceği hiçbir yere yakın ve hiçbir yerin yolu üstünde olmadığından onu ziyarete gitmek için sebep bulmak zordu. Öte yandan vaktiyle adamın G’nin üzerindeki tahakkümü öyle güçlüydü ki bu tahakkümü kaderden ayırt etmek güçtü. Arada G’yle babasının konuşmadığı uzun yıllar olmuştu, G’nin babası bu yabancılaşma yüzünden tamamen oğlunu suçlamakla birlikte durumdan gayet memnun görünüyordu. Kendinde hiçbir suç bulmayışı G’ye başka hemen her şeyden daha fazla eziyet ediyordu. Ölümün yaklaşmasıyla ve hakikate tuttuğu ışıkla günahlarından arınan insanlara dair hikâyeler vardı. G babasının asla ölemeyeceğine, çünkü asla bu şekilde arınamayacağına inanıyordu. Derken babası günün birinde G’yi ova benzeri kırsal bölgedeki boğucu odasına çağırmış ve o zaman o da ölebilirmiş gibi görünmüştü. G gitmeye korkuyordu içten içe. Babasının onu öldürebileceğine, vaktiyle yarattığı gibi şimdi de yok edebileceğine inanıyordu. Sonra G’nin karısı G’ye eşlik edebileceğini söylemişti. G bel bağlamayı aklından hiç geçirmediği bu evlilik bağı güvencesi karşısında şaşırmıştı. Artık bu ziyaretlerde ona karısı eşlik ediyordu daima.
Baba küçük yuvarlak çimenliğe, garaj girişine ve binanın ön tarafındaki düz arazide kıvrıla kıvrıla ilerleyen yola bakan pencerede kırmızı suratıyla dikiliyordu. Yuvarlak çimenliğin tam ortasında çıplak bir salkımsöğüt vardı. Baba geldiklerini görünce, kış güneşinin camına sert köşeli geometrik şekiller çizdiği pencerenin önünden çekildi. Biraz önce hiddetli kırmızı yüzü şekillerin arkasına hapsolmuş gibi görünüyordu ama şimdi gitmişti. Boş cam parladı. Daha sonra, ziyaretleri boyunca, baba dışarı bakmak için pencereye döndü pek çok kez. Bu hareketi, alanını koruma içgüdüsüne benzediği gibi belleğinin zorlantısı gibiydi de aynı zamanda, belleğin yükünü taşıyıp pencereye sunmaya zorlanıyordu sanki.
Oda ikinci kattaydı. Kalın bej halı kimyasal bir koku yayıyordu. İleri yaşın hafif ekşi kokusu da vardı havada. Pencereden bakıldığında gün rüzgârsız ve durgundu, hareketsiz sahnenin merkezindeki çıplak salkımsöğüt şimdi yukarıdan bakınca kendi üstünden dökülen yaprakların ortasında duruyordu. Sert kış ışığı dolduruyordu sıcak odayı. Baba pencereye dönük yumuşak deri koltukta oturuyordu. Köşede televizyon takımı vardı ama koltuk oraya dönük değildi. Baba televizyon izlemezdi. Koltuğun yanında cilalı ahşaptan bir yan sehpa, üstünde de katlı bir gazete duruyordu. Babanın büzüşmüş vücudu fitilli kadifeden kemerli pantolonun içine soktuğu gri bir gömlekle örtünmüştü. Kıyafetler üstünden sarkıyordu ama eti hâlâ sıkı sayılırdı. Yüzünde hiç değişmeyen bir şaşkınlık ifadesi vardı. Geçmişinde G’nin yalnızca bir kısmını bildiği birtakım kötülüklere karışmıştı ve G’ye karşı da G’nin hafızasında canlılığını hiç kaybetmeyen, izi silinmeyen bir dünya söz söylemişti. Söyledikleri değişmiyor ya da uçup gitmiyordu; değişen, zamanın yavaş yavaş tükettiği babasıydı. G’nin babasını kendisine söylediği şeyler için affetmeye yönelik artan eğilimi, onu yaptığı şeyler için affetmeye de yönelikti aynı zamanda; oysa birincisi kişisel belleğin, ikincisi kamusal kayıtların mıntıkasındaydı. Ne var ki G bunları birbirinden ayırmayı başaramamıştı ve birlikte içini öyle bir karanlıkla dolduruyorlardı ki bunları söküp çıkarmak ve daha fazla incelemeden uzaklara savurmak istiyordu.
G’nin karısı odanın öbür ucunda usulca dolanıyor, küçük mutfakta kahve yapıyordu. Orası daha karanlıktı, vücudu pencereden ulaşan ışığın çapraz dilimlerinde tuhaf bir şekilde parlıyordu. Kış güneşi alçalmıştı ve dokunduğu yeri taşa döndüren beyaz huzmeler dolapların ve duvarların üzerine öyle bir seriliyordu ki kadın durduğu yerde bir zebra gibi çizgilerle bezeniyordu. Nü tablolarda G’yi kuşatan mesafe burada, bu baskıcı, boğucu odada da mevcuttu. Karısının bunca eksik ve biçimsiz özgürlüğü adamın üzerinde sakatlayıcı bir etki bırakıyordu. Yalnızca birkaç adım ötesindeydi. Ne kadını kullanabiliyordu ne de ondan kurtulabiliyordu, onun yüzünden kendisi tamamen özgür olamıyordu. Sakatlayıcı olan şey kadının adamla arasındaki gelişmemiş eşitlikti. Adamın saf arzu nesnesi değildi ama güç açısından ölçüşebileceği bir rakip ya da dengi de değildi. Eşlikçisi, refakatçisiydi: Kadın kendini orada konumlandırıyordu, yalnızca birkaç adım ötede, zayıflığın, ihtiyacın, yalın gündelik ihtiyaçların bölgesinde. Öte yandan kendi içinde arzulanabilirdi; baba, mesela, kadının bedeninin karanlığın ve ışığın okşayan şeritlerinde devinişini parlak gözlerle izliyordu. Neden kendi gücünden bir şekilde layıkıyla faydalanmıyordu bu kadın? G onu görmeye çalıştığında, üzerindeki kendi etkisini görüyordu, kendisini görüyordu başka bir deyişle. Ona bakan başka bir adam tamamen farklı bir şey görürdü, katlanamadığı şeyin bu olduğunu fark etmişti. Kadının onun elinden görme gücünü alması ama diğer herkes tarafından görülmeye devam edebilmesi katlanılmaz bir şeydi. Adam ona baktığında bir hayvan olarak kendi cinsel başarısızlığını görüyordu; toplumun, bizzat medeniyetin, kendi bedenlerinin
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıResmigeçit
- Sayfa Sayısı120
- YazarRachel Cusk
- ISBN9789750864971
- Boyutlar, Kapak22 x 27,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dalgalar Hep Aşk Getirse ~ Tawna Fenske
Dalgalar Hep Aşk Getirse
Tawna Fenske
Deniz fobisi olmasına rağmen Juli’nin Virgin Adaları’na yolculuk yapması gereklidir. Dayısının vasiyetini gerçekleştirmek için oraya gidip, küllerini St. John’a savuracaktır. Kendine bir tekne gezisi...
- Özel Koruma ~ Katherine Center
Özel Koruma
Katherine Center
New York Times çok satan yazarı Katherine Center’dan size kendinizi iyi hissettirecek, sıcak yaz mevsiminin vazgeçilmezi olacak harika bir romantik komedi! Adamın arkasını kolladı....
- Tırpanlı Adam ~ Terry Pratchett
Tırpanlı Adam
Terry Pratchett
“HASAT, TIRPANLI ADAMIN ONU ÖNEMSEMESİNDEN BAŞKA, NE UMUT EDEBİLİR?” Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan 41 kitaplık “DiskDünya” serisi, çok ama...