Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Doğu Ekspresinde Cinayet
Doğu Ekspresinde Cinayet

Doğu Ekspresinde Cinayet

Agatha Christie

Gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden Doğu Ekspresi artık yoluna devam edemeyecek durumdadır. Yılın bu zamanlarında lüks tren tamamen doludur. Ertesi sabah yapılan…

Gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden Doğu Ekspresi artık yoluna devam edemeyecek durumdadır. Yılın bu zamanlarında lüks tren tamamen doludur. Ertesi sabah yapılan kontroller sonucu tüm yolcuların sağsalim trende olduğu anlaşılır. Ancak defalarca bıçaklanarak öldürülen Amerikalı yolcunun kompartımanının kapısı içeriden kilitlidir.

Sonunda trende yolculuk etmekte olan Hercule Poirot cinayeti incelemeye başlar. Ancak kimi yolcular cinayetin izlerini yok edebilmek için yaşlı dedektifin dikkatini dağıtmaya çalışırlar. Poirot, kehanet sayılabilecek bir saptamayla cinayeti bir değil iki şekilde çözümlemeyi başarır.

POIROT’NUN ELİNDE ŞU İPUÇLARI VARDI:

Kırmızı bir kimono
Bir kondüktör üniforması
Kanlı bir hançer
Bir ıvır zıvır torbası
Tehdit mektupları
Yanık bir kâğıt parçası
Madeni bir düğme
Pipo temizleyicisi
On iki bıçak yarası
Bir mendil

POIROT’NUN ŞU SORULARI YANITLAMASI GEREKİYORDU:

Ratchett aslında kimdi?
Kurban, katilini tanıyor muydu?
Kırmızı kimonolu kadın nereye gitmişti?
Bayan Hubbard’ın kompartımanına giren kimdi?
Poirot’nun kapısına ne çarpmıştı?
Tehdit mektuplarını yazan kimdi?
Mary’nin derdi neydi?
Esrarlı kondüktör nereye gizlenmişti?
Poirot’nun Konya İstasyonu’nda duyduğu konuşma ne anlama ge­liyordu?
Kısa boylu, esmer, kadınsı sesli adam kimdi?

Toros Ekspresinde Önemli Bir Yolcu

Suriye’de bir kış sabahıydı. Saat beşe gelmişti. Toros Ekspresi, Halep İstasyonu’nda, peronda bekliyordu.

Yataklı vagonun basamaklarının önünde üniformalı genç bir Fransız subayı durmuş, kulaklarına kadar sıkıca örtünmüş ufak tefek bir adamla konuşuyordu. Adamın, kızarmış burnu ve pos bı­yıklarının yukarı doğru kıvrılan sivri uçlarından başka hiçbir tarafı görünmüyordu.

Dondurucu bir ayaz vardı. Bu tanınmış yabancıyı yolcu etme işinin öyle imrenilecek bir yanı olmasa da Teğmen Dubosc, görevini gereği gibi yerine getirmeye çalışıyordu. Dudaklarından nazik Fran­sızca sözcükler dökülmekteydi. Olayın içyüzünü bilmiyordu aslında. Emrinde bulunduğu generalin öfkesi gün geçtikçe artmış, sonra bu Belçikalı yabancı kalkıp gelmişti. Hem de ta İngiltere’den. Oldukça gergin geçen bir haftadan sonra garip bazı şeyler olmuştu. Tanınmış biri intihar etmiş, bir diğeri birdenbire işten ayrılmıştı. Yüzlerdeki o endişeli ifadeler kaybolmuş, alınan bazı önlemlerden vazgeçilmişti. Dubosc’un emrinde olduğu general de adeta birdenbire on yaş gençleşivermişti.

Dubosc, generalle yabancının yaptıkları konuşmanın birazını duymuştu. General heyecanla, “Bizi kurtardınız mon cher,” demişti.

Konuşurken gür. beyaz bıyığı titriyordu. “Fransız Ordusu’nun şere­fini kurtardınız. Kan dökülmesine engel oldunuz! Çağrıma uyduğu­nuz için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Kalkıp buralara kadar gelme…”

Bu sözlere, adı Hercule Poirot olan yabancı uygun bir şekilde cevap vermiş ve o arada şunu da eklemişti: “Bir keresinde hayatımı kurtardığınızı unuttuğumu sanmıyorsunuz ya?”

Sonra Fransa, Belçika, şeref ve ün gibi şeylerden söz ederek kucaklaşmışlardı.

Teğmen Dubosc, olayın içyüzünü hâlâ bilmiyordu. Ama Mösyö Poirot’yu Toros Ekspresine bindirme görevi kendisine verilmişti. 0 da bunu, geleceği parlak genç bir subaya yakışacak bir heyecan ve şevkle yerine getiriyordu.

Teğmen Dubosc, “Bugün pazar,” dedi. “Yarın, yani pazartesi akşamı İstanbul’da olacaksınız.”

Bu sözleri ilk kez söylemiyordu. Ama bir tren kalkmadan önce, istasyonda yapılan konuşmalarda hep aynı şeyler tekrarlanırdı. Mösyö Poirot, “Orası öyle,” diye cevap verdi.

“Orada birkaç gün kalmak niyetindesiniz sanırım.”

“Evet. İstanbul’u hiç görmedim. Orayı gezip görmeden geçiver­mek yazık olur.” Geçişin hızını anlatmak için parmaklarını şaklattı. “Önemli bir işim yok. Orada turist gibi birkaç gün geçireceğim.” Teğmen Dubosc, “Ayasofya çok güzeldir,” dedi. Aslında İstanbul’u görmemişti ya, o da başka.

Soğuk bir rüzgâr ıslık çalarak peronda dolaştı. Beşe beş vardı. Yani sadece beş dakika kalmıştı!

Adamın saatine baktığını fark ettiğini sanıp yine telaşla konuşmaya başladı. “Bu mevsimde pek az yolcu oluyor.” Arkaların yataklı vagonun pencerelerine bakıyordu.

Mösyö Poirot aynı fikirde olduğunu açıkladı. Gerçekten öyle.

“Toroslarda kar fırtınasına tutulmayacağınızı umarım”

“Böyle şeyler oluyor mu?”
“Evet. Ama bu yıl henüz olmadı.”
Mösyö Poirot, “Yine de olmayacağını umarım o halde,” dedi. “Avrupa’dan gelen hava raporları kötü.”
“Çok kötü. Balkanlara müthiş kar yağmış.”
“Duyduğuma göre Almanya’da da öyleymiş.”

Yine bir sessizlik olmak üzereyken Teğmen Dubosc telaşla, “Neyse,” dedi. “Yarın akşam yediyi kırk geçe İstanbul’da olacaksı­nız.”

Mösyö Poirot, “Evet,” diye mırıldandı. Sonra da çabucak sözle­rine devam etti. “Ayasofya… duyduğuma göre harikaymış.”
“Evet, öyleymiş…”

Arkalarındaki yataklı vagon kompartımanlarından birinin perdesi açıldı ve genç bir kadın dışarı baktı.

Mary Debenham perşembe günü Bağdat’tan ayrıldığından beri pek az uyumuştu. Ne Kerkük’e giderken trende, ne de Musul’daki dinlenme evinde doğru dürüst uyuyabilmişti. Trende geçirdiği bir gece de öyle. Şimdi, fazla ısıtılmış olan kompartımanın boğucu sıca­ğında boş boş uzanmaktan sıkılarak kalkıp dışarı bakmıştı.

Burası Halep olmalı. Ama görülecek bir şey yok. Sadece uzun, iyi aydınlatılmış bir peron, diye düşündü. Penceresinin hemen dibin­de iki adam Fransızca konuşuyorlardı. Bunlardan biri Fransız subayı, diğeriyse pos bıyıklı, ufak tefek bir adamdı. Mary Debenham hafifçe gülümsedi. Şimdiye kadar böyle sıkı sıkıya sarınıp bürünmüş birini görmemişti. Herhalde dışarısı çok soğuktu. Treni de bu yüzden fazla ısıtıyorlardı. Pencereyi aşağıya indirmeye çalıştı ama beceremedi.

Yataklı vagon kondüktörü iki adama yaklaştı. Tren kalkmak üzereydi. Mösyönün kompartımanına gitmesi doğru olacaktı. Ufak tefek adam şapkasını çıkardı. Mary Debenham, başı da tıpkı yumur­ta gibi, diye düşündü. Kafası karışık olmasına rağmen yine de daya namayarak güldü. Komik görüşlü, ufak tefek bir adam. Kimsenin ciddiye almayacağı bir tip…

Teğmen Dubosc son sözlerini söylüyordu. Bunları önceden hazırlamış ve son ana saklamıştı. Çok güzel, parlak, kısa bir söy­levdi bu.

Mösyö Poirot altta kalmamak için ona aynı şekilde cevap verdi

Yataklı vagon kondüktörü, “Trene binin lütfen,” dedi.

Poirot isteksiz bir tavırla basamaklardan çıktı. Kondüktör de onun peşinden geldi. Poirot elini salladı. Teğmen Dubosc selam verdi. Tren sarsılarak hareket etti.

Hercule Poirot, “Nihayet…” diye mırıldandı.

Ayazın ne kadar keskin olduğunu hisseden Teğmen Dubosc, “Ooooff…” dedi.

“İşte mösyö.” Kondüktör abartılı bir tavırla Poirot’ya kompar­tımanın güzelliğini ve bavullarının ne kadar düzenle yerleştirilmiş olduğunu işaret etti. “Mösyönün küçük valizini şuraya koydum” Elini anlamlı bir tavırla uzatmıştı.

Hercule Poirot bu ele katlanmış bir banknot sıkıştırdı.

“Teşekkür ederim mösyö.” Kondüktör ciddi bir tavırla, “Mös­yönün biletleri bende. Şimdi pasaportunuzu da rica edeceğim. Anla­dığıma göre, mösyö yolculuğuna İstanbul’da ara verecekmiş,” dedi.

Poirot doğruladı. Sonra da, “Trende fazla yolcu yok sanırım, dedi.

“Yok mösyö. Sadece iki yolcum daha var. İkisi de İngiliz Bin Hindistan’dan bir albay, diğeri ise Bağdat’tan genç bir İngiliz leydısı Mösyönün bir şeye ihtiyacı var mı?”

Mösyö küçük bir şişe maden suyu istedi.

Trene binmek için sabahın beşi pek uygun olmayan bir saatti. Şafağa daha iki saat vardı. Gece doğru dürüst uyuyamamış olan ve hassas bir işi başarıyla hallettiğine sevinen Poirot, bir köşeye büzülerek uykuya daldı.

Uyandığı zaman dokuz buçuk olmuştu. Sıcak bir kahve içmek için vagon restoranına gitti.

İçerde bir tek yolcu vardı o sırada. Kondüktörün sözünü ettiği genç İngiliz leydisinin o olduğu hemen anlaşıyordu. Uzun boylu. ince ve esmerdi. Yirmi altısında vardı. Ağır ve rahat hareketlerle kahvaltı edişinden, çok sık yolculuk ettiği ve birçok yer görmüş olduğu belliydi. Üzerine trenin sıcağına uygun, koyu renkli bir yol elbisesi giymişti.

Başka bir işi olmayan Hercule Poirot belli etmeden kızı incele­yerek oyalanmaya çalıştı.

Nereye giderse gitsin rahatlıkla kendini koruyabilecek bir kız, diye düşündü. Sakin ve becerikli. Kızın ciddi yüz hatları ve beyaz teni hoşuna gitmişti. Dalgalı, parlak siyah saçları ve soğuk bakışlı gri gözleri de.

Yine de seksi olamayacak kadar ciddi ve işini bilen bir kız, diye karar verdi.

Az sonra vagon restorana biri daha girdi. Kırk beş, elli yaşların­da, uzun boylu, yanık tenli, ince bir adamdı. Şakakları kırlaşmıştı.

Poirot kendi kendine, Hindistan’dan gelen albay, dedi.

Yeni gelen, hafifçe eğilerek kızı selamladı. “Günaydın Miss Debenham.”

“Günaydın Albay Arbuthnot

Albay, kızın karşısındaki iskemleye elini koydu. “Bir sakıncası yok ya?” diye sordu.

“Ne münasebet. Buyrun, oturun.”

“Bildiğiniz gibi herkes kahvaltıda gevezelik etmekten pek hoş­lanmaz.”

“Tabii ya. Ama ben kimseyi ısırmam ”

Albay oturdu. Garsonu çağırarak, yumurta ve kahve söyledi. Gözleri bir an Hercule Poirot’ya kaydı. Sonra başını kayıtsızca başka yana çevirdi.

Albayın kafasından geçenleri kolaylıkla okuyan Poirot, adamın kendi kendine, Tanrı’nın cezası bir yabancı, diye düşündüğünü an­ladı.

İki İngiliz, geleneksel alışkanlıklarına uygun bir şekilde fazla konuşmayıp birkaç kelimeyle yetindiler. Sonra kız kalkarak kendi kompartımanına gitti.

Öğle yemeğinde iki İngiliz yine aynı masada oturdular ve üçüncü yolcuyu da yine görmezlikten geldiler. Konuşmaları kahvaltıdakinden daha canlıydı. Albay Arbuthnot bir ara kıza, “Doğrudan İngiltere’ye mi gideceksiniz?” diye sordu. “Yoksa İstanbul’da mı kalacaksınız?”

“Doğru İngiltere’ye gideceğim.”

“Buna çok sevindim. Çünkü ben de hiçbir yere uğramayacağım.” Beceriksiz bir tavırla eğilip kızı selamladı. Yüzü biraz kızarmıştı.

Hercule Poirot alaylı, bizimkinin zayıf bir yanı var, diye düşün­dü. Trende deniz yolculuğu kadar tehlikeli.

Miss Debenham sakin tavırla yol arkadaşlığının güzel bir şey olacağını söyledi. Karşısındakine fazla cesaret verirmiş gibi bir hali yoktu.

Hercule Poirot, Albay Arbuthnot’ın, kızı kompartımanına kadar götürdüğünü fark etti. Daha sonra nefis manzaralı Toroslardan geç­tiler. İki İngiliz koridorda yan yana durmuş Gülek Boğazı’na doğru bakarken, kız birdenbire derin derin içini çekti. Onların yakınında duran Poirot, Mary Debenham’m mırıldandığı sözleri duydu.

“Çok güzel… Keşke… keşke…”
“Evet?”
“Keşke bütün bunların zevkini çıkarabilseydim.”

Arbuthnot cevap vermedi. Köşeli çenesi daha ciddi ve sert bir ifadeye bürünmüş gibiydi. “Keşke siz bu işe hiç karışmamış olsaydınız.” dedi.

“Susun… Rica ederim, susun.”

“Ne zararı var!” Albay biraz da öfkeyle Poirot’ya doğru baktı. Sonra sözlerine devam etti. “Ama sizin mürebbiyelik yapmanız fikri hiç hoşuma gitmiyor. Dediğim dedik annelerin ve iç sıkıcı yumur­cakların emirlerine boyun eğmek zorunda kalacaksınız”

Kız güldü. Sesi hafifçe titriyordu. “Ah, böyle düşünmemelisi­niz. Herkes tarafından ezilen mürebbiye hikâyesinin doğru olmadığı artık ortada. Emin olun, asıl anneler ve babalar benden çekiniyorlar”

Başka bir şey söylemediler. Belki de Arbuthnot o şekilde heye­canla konuştuğu için utanmıştı.

Poirot kendi kendine, seyircisi olduğum şey, acayip bir komedi­ye benziyor, dedi.

Bu düşüncesini daha sonra hatırlayacaktı.

O gece on bir buçukta tren Konya’ya ulaştı. İki İngiliz yolcu, trenden inerek karlı peronda bir aşağı bir yukan dolaştılar.

Poirot ise kalabalık istasyondaki faaliyeti camın arkasından sey­retmekle yetindi. Ama on dakika kadar sonra biraz hava almasının hiç de fena olmayacağına karar verdi. Dikkatle hazırlandı. Üst üste giyindi, atkılara sarındı, cilalı ayakkabılarının üzerine şosonlarını geçirdi. Sonra da çekine çekine perona indi ve yürümeye başladı. Lokomotofin yanından geçerek ilerledi.

Bir kamyonun gölgesinde duran belli belirsiz iki gölgenin kim olduğunu ona işittiği sesleri açıkladı. Arbuthnot konuşuyordu.

‘Mary… Sen…”

Kız onun sözünü kesti. “Şimdi olmaz. Şimdi olmaz. Her şey bitsin, öyle. O olaylar geride kalsın… o zaman…”

Poirot incelik ederek hemen döndü. Bunun Miss Debenham ın soğuk ve sakin sesi olduğuna inanamazdım, dedi kendi kendine. Çok tuhaf…

Ertesi gün, iki İngiliz’in kavga edip etmediklerini düşündü. Çünkü birbirleriyle çok az konuştular. Poirot’ya kızın yüzünde endişeli bir ifade varmış gibi geldi. Gözlerinin altında mor gölgeler belirmişti.”

Tren Öğleden sonra iki buçuğa doğru birdenbire durdu. Pen- çenelerden başlar uzandı. Demiryolunun yanına küçük bir grup toplanmıştı. Vagon restoranın altında bir şeye bakıyor ve elleriyle işaret ediyorlardı.

Poirot pencereden sarkarak telaşla oradan geçmekte olan yatak­lı vagon kondüktörüyle konuştu. Sonra geri çekildi. Tam dönerken az kalsın tam arkasında durmuş Mary Debenham’la çarpışıyordu.

Kız Fransızca, “Ne olmuş?” diye sordu. Soluk soluğaydı. “Ne­den durduk?”

“Önemli bir şey yok matmazel. Vagon restoranın altında bir şey tutuşmuş. Ama Önemli değil. Yangını söndürmüşler. Şimdi de onarıyorlar. Emin olun hiçbir tehlike yok.”

Kız eliyle hızlı bir hareket yaptı. Sanki tehlike fikri önemsiz birşeydi ve bunu bir kenara itiyordu. “Evet evet, anlıyorum. Ama zaman!”

“Zaman?”
“Bizi geciktirecek.”

Poirot, “Evet, olabilir,” diyerek başını salladı. “Ama gecik­memiz çok kötü olur! Tren gara altı elli beşte girecek. Karşı tarafa geçmek ve saat dokuzda kalkacak olan Doğu Ekspresine yetişmek zorundayım. Bir iki saatlik bir gecikme olursa treni kaçırırız.”

Poirot, “Bu mümkün,” diye itiraf etti. Merakla kıza bakıyordu. Mary Debenham pencerenin altındaki çubuğu sıkıca tutmuştu. Hem eli hem de dudakları titriyordu. Poirot, “Bu sizin için çok mu önemli, matmazel?” diye sordu.

“Evet, çok önemli. O trene yetişmem gerek.” Kız döndü ve koridorda ilerleyerek Albay Arbuthnot’ın yanına gitti.

Ama boş yere endişelenmişti. Tren on dakika sonra tekrar hare­ket etti ve Haydarpaşa’ya da sadece beş dakika geç vardı.

Deniz dalgalıydı. Karşıya geçerken bu durum Poirot’nun hiç hoşuna gitmedi. Vapurda yol arkadaşlarından ayrıldı ve onları bir daha görmedi.

Galata Köprüsü’nden bir taksiye binerek doğru Tokatlıyan Oteli’ne gitti.

Tokatlıyan Oteli

Hercul Poirot, Tokatlıyan’da banyolu bir oda istedi. Sonra da kendisine mektup gelip gelmediğini sordu. Onu üç mektup ve bir telgraf bekliyordu. Telgrafı görünce kaşlarını hafifçe kaldırdı. Beklenmedik bir şeydi bu. Telgrafı her zamanki o sakin tavırlarıyla, dikkatle açtı.

“Kassner olayında önceden tahmin ettikleriniz bek­lenmedik bir anda oldu. Lütfen hemen dönün.”

Poirot öfkeyle, “İşte iç sıkıcı bir durum,” diye homurdandı. Sonra başını kaldırarak duvardaki saate baktı. Resepsiyondaki görevliye, “Bu gece yoluma devam etmek zorundayım,” dedi. “Doğu Ekspresi kaçta kalkıyor?”

“Saat dokuzda mösyö.”
“Bana bir yataklı bulabilir misiniz?”
“Tabii mösyö. Yılın bu mevsiminde güçlük çıkmaz. Trenler he­men hemen boştur. Birinci mevki mi istiyorsunuz? Yoksa ikinci mi?” “Birinci.”
“Peki efendim. Nereye kadar gideceksiniz?”
“Londra’ya.”
“Peki efendim. Size İstanbul-Calais vagonunda bir yataklı ayırtacağım.”
Poirot tekrar saatte baktı. Sekize on vardı. “Yemek yiyecek vaktim var mı?”
“Tabii, var efendim.”

Ufak tefek Belçikalı başını salladı. Holden geçerek yemek sa­lonuna girdi.

Garsona istediği yemekleri söylerken biri omzuna dokundu. Arkasından bir ses, “Ah, dostum,” dedi. “İşte beklenmedik bir zevk bu.”

Konuşan, saçları fırça gibi dimdik, kısa boylu, şişman, yaşlıca bir adamdı. Memnun bir tavırla gülümsüyordu.

Poirot ayağa fırladı. “Mösyö Bouc!”

“Mösyö Poirot!”

Mösyö Bouc da Belçikalıydı; Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi’nin müdürlerindendi. Bir de Hercule Poirot’yla yıllardan beri dosttu.

Mösyö Bouc, “Evinizden çok uzaktasınız dostum,” dedi.

“Suriye’de ufak bir sorunla ilgilendim.”
“Ah… Ve şimdi de evinize dönüyorsunuz. Ne zaman gidiyorsu­nuz?”
“Bu gece.”
“Harika! Ben de öyle. Daha doğrusu ben Lozan’a kadar gide­ceğim. Orada işim var. Herhalde Doğu Ekspresine bineceksiniz?”
“Evet. Bana bir yataklı bulmalarını istedim. Burada birkaç gün kalmak niyetindeydim. Ama bir telgraf aldım. Önemli bir iş için Ingiltere’ye dönmek zorundayım.”

Mösyö Bouc, “Ah,” diyerek içini çekti. “İşler… İşler… Tabii siz artık dünyanın en tanınmış dedektiflerinden birisiniz dostum.

“Belki birkaç başarılı çalışmam oldu…” Poirot alçakgönüllü biriymiş gibi bir tavır takınmaya çalıştıysa da başaramadı.

Mösyö Bouc güldü. “Daha sonra görüşürüz.”

Hercule Poirot bıyığının çorbasına girmemesi için bütün dik­katini bu işe vererek içmeye başladı. Bu zor sorun da halledildikten sonra diğer yemeği beklerken etrafına bakındı. Yemek salonunda an­cak beş, altı kişi vardı. Bunlardan yalnızca ikisi Hercule Poirot’nun ilgisini çekti.

Yakında bir masada oturuyorlardı. Genç olanı otuz yaşlarında, sevimli bir adamdı. Amerikalı olduğu hemen anlaşılıyordu. Ama ufak tefek dedektifin dikkatini asıl çeken o değil, yanındakiydi.

Altmış beş, yetmiş yaşlarında bir adamdı. Biraz uzaktan iyi bir adam gibi görünüyordu. Çıplak başı, çıkık alnı ve bembeyaz takma dişlerini ortaya koyan gülümsemesi… Bütün bunlar onun insanları seven, merhametli biri olduğunu belirtir gibiydi. Yalnız gözler, bu izlenimi yalanlıyordu. Küçük, çukura kaçmış ve hilekâr bakışlıydı bu gözler. Genç arkadaşına bir şey söylerken bakışları ileri doğru kaydı ve Poirot’ya takıldı. Bir an için gözlerinde acayip bir kin belir­di. Bakışlarında anormal bir ısrar vardı şimdi.

Sonra ayağa kalktı. “Hesabı öde Hector,” dedi. Sesi biraz kısıktı. Bu seste acayip, yumuşak, tehlikeli bir vurgu vardı.

Poirot salona, arkadaşının yanına gittiği sırada bu iki adam da otelden ayrılıyorlardı. Genç adam bavulların aşağıya indirilmesiyle ilgileniyordu. Sonra da cam kapıyı açarak, “Her şey tamam Bay Ratchett,” dedi.

Yaşlı adam bir şeyler homurdanarak dışarı çıktı.

Poirot, “Bu ikisi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Mösyö Bouc, “Onlar Amerikalı,” dedi.

“Amerikalı oldukları belli. Ben kişilikleri hakkında ne düşün­düğünüzü soruyordum.”
“Genç adam uysal ve hoş birine benziyor.”
“Ya öteki?”
“Size açık söyleyeyim dostum, o hiç hoşuma gitmedi. Üzerimde kötü bir izlenim bıraktı. Ya sizin?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıDoğu Ekspresinde Cinayet
  • Sayfa Sayısı170
  • YazarAgatha Christie
  • ÇevirmenGönül Suveren
  • ISBN9789754050943
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviAltın Kitaplar / 1994-1

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Işıklar Sönünce ~ Agatha ChristieIşıklar Sönünce

    Işıklar Sönünce

    Agatha Christie

    Bu, John Seagrave'in mutsuz yaşamının, kötü biten aşkının, düşlerinin ve ölümünün hikayesidir. Düşlerinde ve ölümünde ilk ikisinde elde edemediklerini bulduysa, yaşamı başarılı sayılır. Bunu kim bilebilir?

  2. Cesetler Merdiveni ~ Agatha ChristieCesetler Merdiveni

    Cesetler Merdiveni

    Agatha Christie

    Bayan Bantry, rüya görüyordu.Itırşahileri, çiçek sergisinin de birincisi olmuştu.Beyaz keten cüppeli rahip kilisede ödül veriyordu.Rahibin karısı,sırtında mayosuyla yanlarından geçti.Ama rüya bu ya...Topluluk buna hiç aldırmıyordu.Kadın gerçekte de böyle yapsaydı kimbilir nasıl davranırdı?

  3. Üç Perdelik Cinayet ~ Agatha ChristieÜç Perdelik Cinayet

    Üç Perdelik Cinayet

    Agatha Christie

    Ünlü bir tiyatro oyuncusunun evindeki akşam yemeğine on üç konuk davetlidir. Ne var ki konuklar arasında bulunan yumuşak huylu rahip Stephen Babbington şanssız bir...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Neon Yağmurları ~ James Lee BurkeNeon Yağmurları

    Neon Yağmurları

    James Lee Burke

    Kadın ortak bir veranda ve çalı dolu bir bahçeyle birbirine bağlanan eski tuğla evlerden birinde oturuyordu. Arkamda ayak sesleri duydum, dönüp bir şey hakkında...

  2. Cemile ~ Cengiz AytmatovCemile

    Cemile

    Cengiz Aytmatov

    Aytmatov, ikinci dünya savaşı yıllarında geçen bu hikayede, Cemile adlı evli genç bir kadının yaşadığı aşkı, kayınbiraderinin dilinden anlatır. Cemile kocası Sadık?la yeni evlenmiş,...

  3. Babam Nasıl Fenomen Oldu? ~ Ben DavisBabam Nasıl Fenomen Oldu?

    Babam Nasıl Fenomen Oldu?

    Ben Davis

    Babam kazara internet fenomeni olunca! Ödüllü İngiliz yazar Ben Davis’in kaleminden çıkan Babam Nasıl Fenomen Oldu?, yıkık dökük ailesini yeniden bir araya getirmek ve eski mutlu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur