
AHLAK ANLAYIŞIMIZA CÜRETKÂR BİR MEYDAN OKUMA.
…Ne yaptımsa bilerek yaptım. Yaptıklarımla da hep yaşayabildim. Nasıl mı? Modern insanlığın kolay ve yaygın nimeti şizofreni sayesinde.
Amerika’da doğan ama her nasılsa Nazi Almanya’sının önde gelen propagandacılarından birine dönüşen Howard W. Campbell, Jr.’ın gerçek kimliği tam bir muamma: O bir Amerikan casusu. Ya da öyle olduğunu söylüyor ama ona inanan birileri çıkacak mı? Campbell gerçekten suçlu mu?
Mezbaha Beş’te şöyle bir görünüp kaybolan Campbell bu kez Gece Ana’da kalemi eline alıyor ve bir savaş suçlusu olarak tutulduğu İsrail’deki bir hapishanede anılarını yazarken ahlaki ikilemler ve kimlik çatışmalarıyla boğuşuyor.
“Karanlık (kitabın adından da anlaşılacağı üzere) ve ahlaki açıdan baş döndürücü… son derece Faust’vari.”
The New York Times
Giriş
Vermek istediği dersin ne olduğunu bildiğim tek hikâyem bu. Ahım şahım bir ders olduğunu düşündüğümden değil, ne olduğunu biliyorum sadece: Hepimiz neymiş gibi yapıyorsak oyuzdur, o halde neymiş gibi yaptığımıza dikkat etmemiz gerekir.
Nazilerin maskaralıklarıyla birebir tecrübem oldu diyemem. 30’lu yıllarda memleketim Indianapolis’te, doğma büyüme Amerikalılardan çıkma alçak ve işgüzar faşistler türemişti; hatırlıyorum, biri bana Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin1 bir nüshasını vermişti, bu kitap Yahudilerin güya dünyayı ele geçireceklerine yönelik gizli planı anlatıyordu. Bir de halam hakkındaki gülüşmeleri hatırlıyorum; gidip kendine halis muhlis bir Alman koca bulmuştu da adam, halamın Yahudi asıllı olmadığı ispatlansın diye Indianapolis’e mektuplar yazmıştı. Indianapolis’in belediye başkanı halamı liseden ve dans okulundan tanırdı, o yüzden Almanların istediği bütün belgelere büyük bir keyifle armalar ve resmî mühürler eklemiş, hepsini 18. yüzyıldan kalma barış antlaşmaları gibi süslemişti.
Bir süre sonra savaş çıktı, ben de oradaydım; arkasından esir düştüm, bu sayede savaş hâlâ devam ediyorken Almanya’yı az da olsa içeriden görme şansım oldu. Rütbesiz bir askerdim, müfrezemde keşif eriydim; Cenevre Sözleşmeleri’nin şartlarına göre çalışmak zorundaydım ki kötü değildi, iyi ki öyle oldu. Bütün zamanı taşrada bir yerdeki bir hapishanede geçirmem gerekmedi. Bir şehre gittim, adı Dresden’di; o yerin sakinlerini ve yaptıkları şeyleri görme fırsatım oldu.
Yüz kişilik bir çalışma ekibiydik, hamile kadınlara vitamin destekli malt şurubu imal eden bir fabrikaya sözleşmeli işçi olarak yollamışlardı bizi. Şurubun tütsülenmiş kıvamsız bal gibi bir tadı vardı. Güzeldi. Keşke olsa da yesem şimdi. Şehir de enfesti, Paris gibi süslü bir yerdi, üstelik savaş buraya hiç uğramamıştı. Sözde “açık” kentlerdendi; konuşlanmış birlikleri ya da savaş sanayisi olmadığı için kimse buraya saldırmayacaktı.
Ama sonra yüksek tahrip gücüne sahip bombalar Amerikan ve İngiliz uçakları tarafından 13 Şubat 1945 günü, yani benim bu satırları yazmamdan yaklaşık yirmi bir yıl önce Dresden’e atıldı. Bombaların belli bir hedefi yoktu; düştükleri yeri çıraya dönüştürmesi ve itfaiyecileri yeraltına göndermesi ümit ediliyordu.
Sonra bu çıraların üzerine onları tutuşturacak minicik yüz binlerce madde, taze kazılmış toprağa atılan tohumlar gibi serpiştirildi. İtfaiyeciler deliklerinden çıkmasınlar diye yeni bombalar atıldı; ardından o minik ateşler büyüdü, birbirine kavuştu ve mahşeri andıran dev bir aleve dönüştü. Nur topu gibi bir yangın fırtınası oldu sonra. Avrupa tarihinin en büyük katliamıydı bu arada. N’olmuş yani?
Yangın fırtınasını görmek bize kısmet olmadı. Altı adet nöbetçi ve saflar halinde dizilmiş satışa hazır sığır, domuz, at ve koyun kadavralarıyla birlikte bir mezbahanın bodrumundaki soğuk et dolabındaydık. Bombaların tepemizde dolaştığını işitiyorduk. Arada sırada sıva parçaları tepemize çiseliyordu. Ne oluyor diye kafamızı çıkaracak olsak biz de yangın fırtınalarına özgü objelerden birine dönüşecektik: bir kulaç boyunda yanmış bir odun parçasına – mini minicik bir insan ya da kızarmış jumbo çekirgeye, ne bileyim işte.
Malt şurubu fabrikası yok olmuştu. 135 bin tane Hansel ile Gretel’in zencefilli kurabiye gibi piştikleri mahzenler dışında her şey yok olmuştu. O yüzden bizi kadavra madencisi olarak çalıştırdılar; sığınakları kazıp cesetleri çıkardık. Orada her yaştan envaiçeşit Alman’la ölümün onları bulduğu şekilde karşılaştım, çoğunun kucağında değerli eşyaları vardı. Akrabaları bazen kazarken bizi izlemeye gelirdi. Onlar da ilginçtiler.
Ardından Nazi defterini kapattım.
Almanya’da doğmuş olsam herhalde ben de Nazi olurmuşum, diyorum. Yahudi, Çingene, Polonyalı demeden alayını tokatlar, kar birikintilerinden fırlamış çizmelere hiç yanaşmaz, gizlediğim erdemli maneviyatımla kendimi ısıtırdım. Böyleyken böyle.
Düşünüyorum da, bu hikâyenin vermek istediği bir ders daha var: Ölmüşsen ölmüşsündür.
Aklıma bir ders daha geldi şimdi: Fırsat buldukça sevişin. Faydalıdır insana.
Iowa City, 1966
HOWARD W. CAMPBELL, JR.’IN İTİRAFLARI
Mata Hari’ye
“İşte orada soluk alır, ruhunu teslim etmiş adam,
Asla dememiştir kendi kendine,
‘Burasıdır benim yurdum, otağım!’
Tutuşmamış mıdır asla yüreği
göğsünde
Adımları yuvasına döndüğünde
Terk ederken yabancı toprağı?”
Sir Walter Scott
1
Üçüncü Tiglat-Pileser…
Adım Howard W. Campbell, Jr. Doğuştan bir Amerikalı, ismen bir Nazi, eğilim olaraksa ulussuz bir insanım.
Bu kitabı yazdığım yıl 1961. Bu kitabı, Hayfa Savaş Suçlularını Belgeleme Enstitüsü müdürü Mr. Tuvia Friedmann’a ve konuyla ilgili tüm kişilere hitaben yazıyorum. Bu kitap Mr. Friedmann’ı niye mi ilgilendirsin? Savaş suçlusu olduğundan şüphelenilen bir adam tarafından yazıldığı için.
Mr. Friedmann bu kişiler konusunda uzmandır. Kendisi, Nazi alçaklıkları üzerine oluşturduğu arşive eklemek isteyebileceğim herhangi bir yazılı belgeyi edinmeye istekli olduğunu dile getirmişti. Bana bir daktilo, ücretsiz stenografi hizmeti ve araştırma görevlilerine erişim sağlayacak kadar istekliydi hatta; bu görevliler anlattıklarımın eksiksiz ve doğru olması için ihtiyaç duyabileceğim her türlü belgeyi araştırıp bulacaklardı. Parmaklıkların ardındayım. Eski Kudüs’te, yeni ve cici bir hapishanede parmaklıkların ardındayım. Savaş suçlarımın İsrail Cumhuriyeti tarafından adil bir şekilde yargılanmasını bekliyorum. Mr. Friedmann bana ilginç bir daktilo vermiş – tam da yazdığım konuya uygun. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da yapıldığı kesin olan bir daktilo. Nasıl mı anladım? Çok basit; bu daktilo Üçüncü Reich’dan önce hiçbir daktiloda kullanılmamış, bundan böyle de asla kullanılmayacak bir sembolü insanın parmak ucuna getiriyor da ondan.
Bu sembol şu meşum SS’in, Schutzstaffel’ın, yani Nazizmin en azgın kanadının çift şimşeği. Savaş boyunca Almanya’da benzer bir daktilo kullandım. Ne zaman söz Schutzstaffel’a gelse –ki konuyu sık sık ve hevesle oraya getirirdim– asla “SS” şeklinde kısaltmaz, mutlaka o daktilo tuşunun ucundaki ürkünç ve sihirli çift şimşeğe başvururdum. Mazide kaldı hepsi. Koskoca bir mazi çevreliyor etrafımı. Çürüdüğüm hapishane yeni ama, taşların bazıları Kral Süleyman devrinde yontulmuş diyorlar. Bazen hücremin penceresinden genç İsrail Cumhuriyeti’nin neşeli ve küstah yeni neslini seyrediyorum da, savaş suçlarımla ben, Süleyman’ın eski boz taşları kadar maziye aitmişiz gibi geliyor. O savaş, o İkinci Dünya Savaşı ne uzun zaman önceydi! İşlenen suçlar ne uzun zaman önceydi! Nasıl da unutuldu gitti, Yahudiler –genç Yahudileri kastediyorum– tarafından bile. Başımda nöbet tutan Yahudilerden biri malum savaş hakkında hiçbir şey bilmiyor.
Merak da etmiyor. Adı Arnold Marx. Saçları oldukça kızıl. Daha on sekiz yaşında; ki bu da Hitler öldüğünde Arnold’un üç yaşında olduğu ve ben bir savaş suçlusu olarak mesleğe atıldığımda kendisinin henüz hayatta olmadığı anlamına geliyor. Sabah altıdan öğleye kadar başımda nöbet tutuyor. Arnold, İsrail doğumlu. İsrail’den dışarı hiç çıkmamış. Annesi ve babası 30’lu yılların başında Almanya’yı terk etmişler. Bana, dedesinin Birinci Dünya Savaşı’nda Demir Haç Nişanı aldığını söyledi. Arnold okuyor, avukat olacak. Silah ustası olan babasıyla ikisi arkeolojiye meraklılar. Baba oğul ne zaman boş vakit bulsalar Hazor’un kalıntılarında kazı yapıyorlar. Arap devletleriyle savaş sırasında İsrail ordusunun genelkurmay başkanlığını yapmış Yigael Yadin yönlendiriyormuş onları. Öyle olsun bakalım.
İsa Peygamber’den en az bin dokuz yüz yıl önce Filistin’in kuzeyinde var olan bir Kenan kentiymiş Hazor, öyle diyor Arnold. İsa Peygamber’den bin dört yüz yıl önce bir İsrailoğlu ordusu Hazor’u zapt etmiş, içindeki kırk bin insanın tamamını öldürmüş, sonra da kenti yakmış, öyle de diyor Arnold. “Süleyman kenti yeniden inşa etmiş,” dedi Arnold, “ama sonra MÖ 732’de Üçüncü Tiglat-Pileser kenti bir daha yakmış.” “Kim dedin?” dedim. “Üçüncü Tiglat-Pileser,” dedi Arnold. “Asur kralı hani,” diyerek de hafızamı hafifçe dürttü. “Ha, öyle desene,” dedim. “Bizim Tiglat-Pileser yani.” “Adını hiç duymamış gibi davranıyorsun,” dedi Arnold. “Duymadım valla,” dedim. Tevazuyla omuz silktim. “Herhalde duymamakla çok ayıp etmişim.” “Şimdi…” dedi Arnold, bir öğretmen gibi çatık kaşlarla. “Bana sahiden de herkesin bilmesi gereken birisiymiş gibi geliyor. Asurluların çıkardığı en büyük adamdır muhtemelen.” “Ya,” dedim. “Sana onun hakkında bir kitap getirebilirim istersen,” dedi Arnold.
“Eksik olma,” dedim. “Belki ileride Asur büyüklerine kafa yormaya vaktim olur. Şu sıralar kafam Alman büyükleriyle meşgul benim.” “Kim gibi?” “Hiç işte, son zamanlarda eski patronum Paul Joseph Goebbels’i sık sık düşünüyorum,” dedim. Arnold boş boş baktı. “Kim?” dedi. O an Kutsal Ülke topraklarının beni gömmek üzere yaklaştığını hissettim, bir gün topraktan ve molozdan kalın bir yorganın beni nasıl örteceğini anladım. Yirmiotuz metre tepemde üst üste yıkılmış kentleri hissettim; altımdaysa ilkel mutfak döküntüleri, bir iki tapınağı ve ardından – Üçüncü Tiglat-Pileser’i.
2
Özel Birim…
Öğle vakti nöbeti Arnold Marx’tan devralan kişi benim yaşlarımda, yani kırk sekizinde sayılır. Savaşı hatırlıyor hatırlamasına ama, hoşlanmıyor hatırlamaktan. Adı Andor Gutman. Andor uykucu, kafası pek çalışmayan bir Estonya Yahudisi. Auschwitz’deki imha kampında iki yıl kalmış. Gönülsüz gönülsüz verdiği beyana göre, kendisi de krematoryumun bacasından uçup gitmekten kıl payı kurtulmuş. “Tam Sonderkommando’da göreve alınmıştım ki,” dedi bana, “Himmler’den fırınların kapatılması emri geldi.” Sonderkommando “özel birim” demek. Auschwitz’de bu birim oldukça özeldi; ölüme mahkûm edilen kişilere gaz odalarına kadar refakat etmek, sonra cesetleri dışarı taşımakla görevli tutsaklardan oluşuyordu. İşlerini tamamladıklarında bu kez Sonderkommando üyeleri öldürülürdü. Görevi devralanların ilk vazifesi de onların cesetlerini ortadan kaldırmak olurdu. Gutman pek çok kişinin Sonderkommando’ya gönüllü olarak yazıldığını söyledi. “Neden?” diye sordum. “Bu konuda bir kitap yazacak olsan,” dedi, “ve bu sorunun –‘neden’in– cevabını versen, şahane bir kitap yazmış olurdun.”
“Sen cevabı biliyor musun peki?” dedim. “Yok,” dedi. “Bu yüzden cevabın olduğu bir kitaba iyi para verirdim işte.” “Bir tahminin var mı?” dedim. Gözlerimin içine dik dik bakarak, “Yok,” dedi. “Üstelik ben de gönüllü olanlardan biriydim.” Bunu itiraf ettikten sonra bir süreliğine yanımdan uzaklaştı. Düşünmeyi en sevmediği şey olan Auschwitz’i düşünüyordu. Sonra geri geldi ve bana şunları söyledi: “Kampın her tarafında hoparlörler vardı,” dedi, “ve hiç uzun süre sessiz kalmazlardı. Bu hoparlörlerden sürekli müzik yayını yapılırdı. Müzikten anlayanlar bana çoğu zaman iyi –bazen en iyi– müziklerin çalındığını söylerlerdi.” “Enteresanmış,” dedim. “Yahudi müziği yoktu,” dedi. “Yasaktı.” “Bittabi,” dedim. “Müzik sürekli yarıda kesilir,” dedi, “ve arkasından bir duyuru yapılırdı. Müzik ve duyurular olurdu, bütün gün.” “Ne kadar modern,” dedim. Gözlerini yumup hatırlamaya çalıştı. “İçlerinde ninni gibi nağmeli bir duyuru da vardı. Her gün birçok kez yapılırdı. Sonderkommando çağrısıydı.” “Hı?” dedim. “Leichenträger zu Wache,” diye mırıldandı, gözleri halen kapalı. Çevirisi: “Ceset taşıyıcılar nizamiyeye.” Milyonlarca insanı öldürmeyi amaçlayan bir kurumda bu duyurunun sıkça yapılması anlaşılır bir durumdu. Gutman, “Bu çağrıyı müziğin ortasında duymakla geçen iki yıldan sonra, ceset taşıyıcılığı birden gözüme oldukça iyi bir iş gibi göründü,” dedi bana. “Anlayabiliyorum,” dedim.
“Öyle mi?” Başını salladı. “Ben anlayamıyorum,” dedi. “Her zaman utanç duyacağım. Sonderkommando’ya gönüllü yazılmak… utanç verici bir şeydi.” “Bence değil,” dedim. “Bence öyle,” dedi. “Utanç verici… Bir daha bu konudan bahsetmek istemiyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGece Ana
- Sayfa Sayısı232
- YazarKurt Vonnegut
- ISBN9789750765711
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İtalyan Kızı ~ Iris Murdoch
İtalyan Kızı
Iris Murdoch
Edmund Narraway, annesinin ölümünün ardından yıllar sonra çocukluk evine döner. Ancak bu ziyaretin mutluluğu uzun sürmez, ailesinden uzakta yalnız bir hayatı seçmesine neden olan...
- Gizli Bahçe ~ Frances Hodgson Burnett
Gizli Bahçe
Frances Hodgson Burnett
Burnett, Gizli Bahçe’de karşımıza, huzurlu, sakin, barış içinde ideal birdünya çıkartıyor. Hindistan’da çocukluk yıllarını geçiren Mary ailesinin ani ölümünün ardından İngiltere’deki akrabasının malikanesine gelir....
- İçinde Aşk Var ~ Rachel Gibson
İçinde Aşk Var
Rachel Gibson
“Bir daha aşık olmam deseniz de, AŞKA SÖZ GEÇMEZ.” Çok başarılı bir aşk romanları yazarı olan, ancak kendi hayatında aşktan yana şansı gülmeyen Clare...