Tutkulu, destansı ve asla unutulmayacak bir hikâye…
Tanrıların fısıltılarını zihninde duyan bir kız: Nadya.
Hayatta kalmak için savaşan, etrafı onu öldürmek isteyenlerle çevrili bir prens…
Soluk ve keder dolu gözlerin ardında, bıçak gibi keskin bir gülümsemeyle saklanmış bir canavar…
Günahkârların ve azizlerin, büyülerin ve sırların iç içe geçtiği bir dünyada, bu üç karakterin yolları yüzyıllardır süren bir savaşın ortasında kesişecekti.
Yıldızlara karşı gelen bir aşk, karanlıkla aydınlık arasındaki dengeyi sonsuza dek değiştirebilir miydi?
“Bazı hikâyeler vardır; hem öylesine güzel hem de öylesine acımasızdır, kalbinize dokunur ve bir daha asla bırakmaz.”
“Karla örtülmüş, kana bulanmış bir masal…
Canavarların kalbini çaldığı, aşkın ise kâbusa dönüştüğü bir hikâye. Unutulmaz.”
—ROSHANI CHOKSHI
“Bu kitap beni mahvetti ve ben hâlâ etkisinden kurtulamadım. Bayıldım!”
—STEPHANIE GARBER
“SARSICI AMA SON DERECE TATMİN EDİCİ BİR HİKÂYE.
Hem acımasız hem büyüleyici; unutulmayacak karakterlerle dolu.”
—ROSAMUND HODGE
“Bu gotik kurgu,
demir pençelerini kalbine geçirip sizi
ele geçirecek ve son sayfayı çevirene kadar da bırakmayacak!”
—ROBIN LaFEVERS
“Karanlık, vahşi ve romantik. Hepimizin yolunu gözlediği o ‘kötü çocuk’
nihayet geldi.”
—MARGARET ROGERSON
“Baş döndürücü derecede karanlık ve büyüleyici…
Uyanmak istemeyeceğiniz bir rüya gibi.”
—ADRIENNE YOUNG
**
1
NADEZHDA
LAPTEVA
Ölüm, büyü ve kış. Marzenya’nın, solgun parmakların
etrafına kızıl ağlarla doladığı acı bir döngü. O sabittir;
amansızdır, sonsuzdur. Kutsadığı kişilere herhangi bir
büyüyü bahşedebilir, onun eriminden var olur büyü.
―İlahi Yazma, 2:18
Kutsal bir ilahinin sakinleştirici yankısı tapınaktan mahzenlere doğru yayıldı. Akşamüzeriydi, koro hâlinde tanrılara adanan mezmurların zahmetsizce yeri göğü inlettiği vakit olan Vespers’tan hemen öncesi. Nadezhda Lapteva, masanın üzerinden çığ olup yuvalanacak gibi duran patates dağıyla şöyle bir bakıştı. Bıçağıyla elindekini sertçe kesmeye başladı, kabuğunu bir sarmal şeklinde sıyırırken neredeyse soyulmadık yer bırakmamıştı. “Bir şamanın vazifesi önemlidir, Nadezhda,” diye mırıldandı kız, manastırın başrahibinin aksi tonunu taklit ederek. “Savaşın gidişatını değiştirebilirsin, Nadezhda. Şimdi git, hayatının geri kalanını kilerde geçir, Nadezhda.”
Masa patates kabuğu sarmallarıyla kaplıydı. Bütün gününü destek işleriyle öldürmeye hevesli değildi ama işte buradaydı. “Şunu duydun mu?” Konstantin, kız konuşmamış gibi davrandı. Sese kulak verirken soyma bıçağını kavrayan parmakları gevşedi. Üst katta törenden başka bir şey yoktu. Eğer kızın dikkatini dağıtmaya çalışıyorsa işe yaramayacaktı. “Patates çığının altında kalışımızın sesi mi yoksa bu? Duyamıyorum ama hiç şüphesiz eli kulağında.” Kız yanıt olarak suratsız bir ifadeyle karşılaştı. Bıçağını oğlana doğru salladı. “Yani başka ne olabilir ki? Kapımıza dayanan Tranavyalılar mı? Önce yedi bin basamak tırmanmaları gerek. Belki de bu onların Veliaht Prens’leridir ve sonunda din değiştirmeye karar vermiştir.” Kayıtsız kalmaya çalışsa da Veliaht Prens’in manastırın yakınlarında bir yerde olması fikri içini ürpertti. Son derece güçlü bir kan büyücüsü olduğuna dair söylentiler vardı. Kâfirlerle dolu bir ülke olan Tranavya’nın en korkunçlarından biri olduğu söyleniyordu. “Nadya,” diye fısıldadı Konstantin, “ben ciddiyim.” Nadya ona ters ters bakarken bıçağını başka bir patatese sapladı. Burada olmaları çocuğun hatasıydı. Sabah duasından sonra yaptığı, can sıkıntısı ve hezeyan karışımından doğan manastır tütsüsünü limonotuyla değiştirmek veya tapınak mumlarının fitillerini kesmek gibi eşek şakaları başlarda masumdu. Bunlar taş çatlasa hafif suçtan sayılırdı. Ortada Patates Dağı’nda kaybolmalarını gerektirecek bir durum yoktu. Gelgelelim Peder Alexei’nin lavabosunu kan gibi görünen kırmızı bir boya ile doldurmak bu hâle düşmelerine sebep olmuştu işte. Kan, hafife alınacak bir şey değildi, özellikle de bu zamanlarda. Peder Alexei’nin öfkesi kilerle sınırlı kalmadı. Patates Dağı’nı aştıktan sonra –bir ihtimal Patates Dağı’nı aşabilirlerse– hâlâ manastır yazıhanesinde kopyalamaları saatlerini alacak kutsal metinler vardı.
Sadece bunun düşüncesi bile Nadya’nın ellerine kramp girmesine neden oluyordu. “Nadya.” Konstantin kızın dirseğini dürttüğünde bıçağı kaydı. “Kahretsin, Kostya.” Elli dört bütün sarmaldan oluşan mükemmel serim mahvoldu işte, diye düşündü kız kederli bir şekilde. Ellerini tuniğine sildi ve ters ters oğlana baktı. Çocuğun koyu renkli gözleri yukarıya çıkan kapalı kapıya odaklanmıştı. Hiçbir şey yoktu oysa… Ha. Patates, parmaklarının arasından kayarak tozlu zemine düştü. Yukarıdaki törenin ne ara durduğunu fark etmemişti. Kostya parmaklarını kızın koluna geçirmişti fakat dokunuşu uzaktı. Bu gerçek olamaz. “Toplar,” diye fısıldadı kız. Kelimeyi yüksek sesle söylemek, durumu bir şekilde daha gerçek kılmıştı. Bıçağı tutuşunu değiştirerek, elindeki sanki yarı kör bir mutfak bıçağı değil de ince uçlu voryen* ’lerinden biriymiş gibi aşağıya doğru çevirdi. Toplar, Kalyazin’deki her çocuğun yakından tanıdığı bir sesti. Bunlarla büyümüşlerdi, uzaktan gelen çatışma sesine karışırdı ninnileri. Savaş onların daimi yoldaşıydı ve Kalyazinli çocuklar bu topları duyup, büyünün havada bıraktığı bir parça demirin tadını aldıklarında kaçmaları gerektiğini bilirlerdi. Toplar sadece tek bir anlama geliyordu: Kan büyüsü. Üstelik kan büyüsü de Tranavyalılar demekti. Kalyazin ve Tranavya arasında bir asırdır süregelen kutsal bir savaş vardı. Tranavyalılar, kan büyülerinin tanrılara saygısızlık olmasını umursamıyordu. Eğer istediklerini alırlarsa, tanrıların eli, Tranavya’dan olduğu gibi Kalyazin’den de çekilecekti. Ancak savaş Kalyazin sınırından öteye ulaşmamıştı. Ta ki şimdiye kadar. Nadya’nın topları duyabilmesi, savaşın Kalyazin’i yavaşça, diri diri yuttuğu anlamına geliyordu.
Santim santim Nadya’nın ülkesinin kalbine sızıyor, beraberinde ölüm ve yıkım getiriyordu. Ve Tranavyalıların dağlardaki tenha bir manastıra saldırmasının tek bir nedeni vardı. Kiler sallandı ve toz yağdı. Nadya, bakışları çakmak çakmak fakat korku dolu olan Kostya’ya baktı. Onlar yalnızca ellerinde mutfak bıçağı olan müritlerdi. Askerler gelirse ne yapabilirlerdi ki? Nadya boynundaki dua kolyesini çekiştirdi; pürüzsüz ahşap boncuklar parmak uçlarında soğuk bir his bırakıyordu. Tranavyalılar manastıra giden yedi bin merdiveni aşarsa çalmaya başlayacak alarmlar vardı ama onları hiç duymamıştı. Hiçbir zaman da duymamayı ummuştu. Kostya elini kavrayıp başını yavaşça iki yana salladı, koyu renkli gözleri büyük bir ciddiyetle bakıyordu. “Böyle yapma, Nadya,” dedi. “Eğer saldırıya uğrarsak saklanmayacağım,” diye inat ediyordu kız. “Burası ile tüm krallığı kurtarmak arasında bir seçim yapmak anlamına gelse bile mi?” Tekrar kolunu kavrayınca onu kilere geri sürüklemesine izin verdi kız. Çocuk korkmakta haklı çıkmıştı. Kız daha önce hiç gerçek bir savaşa girmemişti ama oğlanın bakışlarına meydan okurcasına karşılık verdi. Kızın bu manastırdan başka bir şeyi yoktu ve eğer onun için savaşmayacağını düşündüyse, çıldırmış olmalıydı. Sahip olduğu tek aileyi koruyacaktı, bunun için eğitilmişti. Oğlan elini kısa kesilmiş saçlarının arasında gezdirdi. Onu durduramazdı; ikisi de bunu biliyordu. Nadya, Kostya’nın pençesinden kurtardı kendini. “Kaçarsam ne işe yararım? Ne anlamı olur ki?” Oğlan itiraz etmek için ağzını açtı ama kiler öyle bir sallandı ki Nadya diri diri gömülmek üzere olup olmadıklarını merak etti. Tavandan dökülen toz, beyaza çalan sarı saçlarını kapladı. Göz açıp kapatıncaya kadar kileri arşınlayıp mutfak kapısına varmıştı.
Çanların sessizliği, düşmanın hâlâ dağlarda olduğu anlamına geliyordu. Daha vakit… Eli kapı tokmağına değdiği an çanlar çalmaya başladı. Ses tanıdık geldi, sanki yalnızca tapınağa yapılan başka bir dua çağrısıymış gibi. Sonrasında kız, ivedilikle cırlayan tiz sesli çanların gürültüsüyle sarsıldı. Zaman daralmıştı. Kapıyı hızla çekip açtı ve mutfaklara giden son birkaç merdiveni koşarak tırmandı, Kostya da hemen arkasındaydı. Çetin geçen kış aylarında boş ve cansız düşmüş bahçeyi geçip ana binaya yaklaştılar. Protokol Nadya’ya defalarca anlatılmıştı. Şapelin arkasına geç. Dua et, çünkü en iyi yaptığı şey buydu. Diğerleri savaşmak için giriş kapısına gidecekti. Kız korunmalıydı. Ama bunların hepsi formaliteydi, Tranavyalılar asla buraya kadar ilerleyemezlerdi, tüm bu planlar sadece olur ya imkânsız gerçekleşirse diyeydi. Al işte imkânsız. Kız kutsal alanın arka tarafına açılan ağır kapıları iterek onları sadece Kostya ile kendisinin sıvışmasına yetecek kadar hareket ettirmeyi başardı. Ağır ağır çalan çanlar şakaklarında zonkluyor, kalbinin her atışıyla acı veriyordu. Törenler için sabahın üçünde herkesi uykudan kaldırmak üzere tasarlanmışlardı. İşe de yarıyorlardı. Bitişik bir koridordan geçerken biri kıza çarptı. Nadya mutfak bıçağını çekmiş bir şekilde döndü. “Azizler aşkına, Nadya!” Anna Vadimovna elini kalbinin üstüne koydu. Belinde kısa bir kılıç olan venyiashk ve elinde de başka bir uzun, ince bıçak vardı. “Onu ben alabilir miyim?” Nadya, Anna’nın hançerine uzandı. Anna ise hiçbir şey demeden onu kıza uzattı. Soyma bıçağı gibi dayanıksız değildi, güven veriyordu. “Burada olmamalısın,” dedi Anna. Kostya, Nadya’ya imalı bir bakış attı. Bir rahibe olan Anna, manastır hiyerarşisinde, Nadya’nın üstüydü. Anna kutsal alana gitmesini emrederse, itaat etmekten başka seçeneği yoktu. Öyleyse Anna’ya bu fırsatı vermeyeceğim.
Nadya koridorun sonuna doğru koşmaya başladı. “Merdivenleri aştılar mı?” “Neredeyse,” dedi Anna. “Neredeyse”, avluya vardıklarında Tranavyalıların çoktan orada olma olasılığının yüksek olduğu anlamına geliyordu. Nadya dua kolyesini çekiştirdi, aradığını bulmak için parmaklarını boncukların üzerindeki çıkıntılarda gezdirdi. Her ahşap boncuk, toplamda yirmi olmak üzere panteondaki bir tanrı ya da tanrıçayı temsil eden bir sembolle oyulmuştu. Onları dokunarak ayırt edebiliyor, hangi tanrıya hitap etmek için hangi boncuğu eline alması gerektiğini biliyordu. Nadya bir zamanlar manastırdaki diğer Kalyazinli yetimlerin arasına karışmayı dilemişti ama kendini bildi bileli ne zaman dua etse tanrıların onu dinlediği de bir gerçekti. Mucizeler gerçekleşirdi, büyülü şeyler. Bu onu değerli kılıyordu. Tehlikeli kılıyordu. İstediği boncuk en uca gelene kalana kadar kolyesini çekiştirdi. Üzerine oyulan kılıç sembolü, bir diken gibi başparmağına batıyordu. Ona bastırdı ve Veceslav’a dua etti: Savaş ve koruma tanrısına. “Benim korumamı talep eden insanlara karşı savaşmak neye benzerdi hiç merak ettin mi?” Tanrının sesi, kızın zihninde esen ılık bir meltemdi. Düşmanlarımız kâfir olduğu için gerçekten şanslıyız, diye yanıtladı kız. Savaşı kazanmakta olan kâfirler. Veceslav her zaman konuşkandı ama şu anda Nadya’nın yardıma ihtiyacı vardı, sohbete değil. Bazı koruma büyülerine ihtiyacım var, lütfen, diye yalvardı. Başparmağı, Marzenya’nın boncuğuna gitti ve ağzı açık duran bir kafatası sembolüne bastırdı. Ve eğer Marzenya buralardaysa, ona da ihtiyacım var. Damarlarında akan büyüye, kutsal lisanın ahenkle çınlayan tonlarından gelen bir güç de eşlik ediyordu. Yalnızca tanrılar bahşettiğinde bildiği bir dildi bu. Nadya’nın kalbi, korkudan ziyade güçlerinin sarhoş edici heyecanıyla dörtnala koşuyordu. Sonunda şapelin ön kapılarını itip geçtiğinde geniş avlu yeni kutsanmış kadar sessizdi. Sol tarafta oğlanların odalarına giden bir yol vardı, sağ tarafta ise manastırın himayesi altında olan ormanın içindeki, yüzyıllar önce yaşamış azizlerin bedenlerinin bulunduğu mezarlığa giden başka bir yol. Bir gece önce yağan kar zemini kaplamıştı ve hava çok soğuktu. Baikkle Dağları’nın tepesinde genellikle gece gündüz kar yağardı. Bunun Tranavyalıları yavaşlatmasını umuyordu. Gözleri Peder Alexei’yi arayan Nadya, onu merdivenlerin tepesinde buldu. Savaş için eğitilen rahip ve rahibeler avluda bekliyordu. Ne kadar az sayıda olduklarını gördüğünde içi acıdı. Hiç inancı kalmamıştı. Bir Tranavya bölüğü karşısında iki düzine kişi ya var ya yoktu. Böyle bir şeyin hiçbir zaman yaşanmaması gerekiyordu. Manastır kutsal dağların ortasındaydı. Özellikle Kalyazin’in tehlikeli arazisine alışık olmayanlar için ulaşması zor, hatta neredeyse imkânsızdı. Marzenya kızın zihninde belirdi. “Neye ihtiyacın var, çocuğum?” diye sordu büyü, fedakârlık ve aynı zamanda ölüm tanrıçası. Marzenya, Nadya’nın panteondaki koruyucusuydu ve onu bebekken gözetimi altına almıştı. Kâfirlerin Kalyazin büyüsünün tadına varmasını istiyorum, diye cevapladı kız. İnananların yapabileceklerinden korksunlar. Yoğun bir şekilde etrafında hissettiği Marzenya’nın varlığını bu kez farklı bir güç dalgası izledi. Marzenya tarafından bahşedilen büyünün, Veceslav tarafından bahşedilen büyü ile uzaktan yakından alakası yoktu. Veceslav’ın ateş olduğu yerde, Marzenya buz, kış ve kozmik bir öfkeydi. Aynı anda ikisinin de büyüsünü barındırmak Nadya’nın tenini karıncalandırıyordu, hem sabırsız hem de fevriydi. Kostya ve Anna’yı bırakarak Peder Alexei’nin yanına gitti. “Halkımızı merdivenlerden uzak tut,” dedi kız usulca.
Başrahip ona baktı, kaşları çatılmıştı. On yedi yaşındaki bir kız ona emir verdiği için değil de hiçbir şekilde olmaması gereken bir yerde olduğu içindi. Gerçi hayatta kalırlarsa, bunun için onu bir güzel azarlayacaktı. Orası hariç herhangi bir yerde olması gerekiyordu. Nadya, adamın kendisini kabul etmesini dileyerek beklentiyle kaşlarını kaldırdı. Kalmak zorundaydı. Mücadele etmeliydi. Kâfirler, ülkesini ve evini paramparça ederken kilerde daha fazla saklanamazdı. “Geri çekil,” dedi adam bir anlık duraklamanın ardından. “Herkes kapılara geçsin!” Avlu, savaşmak için yapılmamış dar bir alandı. “Aklında ne var, Nadezhda?” “Yalnızca bir tutam tanrı hükmü,” diye cevaplarken olduğu yerde sallanıp duruyordu kız. Bir an için durup olacakları düşünecek olsa korkudan aklını yitirebilirdi. Merdivenlerin avluyla buluştuğu yere ilerlerken pederin bezgin iç çekişini duydu. Düşmanın manastıra girmesinin tek yolu buydu ve girmeye çalışsalar bile bazen basamaklar öyle çok buzla kaplanırdı ki tırmanmak imkânsız olurdu. Bugün o kadar şanslı değillerdi. Tranavyalılar orada olduğunu nereden bilmişti? Nadya’nın varlığından yalnızca manastırdakiler haberdardı. Tabii bir de… tsar* vardı. Ama o çok uzaklarda, başkentteydi. Kızın haberinin Tranavya’ya yayılmış olma ihtimali çok düşüktü. Kutsal lisanda bir dua fısıldarken semboller dudaklarında ışıyor ve bir sis bulutu hâlinde savruluyordu. Parmaklarını merdivenlerin üstünde gezdirerek dizlerinin üzerine çöktü. Kaygan taş dondu ve merdivenleri bütün bir buz kütlesine dönüştürdü. Voryen’i boş boş elinde döndürerek birkaç adım geri çekildi. Büyü, zaman kazanmak için bir taktikti. Tranavyalıların arasında onun büyüsüne karşı koyabilecek bir kan büyücüsü olduğu takdirde çok fazla dayanmazdı.
Artık geri dönüşü yok. Nadya sıradan bir kan büyücüsüyle savaşabilirdi. Ancak Tranavyalı bir teğmen ya da general, yalnızca büyü gücü sayesinde terfi ettirilen bir büyücü ile karşılaşma olasılığı ait olduğu tapınağa koşarak dönmek istemesine neden oluyordu. Marzenya, kızın şüphesiyle alay etti. Ben buraya aitim, dedi Nadya kendi kendine. Kostya yanında bitti. Oğlan elindeki mutfak bıçağını bırakmış, onun yerine bir noven’ya almıştı. Ucunda uzun bir bıçak olan bir sopaydı bu. Ona yaslanmış merdivenlerin giderek gözden kaybolduğu yamacı izliyordu. “Git,” dedi oğlan. “Çok geç olmuş sayılmaz.” Nadya ona bir tebessümle karşılık verdi. “Artık çok geç oldu.” Çanlar, rahatsız edici son bir çınlama ile onu onaylarcasına kesildi. Artık dağın eteğinde net bir şekilde gümbürdeyen topların devamlı sesleri dışında manastırın etrafı sessizdi. Rudnya düşerse, sıra manastıra gelirdi. Dağların eteğindeki şehir iyi bir şekilde güçlendirilmişti fakat onlar Kalyazin’in merkezindeydiler. Hiç kimse savaşın bu kadar batıya ilerlemesini beklemiyordu. Kalyazin ve Tranavya’nın buluştuğu doğu sınırında, Akola sınırının hemen kuzeyinde sürmesi bekleniyordu. Örümcek ağını andıran bir çatlak, merdivenlerdeki katı buz kütlesine doğru ilerledi. Çatlaklardan oluşan bir motif gibi yayılarak tüm buzu paramparça etti. Kostya, Nadya’yı avluya çekti. “Avantaj bizde,” diye mırıldandı kız. Elinde tek bir voryen vardı. Yalnızca tek bir hançer. Avantaj bizde. Sessizliğin içinden bir ürperme yükseldi ve kız zihninin derinliklerinde sert bir darbe hissetti. “Kan büyüsü,” diye tısladı Marzenya. Nadya’nın yüreği ağzındaydı. İçini ürperten şüphe dolu düşünceler kanını donduruyordu. Büyüsünün parçalandığını hisseder hissetmez Kostya’yı hiç düşünmeden kenara itti. Tam o anda biraz önce durduğu yerin yakınlarında bir patlama olmuştu. Sert bir buz parçası sırtına çarptı, acı ayak parmaklarına kadar iniyordu. Kız, Kostya’nın üzerine atılmış ve ikisi de yere çakılmıştı. Nadya daha olanları sindiremeden oğlan ayağa kalktı. Askerler merdivenleri tırmandıkları sırada avlu, büyü ve çelikle sağlamlaştırılmıştı. Kız ayağa fırlayıp Kostya’nın yanındaki yerini aldı, oğlanın kılıcı onu Tranavya askerlerine karşı savunurken baş döndürücü bir hızla savruluyordu. Savaşın yakıp yıktığı bir ülkenin çocuklarından, düşman nihayet kapılarına dayandığında nasıl tepki vereceklerini bilmeleri beklenirdi. Kostya ve Nadya stratejilerini mükemmelleştirmişlerdi. Kız hızlı, oğlan güçlüydü ve birbirlerini korumak için her şeyi yaparlardı. Tabii ki, Nadya’nın harap olan sinirleri sonlarını getirmediği müddetçe. Vücudunda alıştığından daha fazla büyü dolaştığı için her an uzuvları titriyordu. Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. Bir telaşla tanrılara ettiği dualar yalnızca daha fazla büyüyle cevaplanacaktı ve bunu nasıl kullanacağına Nadya’nın kendisi karar vermek zorundaydı. Elini voryen’inin sırtında gezdirdi. Saf, beyaz ışık da dokunuşunu takip etti ve ne yapacağından tam olarak emin olmasa da bir Tranavya askerini kesikler içinde bıraktığında çok geçmeden öğrenmiş oldu. Askerin sadece kolunu kesmişti fakat ışık, temas ettiği noktada derisini bir zehir gibi kararttı. Adam yere yığılıp ölmeden önce koluna ve ardından da yüzüne yayılarak gözlerini karanlığa boğdu. Kız sendeleyerek Kostya’nın yanına döndü. Voryen’ini atma dürtüsüyle dolup taşıyordu. Onu öldürdüm. Daha önce kimseyi öldürmemiştim. Kostya kızın eline dokunmak için uzandı. “Devam et,” diye teşvik etti Marzenya. Fakat havada süzülen büyü çok yoğun ve çok güçlüydü, Nadya ise bir şamandı yalnızca. Ağır bir ritimle atan kalbinin bir sonraki vuruşuna dek korku onu tüketti, ta ki Marzenya zihnini keskin ve sivri bir acıyla dürtene kadar. Devam et. Soğuk, parmaklarını dondurdu ve bir Tranavyalının savurduğu kılıcın altına eğilerek buz tutmuş elini hızla adamın göğsüne indirdi. Tıpkı biraz önceki gibi, asker yere yığılmadan önce tenindeki karartı boynuna ve yüzüne yayılırken gözlerindeki ışık yavaş yavaş söndü. Nadya’nın göğsü daraldı. Kusacakmış gibi hissetti ve Marzenya’nın onun zayıflığına karşı duyduğu şiddetli iğrenme dürtüsüyle kusacakmış gibi hissediyordu. Burada yersiz duygusallığa yer yoktu. Bu bir savaştı. Ölüm kaçınılmazdı. Gerekliydi. “Nadezhda!” Marzenya uyarmak için çok geç kalmıştı. Alevler kızı yutup derisinin altına nüfuz ederek kanını kaynattı. Acıdan hiçbir şey göremez oldu. Sendeleyerek şapelin kapısının gölgesinde dizlerinin üzerine çökmeden hemen önce Kostya onu yakalayıp arbededen çıkardı. Kız, dişlerini sıkıp, dudağını ısırdığında kan, ağzını metalik ve keskin bir tatla doldurdu. Nefes almakta zorlanıyordu. İçin için yanıyordu sanki. Daha fazla dayanamayacağını düşündüğü anda, Veceslav’ın varlığı Nadya’yı kalın bir battaniye gibi sardı. Kız nefes alabilene kadar büyüyü yatıştırarak onu geri püskürttü. Kızın seslenmesine gerek yoktu, tanrı zaten biliyordu. Tanrıların mutlak mevcudiyetinden etkilenecek zamanı yoktu. Bacakları titreyerek güç bela ayaklandı. Dünyası sanki ayaklarının altından kayıyordu ama bir önemi yoktu. O şey her ne idiyse güçlü bir büyücünün meziyetiydi. Avluyu inceleyip onu bulduğunda, biraz önce kaynayan kanı dondu. Korkunç bir hata yapmıştı. Saklanmalıydım. Avlunun girişinde, kanlı bir kâğıt parçası gibi avucunun içinde buruşturduğu Tranavyalı otuz adım ötesinde duruyordu. Sol gözünün üzerinde fena bir yara izi vardı. Şakağından başlayıp tam burnunun üzerine kadar uzanıyordu. Çevresindeki vahşeti hafif bir alayla izliyordu oğlan. Nadya’nın onu tanımak için üniformasındaki kırmızı apoletleri ve altın örgüyü fark etmesine gerek yoktu. Tranavya Veliaht Prensi’ne dair fısıltılar tüm manastırı sarmıştı. On altı yaşındayken cepheye gitmesinden sadece altı ay sonra general olan bir çocuk. Halihazırda yıkıcı olan kan büyüsünü daha da beslemek için savaşı kullanan biri. Bir canavar. Nadya’nın bastırdığı her bir şüphe tek tek üzerine çöküyordu. Bu gerçek olamaz. O, Veliaht Prens olamaz. Oğlan gençti, ondan sadece birkaç yaş büyüktü ve gördüğü en soluk mavi gözlere sahipti. O soluk renkli gözler sanki varlığını hissetmişçesine Nadya’nınkilerle buluştu ve dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrılırken bakışları kızın avuçlarında sarmal şeklinde ışık gibi dönen büyüye kaydı. Kız lanetler yağdırdı. Benim… güçlü bir şeye ihtiyacım var, diye dua etti telaş içinde. Bana saldıracak. Gözümün içine bakıyor. “İnananları yaralama riskin var,” diye cevapladı Marzenya. Dünya alt üst oldu. Nadya’nın gözü kararmaya başladı. Avlu tam bir kâbustu. Kar kızıla bulanmıştı, Nadya’nın birlikte yaşadığı, çalıştığı, dua ettiği insanların bedenleri yere yığılmış ve taşların arasına dağılmıştı. Bu bir katliamdı ve hepsi onun suçuydu. O olmasaydı, Tranavyalılar burada olmayacaktı. Eğer ölürse, bu katliama değecek miydi? Prens avlunun diğer ucundan Nadya’ya doğru ilerlerken yaşadığı panik kıza her şeyi unutturdu. Prens onu öldürürse, kızın kanı ona ne verebilirdi ki? Kızın sahip olduğu büyüyle nel yapabilirdi? Tranavyalılar o kadar çoklardı ki, büyüleri de bir o kadar güçlüydü, tanıdığı herkesin sonu gelmişti. Kostya onu tekrar gölgelere itti. Sırtı kapıya çarptığında kızın büyüsü de bozuldu. “Nadya,” diye fısıldadı Kostya, telaş içinde omzunun üzerinden bakarak. Prens ortalıkta görünmüyordu fakat aralarındaki mesafe az önce oldukça kısaydı. Vakit yoktu. Her şey bitmişti. Kostya kızın saçını kulağının arkasına aldı. “Gitmelisin, Nadya, kaçmalısın.” Kız dehşete düşmüş bir şekilde ona baktı. Kaçmak mı? Sevdiği herkes kılıçtan geçirildikten sonra kendisi güvenli bir yere mi kaçacaktı? Kendini kurtarmak için kaçarsa nasıl biri olurdu? Manastır, Nadya’nın bildiği tek yuvaydı. “Gitmelisin,” dedi Kostya. “Seni ele geçirirse savaş kaybedilecek. Yaşamak zorundasın, Nadya.” “Kos…” Kızın avucuna soğuk ve metalik bir şey tutuştururken alnını öptü, dudakları sıcacıktı. “Yaşamak zorundasın,” diye tekrarlarken sesi çatallaştı.
Sonra Anna’ya seslenmek için arkasını döndü. Nadya verdiği şeye bakmadan cebine attı. Anna birkaç adım ötede savaşıyor, ayaklarının dibine cesetler yığılıyordu. Adını duyduğu gibi onlara döndü. Kostya başıyla Nadya’yı işaret ettikten sonra Anna’nın yüzünde anladığını gösteren bir ifade belirdi. Kostya, Nadya’nın daha önce hiç görmediği bir yüz ifadesiyle kıza döndü. Oğlan konuşmaya başlayacakken dizleri çözüldü ve sadece hızla ileri atabildi kendisini. Bacağının arkasına bir arbalet oku saplanmıştı. Nadya bir feryatla haykırdı. “Kostya!” “Gitme zamanı, Nadya.” Anna kızın kolunu tutup mezarlığa giden yola doğru sürükledi onu. Kostya’yı terk edemem. İlk tanıştıklarında, kızın hayatta kötü bir şey yapamayacağını, aksi takdirde tanrıların hemen haberdar olacağı konusunda espri yapmadan önce onun olağandışı yeteneğini ciddi bir ifadeyle değerlendiren ve Nadya’nın ilahi konumunu görmezden gelen, onu her türlü eşek şakasına ve yaramazlığa bulaştıran, dua sırasında ona yerden elmalar yuvarlayan, arkadaşı, ailesi olan Kostya’yı arkasında bırakamazdı. Oğlan, yüzünde acı dolu bir ifadeyle onlara gitmelerini işaret etti. Nadya, Anna’ya karşı dirense de rahibe daha güçlüydü. Hayır, Kostya olmaz. Her şeyini kaybediyordu, onu da kaybedemezdi. Güvenliğimi onun hayatıyla takas etmeyeceğim. Boğazı düğümlendi. “Onu bırakmayacağım!” “Nadya, buna mecbursun.” Rahibenin elinden kurtulamadı. Yalnızca, Anna onu bir türbeye çekip kapıyı tekmeleyerek açtığında tökezlemekle yetindi. Anna onu karanlığa çekmeden önce gördüğü son şey, bir ok darbesi daha alırken sendeleyen Kostya oldu.
2
NADEZHDA
LAPTEVA
İnananlar, kuzeyden gelen başıboş bir kalabalığa karşı
koruyucu tanrıdan yardım istediklerinde onun desteğini
bekliyorlardı lakin çıkan savaşta katledildiler. Onların
aptallığı, Veceslav’ın aynı zamanda savaş tanrısı olduğunu ve kılıçların çarpışması gerektiğini unutmak olmuştu.
—İlahi Yazma, 4:114
Anna, Nadya’yı iterek kapıyı kapattı ve bir çubuk geçirerek kilitledi. Nadya onu durdurmak için mücadele etti. Eğer bir şey yapmazsa Kostya ölecekti fakat Anna kapının önüne geçerek Nadya’nın yolunu kesmişti. “Nadya,” diye sessizce yalvardı kız, kelimelere dökmediği her şey sesinden anlaşılıyordu. Bu durum her zaman olasılıklar arasında olmuştu; Nadya arkadaşlarının onun için ölmeye hazır olduğunu biliyordu. Şimdi yapabileceği tek şey, boşu boşuna ölmediklerinden emin olmaktı. Kaybın yasını sonra tut, şimdi ise hayatta kal.
Yumruklarını sıkıp arkasını döndü. Karşısındaki merdivenler karanlığa doğru iniyordu. İlk adımda neredeyse tökezleyip ne kadar aşağı gittiklerini zor yoldan öğrendi. Anna dengesini bulması için kolunu tuttuğunda rahibenin titrediğini fark etti. “Bize biraz ışık verme imkânın var mı?” diye sordu Anna. Sesi boğuktu, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Karanlık boğucu olsa da sessizlik daha çok rahatsız etmişti Nadya’yı. Savaş dışarıda tüm şiddetiyle devam etmesine rağmen içeride çıt çıkmıyordu. Metallerin çatışmasını ve yakınlarında atılan savaş naralarını duyabilmeleri gerekiyordu ama hiç ses yoktu. Nadya ışığı halledebilmişti. Kolyesini çekiştirerek Zvonimira’nın boncuğunu ve ışık tanrıçasının işareti olan mum alevini buldu. Zayıf bir dua etti; onları kurtaramayacak bir şey için âciz bir dilekten başka bir şey değildi. Zvonimira duayı kabul ederken, kutsal lisanda bir fısıltı döküldü kızın dudaklarından. Ellerinde beyaz ışıklar kıvılcımlandı. Parmak uçlarını birbirine bastırarak havaya yayılıp etraflarındaki alanı aydınlatabilecek bir ışık topu oluşturdu. “Golzhin dem,” diye lanet okudu Anna fısıltıyla. Anna merdivenlerden inerken Nadya’nın onun ardına düşmekten başka çaresi yoktu. En iyi arkadaşı muhtemelen ölmüştü. Bildiği her şey yerle bir olmuştu. Gözlerini her kapatıp açtığında, Veliaht Prens’in soğuk gülümsemesi canlanıyordu zihninde. Bir daha asla güvende olmayacaktı. Keşke bütün bunların yerine, aylar boyunca dağ gibi bir patates yığınını soyabilseydim. Nadya, yakındaki askeri kamplardan herhangi birinin hâlâ direnip direnmediğini ya da Tranavyalıların ülke içinde ilerlemeye devam ederken onları darmaduman edip etmediğini bilmiyordu. Komyazalov’un başkentine ve Gümüş Saray’a ulaşabilirse bir parça umut var demekti ama Veliaht Prens sadece birkaç adım ötedeyken bunun mümkün olduğundan da emin değildi. Nadya’nın bir yıl daha sır olarak kalması ve kendileri büyü gücüne sahip olmasalar da tanrısallığın temellerini anlayan rahiplerle kutsal dağlarda eğitim görüyor olması gerekiyordu. Tıpkı Kalyazin’i kâfirlerin meşalelerinden kurtaracak tek şeyin bir köylü kızı olabileceğinin bir sır olarak kalması gerektiği gibi. Ancak, savaş özenle hazırlanmış planlara aldırış etmezdi. Şimdi ise savaş Nadya’nın elinden varını yoğunu almıştı, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Kalbi sızladı, arbalet oklarının vücuduna saplanmasıyla dengesini kaybeden Kostya’nın hayali gözünün önünden gitmiyordu. Anna onu merdivenlerden aşağı indirerek uzun, nemli bir tünele götürdü. Onlarca yıldır kimse adımını atmadığı bir yere benziyordu. Birkaç dakika boyunca sessizlik içinde yürüdükten sonra Anna, duvara monte edilmiş eski bir ahşap kapının önünde durdu. Kapı acı bir iniltiyle açılana dek omzuyla yüklendi. Kafalarına yağan toz, Anna’nın başına geçirdiği şala kar taneleri gibi döküldü. İçeride yolculuk takımları, silah rafları ve özenle korunmuş yiyeceklerle dolu bir depo vardı. “Peder Alexei bunların asla gerekli olmamasını umuyordu.” Anna kasvetli bir şekilde iç çekti. Nadya, Anna’nın ona fırlattığı menekşe rengi tunik ile koyu kahverengi pantolonu yakaladı. Onları ince kıyafetinin üzerine geçirdi. Anna ona kalın, siyah bir yün palto ve kürklü bir şapka attı. Silah rafına yönelmeden önce kendi kıyafetlerini giydi. Nadya’ya birbirinin aynı olan gösterişli bir çift voryen verdi. Bir an için Nadya’nın elindeki bıçaklara bakıp duraksadıktan sonra hiçbir şey söylemeden üçüncü bir bıçak uzattı ve biraz daha düşünüp dördüncüyü de ekledi. “Onları kaybedip duruyorsun,” diye açıkladı rahibe. Haksız da sayılmazdı. Nadya bıçaklardan iki tanesini kemerine bağlayıp diğer ikisini botlarına yerleştirdi. En azından Prens onu yakaladığında silahsız olmayacaktı. Anna silah rafından bir venyiornik aldı. Uzun, tek tarafı keskin bir kılıcı beline bağladı. “Bu işimi görür,” diye mırıldandı. İki boş çanta kaptı ve onları dikkatlice yiyecekle doldurmaya başladı. “Şu uyku tulumları ile çadırı çantalara sen bağlar mısın?” Tüm oda sallandı, kapının olduğu tarafta sağır edici bir gürültü koptu. Nadya şaşkınlıkla bağırdı. Koridora baktı. Karanlıktan başka bir şey yoktu. Anna çantalardan birine bir raf dolusu konserveyi aceleyle boşalttı. Paniğin elleri, Nadya’nın yakasına yapışıverdi. Tünel pek uzun sayılmazdı. Tranavyalılar birkaç dakika içinde orada olabilirdi. Anna çantalardan birini omuzlayıp tünele yollandı. Nadya’nın güç bela anlayabildiği bir dilde hızla sarf edilen kelimeler onlara doğru süzülürken, dünyası ayaklarının altından kayar gibi oldu. Kelimeleri anlamasına ya da sesi tanımasına gerek yoktu. Konuşan prensti. O olmalıydı. Onun karşısında duramazdı. Bir an sonra Anna’nın peşinden koşmaya, kaçmaya başladı. Rahibenin tünelin kıvrımlarını ve dönüşlerini bildiğine ve yolun sonu artık nereye çıkıyorsa, onları bir Tranavya bölüğüne götürmeyeceğine güvenmek zorundaydı. Duvarlara toslayan büyünün sesi arkalarından tısladı. Bir şey Nadya’nın kulağını okşayıp geçerken, ısı dalgalar hâlinde yayılıverdi. Kızın önündeki tünelin kıvrımına çarparak kıvılcımlar saçtı. Prens yakındı, fazla yakın. “Tek szalet wylkesz!” Tünel boyunca yankılanan çığlık kulağa öfkeli gelmiyordu. Hatta neredeyse eğleniyormuş gibiydi. Net ve alaycı bir kahkaha yankılandı. Nadya dönüp karanlığa bakacak kadar yavaşladı. Siyahların içinden bir patırtı duyuldu. Başta hafif olsa da çok geçmeden yoğunlaşan ses sanki bir değil de birçok şeye ait gibiydi. Hareket eden bir kalabalık. Kız gözlerini kıstı. Çırpılan binlerce küçük kanat. Büyük bir yarasa yığını tünelin dar alanına akın etiği sırada Anna onu aşağı çekti. Nadya’nın ışık büyüsü kesilerek onları yaşayan, hareket hâlinde olan bir karanlığa gömdü. Yarasalar saçlarına dolanıyor, açıkta kalan kısımlarına saldırıyordu. Nadya, hiç duraksamadan Anna’yı takip ederken, rahibenin eli dışında her şeyin bu, varlığa gelmiş karanlıktan meydana geldiğini fark etti. Karanlık tarafından canlı canlı yutuluyorlardı sanki. Kanatlar ve pençelerin hareketli telaşı içinde sıkışıp kalmışlardı ki sonunda Anna’nın bir kapıdan girmesiyle hem kızlar hem de yarasalar karların üzerine saçıldı. Yarasalar, loş ışığa çarptıkları anda duman bulutları içinde gözden kayboldu. Nadya ayağa fırlayıp Anna’nın kalkmasına yardım etti. Bakışları dağ yamacının parlak beyaz karına zıt düşen derin siyah yarığa sabitlendi. “Gitmeliyiz,” dedi Nadya, mağara girişinden uzaklaşarak. Anna’ya baktı, cevap onu endişelendirmişti. Rahibe, gözlerini açık kapıya dikmişti. Tranavyalılardan eser yoktu. Gitmezsek öleceğiz. Nadya bir eliyle kolyesini yoklayarak doğru boncuğu bulurken diğerini yukarı kaldırdı. Görü tanrıçası Bozidarka’ya basit bir dua etti. Gözlerinin önünde canlı bir sahne belirdi. Prens taş bir duvara yaslanmış, yüzünde iğrenç, alaycı bir sırıtışla kollarını göğsünde birleştirmişti. Yanında da tünelin ağzına dik dik bakan, siyah saçları çenesinin hemen altında kesilmiş, bir gözü üzeri çivili bir göz bandıyla sarılı kısa bir kız duruyordu. Nadya kendine geldiğinde sahne kaybolmuştu. Harcadığı enerjiden başı dönüyordu, gözleri buğulandı ve kar beyazı tüm manzarayı ele geçirmişti. Güçlükle ayaklarının üzerinde durarak bir nefes verirken dengesini buldu. Tranavyalılar onları takip etmiyordu. Nedenini bilmiyordu ama sorgulamadı da. Nasıl olsa geleceklerdi. “Şimdilik güvendeyiz,” dedi bitkin bir hâlde. Daha fazla büyü yapmayacaktı. Biraz olsun uyumadan olmazdı. “Bu hiç mantıklı değil,” diye mırıldandı Anna. Nadya omuz silkerek dik dağ yamacına baktı. Karla kaplıydı, onların durdukları yerde ise daha az ağaç vardı. Tranavyalılar nihayet tünellerden çıkmayı başardıklarında, ardına saklanacak çok az şey kalmıştı. Nadya, Anna’nın nefesini kesen şeye dönüp baktı. Kendini to-
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGünahkâr Azizler
- Sayfa Sayısı360
- YazarEmily A. Duncan
- ISBN9786256826472
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Kâğıt Daha ~ Aneta Emilova

Bir Kâğıt Daha
Aneta Emilova
Biliyorum, bazen derin bir acı, insana, ölmemesini söyler. Çünkü ölse de o acıdan kurtulamayacak gibidir, en iyisi onu burada halletmektir, toprağın üstünde ve canlıyken....
- Limos ~ Larissa Ione

Limos
Larissa Ione
Nerede kalmıştım, dedi anlatıcı. Bir yudum su içti ve devam etti: Ne önemi var. Sonsuza dek şemalar çizebiliriz. İç içe geçen mahallelerden, üst üste...
- Acıbadem Operasyonu ~ Melek Çe

Acıbadem Operasyonu
Melek Çe
Birden Minör 11’in önüne siyah bir gül düştü. Ne kadar beklenmedik bir durumdu. Nereden çıkmıştı? Şimdi ne yapacaklardı? Yağmur’un aklına Müge ve Tilda ile...
