Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Kâğıt Daha
Bir Kâğıt Daha

Bir Kâğıt Daha

Aneta Emilova

Biliyorum, bazen derin bir acı, insana, ölmemesini söyler. Çünkü ölse de o acıdan kurtulamayacak gibidir, en iyisi onu burada halletmektir, toprağın üstünde ve canlıyken….

Biliyorum, bazen derin bir acı, insana, ölmemesini söyler. Çünkü ölse de o acıdan kurtulamayacak gibidir, en iyisi onu burada halletmektir, toprağın üstünde ve canlıyken. Bazı hayatlar vardır, bir acıyı telafi etmek için acımasızca uzamışlardır. Bazı hayatlar da bir mutluluğa, o mutluluğun yaşandığı ana çivi çakarlar. Ama çok az insan mutluluğu hafızasında tekrarlamak için yaşar, çoğu acısını ödetir yaşama. Günleri söke söke alır yaşamın cebinden. Seçenek diyorsun, ben sadece, –şansım olsun veya olmasın– beni yaşatacak şeyi seçiyorum.

Gustav, aklını bir çantada taşıyan, bütün benliği bir çantaya sıkışmış bir karakterdir. Birden tutunduğu aşk, onu bir yandan başka biri olmaya zorlarken diğer yandan benliğinin bütün gizlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Elinde çantası, kendi gerçekliğiyle bütün bir dünya arasında gidip gelen Gustav, benliği, aşkı ve hayatındaki onca insanla yüzleşmek zorunda kalır ve hikâye başlar.

Bu romana bir çanta, bir adam, bir kadın, yardımsever bir kadın, bir iblis, cehennemin bir parçası, bir leylek, bir balık, birkaç yıldız, bir rahibe ve daha birçok şey sığdı.

**

Dolunay, ikiye ayrılmamış, geniş, ışıktan bacağıyla tam karşısında dikiliyordu. Kalabalık ağaç kümelerinin arasına indirdiği elleri, siyah yapraklarla bantlanmış gibi duruyordu. Gerçek bir ormanın abis kadar karanlık olması gerektiğini söylerdi eski insanlar. Burası hakiki bir orman değildi.

Adam, burada bir ağaca toslamamak için arabasının farlarını yakmıştı, sonra yolun bu kadar aydınlanmasından hoşlanmadı. Yavaş gitmeye, yolu görmek için ay aşığını kullanmaya karar verdi; gecenin bu vaktinde, bu tenha yollardan kimsenin geçmeyeceğini tahmin ediyordu. Arabasını bir kenara park edip az önce göz göze geldiği dolunayı daha yakından izlemek niyetindeydi. İleride bir tepeye rastlarsa oradan.

Gece yolculuk etmek daha güzeldir çünkü taşıt anne karnını, yol rahim yolunu ve varılacak yer de yeni bir dünyayı simgeler. Karanlığın içinden insan bir bebek gibi geçer.

Adam da karanlığın içinde bir bebek gibi oyalanıyordu. Birkaç kurt, gözucuyla baktı yola; ufacık çakıllar, arabanın lastikleri sayesinde kendilerine yol kenarında, ağaçların köklerinde sığınacak, güvenli bir yuva buldular.

Adamla birlikte, yanından geçtiği ve bu yolculuğa şahit olan canlı cansız her şey, gözlerini aralayıp uyanıyor, arabayla eş bir hız kazanıyordu. O hızla geceyi takip ediyorlardı. Araba bir düştü bu saklı doğa parçası için, tatlı tatlı görmeye devam ediyorlardı onu.

İleride, arabanın altında bir şey ezildi. Adam ne olduğunu anlayamadı. Canlı bir hayvan değildir, diye geçirdi içinden; her hayvan yatacağı yeri öğrenmiştir. Bir leşti belki de: Bir tavşan, sabırsızlığının cezasını, yolun karşı tarafına asla ulaşamayarak çekecekti.

Çok ilerlemeden, araba tekrar bir leşin üzerinde yükseldi. Birkaç metre sonra bir kez daha aynı şey oldu ve adam bir yolda bu kadar çok leş olamayacağını, direksiyon başında düpedüz uyuyakaldığını ve bu yüzden bilinçdışının bedenini sarsarak onu uyandırmaya çalıştığını düşündü.

“Tabii uyursun aptal!” diye bağırdı kendine, farları yaktı. Oysa gözleri bir an bile kapanmamıştı yol boyunca. Gerçekten bir şeylerin üzerinden geçiyordu.

Arabanın farlarını yakarak yolu aydınlattığında, önünde irili ufaklı birçok şey belirdi. Yol adeta mayın tarlasına dönmüş fakat bu mayınlar bir düzenek sayesinde toprağın altından çekip çıkarılmışlardı. Şaşkınlıkla birkaç metre daha sürdü arabasını. Sonra bu sarsıntının hemen bitmeyeceğini anladı ve yerdekilerin ne olduğunu anlayabilmek için arabasını durdurup kapıyı açtı, dikkatle yeri incelemeye başladı.

Bunlar isteseler de kanayamayacak olan tazecik, yepyeni çantalardı. Ezilmelerinde bir sakınca yoktu.

Çantalar ölemez, ancak sahipleri ölmüş olabilirdi. Adamın da zaten arabasıyla çantaların sahibini çiğnemek gibi bir niyeti yoktu. Bele takılan çantalardan, ufak para keselerinden, cüzdanlardan, sırt ve kol çantalarından, istemediği kadar vardı yolda. Farlardan uzayan ışığın yetiştiği yere kadar yürüdü ve baktı bu çantaların yüzlerine. Başka bir yerde satıldıklarını görürse eğer, kesinlikle satın almayacaktı, bunlar artık ikinci el sayılırdı. Hatta nereden bilebilirdi etraftaki hayvanların gelip bu çantalara dadanmadığını; ya yemeye çalıştıysalar bunları, ya ıslak burunlarını dayayıp iyice kokladıysalar; sanki o kokuyla bu çantaların üretildiği fabrikayı bulabilecek gibi, ya yaladıysalar üstlerindeki parlak ve kaygan kumaşı?

Bu kuşkuların ardı arkası kesilmedi ve kendine bedava çantalar alabilecekken, tiksintiyle arabasına bindi. Yolun daha ne kadar böyle süreceğini bilmiyordu. Ne var ki sarsıntılar eşliğinde ilerleyeceğinden geri de dönemezdi.

Küçük, çelimsiz bavulların üzerinden geçiyordu yavaşça. Tekerlekler için bol kemikli et yemek demekti bu.

Hiçbir parçadan kaçamıyordu, her iki şeritte ve artık yol kenarlarında da bu çantalardan vardı. Onlardan kurtulmak için ya yola, iki kenarında da gölgelik eden ağaç kümelerinin arasına dalacak ya da aşağı inip çantaların nereye kadar gittiklerini kontrol edecek, bu eziyetin fazla sürmeyeceğinden emin olursa devam edecekti yolculuğuna.

“Ancak on metre daha katlanabilirim buna,” diyordu içinden, “daha uzun sürecekse biri gelip bu pisliği temizleyene kadar kenarda bekleyeceğim, başım ağrıyor, üstelik bu yeni manzarayı seyredebileceğim bir açıklık, dolunayı eksiksiz görebileceğim bir tepe yok görünürde.”

Bir adım attı… Bir adım daha… Sonraki adımını sağa doğru attı, koyu renkli bir sırt çantasının üzerine bastı, başka bir çantaya daha bastı ve bu çanta o kadar yumuşaktı ki onu kemirmeye gelmiş bir fareyi ezmiş olabileceğini düşündü. Çakıllar birer kuyruk gibi oynuyordu ayakkabılarının altında.

Çantalar arasında bir düzen, türleri ve dağılımları arasında bir tutarlılık yoktu. “Bunlara tepeden bakan koca gözlü biri için hazırlanmış bulmaca karesi olabilirler en fazla,” diye geçirdi aklından, “gördüğüm en iyi saçmalık.”

Artık sadece dolunayın ışığı yardım ediyordu görmesine. Çantaların dışında her şey kendini dünyadan çekmiş, payına düşen ışık miktarından vazgeçmiş ve bu yolu bırakmıştı geriye, sanki daha iyi seçilsin diye.

İçine kör bir korku saplandı, “Ben neden korkuyorum?” diye sordu kendine: “Bunları döken korksun, bunları burada unutan kimse o korksun, bunak!”

Fakat arabadan uzaklaştıkça korkusu daha da artıyordu. Ya ışık, bulutlar tarafından örtüldüğü ya da çantalar seyrekleştiği için, görmekte zorlanıyor ve kendini bu hiç bilmediği yerde yapayalnız hissediyordu.

Ne kadar yürüdüğünü hesaplayamıyordu bu yüzden. Bir viraja geldiğinde üstündeki ağaç kolları, ışıkla birlikte sökülmeyi bekleyen donmuş kırbaçlara benziyordu, her an biri üstüne düşebilir, saldırabilir ve korkudan ürperen bedenini bir vuruşla arabasına kadar savurabilirdi.

Daha fazla ilerlemek istemiyordu, o virajı dönmek istemiyordu. Ne var ki geri de dönemiyordu. Gece, açlığını gidermek için sonunda göğün tüm ışığını da yutar: Çevresindeki her şeyin gecenin midesine doğru çekildiğini hissediyordu. Biraz daha gitse bu çantaların sahibiyle orada bizzat karşılaşacağından emindi.

Sonra bir el tekrar yerine koydu küçük yıldızları. Bir yuvarlak çizdi ve içini kirli bir beyazla boyadı. Hepsinin yerlerini doğru hatırlıyordu.

Bundan cesaret alan adam, ağaçların gölgelerinden kurtulmak için koşmaya başladı. Yolun düz ilerlediği kısımlar boyunca ağaçlar kendilerini mümkün olduğunca dik tutmuştu. Fakat viraja gelindiğinde birbirlerine kavuşmak ister gibi karşı tarafa yönelmişlerdi. Gövdeleri de eğri büğrüydü. Basit bir çabayla, bu gövdeler hayalde, birbirlerine yapışık, dans eden çiftler olarak canlandırılabilirdi.

Çok geçmeden arabasının ışığı onu karşılamaya geldi. Göğsünden ve ayak bileklerinden kavrayıp çantalar arasında zikzaklar çizdirerek kendisine doğru çekti. Derhal çalıştırdı arabayı. Koltuk ve ışık, bu tozlu camlar ve kilitli kapılar ona daha önce kimsenin veremediği türden bir güven vermişti.

Dikkatini üstlerinden geçtiği çantalara vermemek için yüksek sesle müzik dinlemeye başladı. Fakat bu uzun sürmeyecekti. Şarkıların doluştuğu kulaklar ve o kulakların sahibi içeriden çıkacak ve müzik, açık kalan o kapıdan usul usul yola yayılacaktı.

Sabah olduğunda polisler, diz çökmüş ve bir çantayı açıp içine bakakalmış bir adam gördüler yolda. Kirpiklerine varana kadar donmuş gibiydi. Adam, polislerin çıplak yolda çınlayan ayak seslerini duymamıştı. Ne kadardır bu halde durduğunu tahmin etmek güçtü. Polislerden biri, tombul olan, “İyi misiniz beyefendi?” diye sordu alçak sesle. Cevap gelmedi.

Diğer polis parmağının ucuyla adamın omzuna dokundu, geri doğru ittirdi ve kımıldayabildiğinden emin oldu. Adam hızla eski konumuna döndü. Konuşmayı daha iyi bir çözüm olarak gören tombul polis diretti: “İyi misiniz beyefendi?”

Ve o kısacık cevap duyuldu: “Acele edin.”

“Niçin? Neden? Neden acele edelim? İyi misiniz?”

“Aklımı kaçırıyorum.”

“Ne! Aklınızı mı? Peki. Peki. Kimsiniz? İsminiz ne?”

“Gustav olmalı.”

“Bay Gustav, sizi aracımıza bindireceğiz. Gelin.”

“Aklımı kaçırıyorum. Aklımı kaçırıyorum…” diye sayıklamaya başladı, adının Gustav olduğunu düşünen adam. Polislerin kuşkulu bakışlarının odağında sayıklamaya devam etti:

“Aklımı bu çantanın içine hapsediyorum. Aklım bu çantadadır artık. Çanta sürekli aklıma gelmeli. Çanta hep yanımda olmalı. Onu elimde taşımalıyım. Yanımdan ayırmamalıyım. Aklımı kaçırıyorum. Gidiyor. Düşünemiyorum. Bu çantadan ayrılmama izin…”

Önünde duran çantanın kapaklarını yavaşça kapattı ve her şeyini içinde bıraktı.

Polisler onun bir suç işlemiş olduğunu ve bu suçtan paçasını kurtarmak için deli numarası yaptığını düşünüyorlardı. Adının Gustav olduğunu söyleyen ve dahası bundan emin bile olmayan bu adamı, arabanın arka koltuğuna oturttular. Tombul polis de yanına oturdu.

Çantasını incelemek istediğini söyledi ama adamdan buna razı olduğunu belirten hiçbir karşılık gelmedi.

Arabayı süren çelimsiz polis, arkadaşına soruyordu:

“Buraya tek başına nasıl gelmiş olabilir?”

Adı Gustav mı değil mi belli olmayan adam konuşulanlara karşı ilgisizdi. Tekrar donup kalmıştı.

“Buraya tek başınıza mı geldiniz Bay Gustav?”

Cevap alamayacağından neredeyse emin olarak sormuştu bu soruyu ve arkadaşıyla konuşmaya başladı:

“Yürüyerek gelmiş olamaz. Uzun süre açıkta kalmış olamaz. Sabaha kadar kurtlar yerdi.”

“Kurtların bile bir damak tadı var. Senin gibi her şeyi yemiyorlar şişko,” dedi ve gülüştüler. Tombul polis karnının acıktığını hissetti. Arabada yiyecek bir şey kalmamıştı, günün ilk yemeğini ilerideki kasabada yemeyi planlamışlardı ve bu Gustav bozması adam onları yemeğe bir müddet geciktirmişti.

Tombul polisin iştahı iyice kabarmıştı ve tekrar seslendi çantalı deliye:

“Belki içinde yiyecek bir şeyler vardır? Küçük bir paket. Kraker? Bakabilir misin?”

“Sen baksana! Neden rica ediyorsun. Sen polissin,” dedi arabayı süren.

“Evet. Ben bir polisim. Şu çantayı bir açalım bakalım Bay Gustav. Sadece yiyecek var mı diye bakacağız.

Olur ya, belki koymuşsunuzdur.”

“Baksana, bir şey bulamazsan prezervatifindeki çilek kokusunu içine çekersin. Pisboğaz,” dedi arkadaşı, pis bir sırıtışla. Aslında çantalıya sırıtıyordu; çünkü içinde, bu adamın bir fahişe tarafından terk edildiği hissi uyanmıştı.

“Çilekli kullandığını nereden biliyorsun?”

“Kullanıp kullanmadığını bile bilmiyorum!”

“Öyleyse kullanmıyordur!”

“Ama kullansa iyi olur.”

“Kullanıyor musunuz Bay Gustav? Korunuyor musunuz yani? Bir hastalığınız yok değil mi?”

“Ne yapacaksın hastalığı yoksa?”

“Merak etme seni aldatmayacağım.”

Sonra aklına çantayı açacağı geldi. “Bu adam!” dedi,

“Çantasından ayrılmak istemediğini söylemişti ama bir kaçığın sözüne aldırılmaz değil mi?”

“Ama Bay Gustav diye hitap ediyorsun,” diye ikaz etti, şoför koltuğundaki sıska polis.

“Evet, sen de ezberlemişsin işte,” diye karşılık verdi tombul. “Gustav veya değil, ismi olmamasından iyidir, yoksa hep ‘şu adam’ diye seslenirdik. Biri benden ‘tombul’ diye bahsetse, senden ‘sıska’ veya ‘kız’ diye bahsetse? Bu bizi ne kadar aşağılar değil mi?

Kimse bu tip bir aşağılanmayı hak etmez, ismi bilinen her şey ismiyle çağrılmalıdır.”

Fakat bu iki polis, sürekli aşkın gerektirdiği hitap şekillerini kullandıkları, birbirlerine gerçek isimleriyle seslenmedikleri için adlarını hiç öğrenemeyeceğiz. Yine de ileride Gustav’ın gerçek adı hakkında bir bilgi alma umudumuz var. Çünkü tombul (vadi zambağı) çantayı almaya kalktığında, adamın gerçekten aklını kaçırmış olduğuna inanacaklar ve sıskayla (alaca şeker) birlikte kasabada ondan kurtulacaklardı. Böylece bu çaresiz adama başkaları yardım edecekti.

Tombul polis, adamın kucağında duran kahverengi evrak çantasını almak için sağ elini uzattı. Gustav sesini çıkarmadı, yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı. Polisin parmakları tozlandı, çantanın sapından tutmak istemiyordu çünkü sap tam Gustav’ın organının üstünde duruyordu.

Kenarından kuvvetlice tutarak çantayı yukarı kaldırdı, içi pek dolu değildi anlaşılan, sanki iki parça odun kaldırıyormuş gibi geldi.

Bir gözüyle Gustav’ın vereceği tepkiyi takip ediyor, diğer gözüyle de araladığı çantanın içinde bir paket yiyeceğin karanlıktan kurtulup kendi rengini belli etmesini bekliyordu. Çanta yavaşça açılırken Gustav’ın dudakları da aralandı. Bu eşzamanlı aralanmayı gözden kaçırmamış olan tombul, artık dilediğince oynayabilirdi bu kuklayla.

“Gördün mü? Bay Gustav bizimle konuşacak galiba,” diyerek keyiflendi tombul.

“Orada kim var?” diye sordu çantası açılan adam, ileri bakıyordu, sanki uykusunu bölen bir hırsızı arıyordu.

“Buradayım Bay Gustav, hey! Buradayım, tam solunuzda. Bakın. Bakın bana. Evet. Bakın ben bir polisim.”

“Polis,” diye tekrar etti Gustav. “Polisler ne yaparlar?”

diye sordu kafasını tombula çevirerek.

“Başka polisleri bilmem. Ama biz işimizi yaparız.” diye lafa girdi sıska.

“İşiniz ne?”

“Polislik,” dedi tombul sinirlenerek.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBir Kâğıt Daha
  • Sayfa Sayısı304
  • YazarAneta Emilova
  • ISBN9789750765650
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Aya Tırmanmak ve Diğer Öyküler ~ Ursula K. Le GuinAya Tırmanmak ve Diğer Öyküler

    Aya Tırmanmak ve Diğer Öyküler

    Ursula K. Le Guin

    Bu kitaptaki on sekiz öyküde Le Guin okuru tekinsiz evlere, tekinsiz konulara, zihnin gerisinde fark edilmeyi bekleyen duygulara, hayata tutunmak için verilen ince mücadeleye,...

  2. Anahtar Deliğinden Esen Rüzgar ~ Stephen KingAnahtar Deliğinden Esen Rüzgar

    Anahtar Deliğinden Esen Rüzgar

    Stephen King

    Roland ve arkadaşları, ışın demetine doğru süren yolculuklarında yeri göğü birbirine katan, ağaçları köklerinden söken bir fırtınaya yakalanırlar. Fırtınadan korunmak için sığındıkları yerde, Roland...

  3. Yıllar ~ Virginia WoolfYıllar

    Yıllar

    Virginia Woolf

    Virginia Woolf’un en uzun romanı olan Yıllar, bir ailenin üç nesillik öyküsünü kusursuz bir dönem resmi içinde sunar. 1880’ler Londrası’nda Viktorya Çağı’na özgü geniş...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur