Wyclif İngiltere’sinde küçük topraklı bir şövalyenin dördüncü oğlu olan Hugh de Singleton, iyi bir tahsil görmüştür. Cerrahlık eğitimini yeni tamamlamış olarak Oxford’daki penceresinde müşteri beklediği sırada Lort Gilbert, uşağının atı tarafından tepilir. Hugh’un başarılı tedavisi sonucunda Lort Gilbert, mesleğini icra etmesi için onu Bampton köyüne davet eder. Çok geçmeden cerrahımız kendini bazı kemiklerin kime ait olduğunu tespit etmeye çalışırken bulacaktır…
***
Bölüm 1
Uctred domuz kemikleri bulduğunu sanmıştı. Kemiklerin neden Bampton Kalesi surlarının dibindeki lağım çukurunda olduğunuysa bilmiyor ya da umursamıyordu.
Sonra kafatasını buldu. Uctred, Bampton Kalesi’nin lordu ve üçüncü Baron Talbot olan Lort Gilbert’in toprağına bağlı bir serfti ve çok sayıda domuz öldürmüştü. İnsan kafatasıyla domuz kafatasının arasındaki farkı bilirdi.
Lort Gilbert kemikleri incelemem için beni çağırtmıştı. Herkes bu kemiklerin kime ait olduğunu biliyordu. Bampton’da yakın zamanda yalnızca iki adam kaybolmuştu. Bu kemikler ikisinden birine ait olmalıydı.
Sör Robert Mallory, Lort Gilbert’in güzel kız kardeşi Leydi Joan’ın taliplisiydi. Paskalyadan hemen sonra o ve yardımcısı, söylentilere göre Lort Gilbert’le bir işi görüşmek için kaleye çağrılmıştı. Bu işin ne olduğu hakkında bilgim yok ama konuşmanın bir bölümünün çeyiz hakkında olduğunu sanıyorum.
İki gün sonra yardımcısıyla birlikte kale kapısından çıkıp atını Burford’a giden kuzey yoluna sürmüştü. Kapı görevlisi çıktığını görmüştü. O zamandan beri onu ya da yardımcısını gören olmamıştı. Babasının Northleech’teki köşküne de gitmemişti. Onun tekrar Bampton Kalesi surlarının – neredeyse – içerisine ölü bir halde ve kimselere görünmeden nasıl girmiş olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Olay cinayete benziyordu.
Kaleye mesleğim olan cerrahlık dolayısıyla çağrılmıştım. Bu işi seçerken görevlerim arasında kemiklerden pislik temizlemenin de olduğunu bilseydim eski mesleğim olan kâtipliğe devam ederdim.
Ben Singleton’lu Hugh; Lancashire Kontluğu’nda yaşayan az topraklı bir şövalyenin dördüncü ve son oğluyum. Little Singleton ismi köşke uygun bir ad olmuş çünkü bu köşk gerçekten de küçük. Babam, araziyi Robert de Sandford’dan fief* olarak almıştı. Burada büyümek çok güzeldi. Amaçsız, tembel bir gelgiti andıran akıntısıyla bir çarşaf kadar düzgün olan Wyre nehri, doğuda on mil öteden bile görülebilen dağlardan, eşit uzaklıktaki kuzeybatı denizine doğru yol alıyordu.. En küçük evlat olduğum için arazi benim geleceğimde bir rol oynamayacaktı. Toprakları en büyük ağabeyim Roger alacaktı. Küçükken bir keresinde ağabeyimin, topraklarını büyütecek kadar çeyizi beraberinde getirebilecek gelin adayları hakkında babamla konuştuğunu duymuştum. Bu konuda kısmen başarılı da oldular. Maud’un çeyizi ağabeyimin topraklarını iki katına çıkarttı. Üç çocuk sahibi olduktan sonra Roger yatağının büyüklüğünü de iki katına çıkardı. Maud asla zayıf biri olmamıştı. Doğurduğu her vâris kilosuna kilo katmıştı. Roger ise bundan rahatsızlık duyuyor gibi görünmüyordu. Vârisler önemliydi.
Köyümüzün rahibi Peder Aymer, bölge okulunda ders veriyordu. Ben dokuz yaşındayken, Kara Ölüm’ün ilk görüldüğü yıl babamla konuştu ve geleceğim kararlaştırıldı.
Öğrenme azmi gösteriyordum, dolayısıyla yüksek öğrenim görecektim. On dört yaşındayken beni kâtip, hatta kim bilir belki de ileride avukat ya da rahip olmam için Oxford’a gönderdiler. Bu yanlış bir zamanlamaydı, çünkü üniversitedeki ikinci yılımda öğrenci bir arkadaşıma anayoldaki barlardan birinde su katılmış bira verilince arkadaşım öfkeden çılgına döndü ve birkaç arkadaşıyla birlikte barı darmadağın etti. Bar sahibi yardım çağırınca bu arbede, o günden sonra St. Scholastica Günü Ayaklanması olarak bilinen şiddetli bir çatışmaya dönüştü. Şerif asayişi tekrar sağlayana kadar yaklaşık yüz öğrenci ve kasabalı hayatını kaybetti. Konakladığım yerden çıkmaya cesaret eder etmez Lancashire’a kaçıp Aziz Michael Yortusu’na kadar dönmedim.
Kara Ölüm biraz daha kötüye gitse, Little Singleton bana bile kalabilirdi. Roger ve bir oğlu, Aziz Peter Yortusu’ndan önceki hafta, 1349 yılında iki gün arayla öldüler. Sonra Meryem Ana Yortusu’nda, üçüncü kardeşim hastalandığı gün hayatını kaybetti. Peder Aymer dört unsurun –hava, toprak, ateş ve su– arasındaki dengesizliğin hastalığa neden olduğunu söyledi. Çoğu rahip, hatta din adamı olmayanlar bile, bunun Tanrı’nın gazabı olduğunu düşündüler. Kuşkusuz, insanlar O’na hiddetlenmesi için yeteri kadar neden vermişlerdi.
Çoğu hekim, dengesizliği havaya bağlıyordu. Peder Aymer duman çıkarmak için yaş odun yakmamızı, belirli aralıklarla kilise çanını çalmamızı ve havaya güzel koku yaymak için boynumuza baharat kesesi asmamızı önerdi. Ben henüz çocuktum ama o zamanlar bile bu tedbirlerin işe yaramadığını düşünüyordum. Bazı kötü rahipler gibi görevden kaçmayan Peder Aymer, ölmek üzere olan ağabeyim Henry’nin vücuduna kutsal yağ sürdükten bir hafta sonra hayata gözlerini yumdu. Yağ sürme ayinini ağabeyimin yatağının biraz uzağından, kapıdan izledim. Peder Aymer’in hırıltılı nefes alan ve ölmek üzere olan ağabeyimin üzerine doğru eğilişini, ayin ilahisini söylerken boynundaki baharat kesesinin sallanışını hatırlayabiliyorum.
Böylece yeğenim ve annesi Little Singleton’u miras olarak aldı ve ben de Oxford’a gittim. Dersler bana pek cazip gelmemişti. Peder Aymer bana Latince ve biraz da Yunanca öğrettiği için bu dillerdeki yetkinliğimi geliştirmem zor olmadı. Trivium ve quadrivium’u öngörülen altı senede öğrendim ancak mezun olduktan sonra din adamı olmayı seçmedim. Aklımda yalnızlığımı sona erdirecek belirli bir hanım olmasa da bekâr kalmaya niyetim yoktu.
Tahsilime devam etmek istiyordum. Belki de hukuk okumalı, Londra’ya gitmeli ve krallara danışmanlık yapmalıyım, diye düşünüyordum. Hapishanelerde ya da büyük binalarda hayatları son bulan kral danışmanlarının sayısı beni bu fikirden caydırmış olmalı. Ancak gençler aptalca fikirlerin peşinden gitmekten pek vazgeçmezler.
Az nüfuslu bir köyün papazlığını yapmayı ya da geçimimi sağlayacak kadar gelirimin olduğu bir papaz yaşamını ne kadar da küçümsediğimi görüyorsunuz. Bu, Tanrı’ya hizmet etmek istemediğimden değildi. Bence bu yöndeki arzum, bu görevi seçip kiliseye hizmet ederken bir yandan da kendi çıkarlarına hizmet eden birçok kişininkinden daha büyüktü. 1361’de mastırımı bitirdiğimde veba yeniden ortaya çıktı. Önceden olduğu gibi Oxford yine büyük zarar gördü. Yüksekokulların sayısı oldukça azaldı. Birçok arkadaşımı kaybettim ama Tanrı bir kez daha canımı bağışladı. O’nun beni mutlu ettiği gibi O’nu mutlu edecek kadar yaşayabilmek için çok dua ettim.
Üç öğrenciyle birlikte St. Michael’s Caddesi’ndeki bir dairede kalıyordum. Öğrencilerden biri, salgının yeniden çıktığına dair ilk işareti görür görmez şehirden kaçtı. Diğer ikisi öldü. Onlara yardım edebilmek adına hiçbir şey yapamadım ama onları rahat ettirmeye çalıştım. Hayır, bir insan boynundan kasıklarına kadar patlayan apselerle kaplanınca hiçbir şekilde rahat ettirilemez. Onlara su getirdim ve ateşlenen başlarına ıslak bez koyup ölürlerken başlarında bekledim.
Garstang’lı William, beş yıl önce Balliol College’a kaydolduğundan beri arkadaşımdı. Birbirlerine yalnızca on mil uzaklıktaki köylerden olmamıza rağmen (onun köyü çok daha büyüktü; orada her hafta pazar kuruluyordu) öğrenciliğimize dek karşılaşmamıştık. Ölmeden bir saat önce William, yatağına yaklaşmam için işaret etti. Yaklaşmaya cesaret edemiyordum, ama eşyalarını bana vasiyet ederkenki hırıltılı fısıldayışını duydum. Az sayıdaki eşyası arasında üç adet kitap vardı. Tanrı, işlerini akıl ermez bir şekilde halleder: Ağustos 1361 sömestr tatilinde, hayatımı sonsuza dek değiştirecek üç şey yapmayı seçti. İlk olarak, William’ın kitaplarından birini –Henry de Mondeville’in Cerrahlık İlmi adlı kitabını– okudum ve insan bedeninin heyecan verici karmaşıklığı hakkında bilgi edindim. Gün boyu ve gecenin geç saatlerine, bütün mumlarım bitene kadar okudum kitabı. Bitirdikten sonra tekrar okudum ve gidip birkaç mum daha aldım.
İkinci olarak, âşık oldum. Ne adını ne de evini biliyordum. Bununla birlikte ilk bakışta onun üst tabakadan biri olduğunu ve beni aştığını anladım. Fakat gönül ferman dinlemiyordu. De Mondeville’in kitabını, yiyecek bir şeyler almaya gitmek için bir kenara bırakmıştım. Otelden çıkarken gördüm onu. Oldukça zarif bir şekilde, boz bir ata biniyordu. Kocası olduğunu düşündüğüm bir adam da ona eşlik ediyordu. Yine oldukça güzel bir başka hanım da onların yanında atını sürüyordu ama ona pek bakamadım. Bu üçlünün arkasında yarım düzine uşak atların üzerinde ilerliyordu. Giydikleri mavi siyah tunikler belki de ailenin kimliğini gösteriyordu ama onlara da pek dikkat etmedim.
Bir gün piskoposluk rütbesine erişebilirsem kendime bir hanım seçip bekâret yeminimi hiçe sayabilirim. Bu mesleği seçenlerin çoğu böyle yapıyor zaten. Alt sınıflardaki mahalle papazları muhtemelen daha ihtiyatlıdır ama yine de çoğu kadınlarla oluyor. Birlikte yaşadıkları ve çocuklarını doğuran kadına sadık kaldıkları sürece bu, genellikle onlara karşı kullanılmaz. Ancak ben bir yemini bozmanın, yalnızca kiliseyle evli olunan münzevi bir hayat kadar itici olduğunu düşünüyorum. Kilise zaten İsa’nın gelinidir ve başka bir eşe de ihtiyacı yoktur.
Boz kısrağın üzerindeki kadın koyu kırmızı bir elbise giymişti. Hava sıcak olduğundan pelerin ya da şal almamıştı. Sade, beyaz bir başlık takmıştı. Başlık geriye itilmişti, böylece kestane rengi saçları kusursuz yüzünü çevreliyordu. Daha önce de güzel kadınlardan etkilenmiştim. Bu, düzenli aralıklarla olan bir şeydi. Ama hiç böyle olmamıştı. Tabii ki bir önceki için de aynı şeyi söylemiştim.
Evlerden birinin önünde durmalarını ümit ederek bu üçlüyü ve tedbirli bir mesafeden peşlerinden giden uşaklarını takip ettim, fakat hayal kırıklığına uğradım. Oxpens Caddesi’ne doğru devam ettiler, Castle Mill Deresi’ni geçtiler ve ben köprünün üzerinde durup kendimden tamamen geçmiş bir şekilde onları izlerken batıya doğru giderek gözden kayboldular. Neden başka birinin karısı gibi görünen bir bayan için aşk acısı çekiyordum? Kim bilebilir? Ben bilemem. O güne dönüp baktığımda şimdi çok aptalca geliyor. O zaman böyle gelmiyordu tabii.
O hanımı aklımdan çıkardım. Hayır, yalan söylüyorum. Güzel bir kadını aklınızdan çıkarmak ayaktaki nasırı çıkarmak kadar zordur. Ayrıca rahatsız edicidir de. Yine de denedim. De Mondeville’in kitabına dönüp kitabın sayfaları arasında üçüncü bir yolculuk yaptım. Kafam karışmıştı ama bunun sebebi de Mondeville’in yazdıkları değildi. Aklımdaki meslek artık çekici gelmiyordu. Prenslere danışmanlık yapmak sevimsiz görünüyordu. İnsanların kırık kemiklerini ve hasarlı bedenlerini iyileştirmek neredeyse bütün zihnimi kaplamıştı. Bilinmeyene atlamaktan korkuyordum. Oxford bilim insanları, avukatlar ve kâtiplerle doluydu. Onların arasına katılanı herhangi bir sürpriz beklemiyordu. Ayrıca şehir, gerektiğinde yaraları diken ve flebotomi yapan berberlerden kendilerini çok daha üstün gören çok sayıda hekime de ev sahipliği yapıyordu. Merhemler ve ilaçlarla uğraşan bir hekimin işi bile bilindikti. Ancak de Mondeville’in kitabı bana cerrahlık hakkında ne kadar az şey bildiğimi ve bu mesleği seçersem ne kadar çok şey öğrenmem gerektiğini söylüyordu. Tavsiyeye ihtiyacım vardı.
Sanırım Oxford’da Üstat John Wyclif’ten daha bilge bir insan yoktur. Farklı düşünenler tabii ki vardır. Bunlar da genellikle Üstat John’un münazaralarda yendiği bilim insanlarıdır. Her ne kadar incelik üstadın çok sayıdaki erdemlerinden biri olmasa da öğrencilerine gösterdiği özen öyledir. Tavsiye almak için onu aradım ve Balliol College’deki odasında kitap okurken buldum. Rahatsız etmek istemiyordum aslında ama kapısına tıklayanın ben olduğumu görünce beni sıcak karşıladı.
“Hugh… İçeri gel. İyi görünüyorsun. Gel, otur.”
Oturmam için yer gösterdi, ben de gösterdiği yere oturdum. Ziyaret sebebimi söylememi bekleyerek sessizce bana baktı.
“Tavsiye arıyorum,” diye söze başladım. “Tıpkı buradaki birçok insan gibi hukuk okumayı düşünüyordum, ama yeni bir kariyer aklımı çeliyor.”
“Hukuk güvenli bir iştir. Çoğu kimse için…” dedi Wyclif. “İlgini çeken bu yeni yol nedir?”
“Cerrahlık. Yaralanmaların ve hastalıkların tedavileriyle ilgili eski ve yeni yöntemleri anlatan bir kitabım var.”
“Sırf bu kitaptan etkilenerek yeni bir mesleğe mi girişeceksin?”
“Akılsızca olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Pek sayılmaz. İnsanlar kendilerini ya da başkalarını yaraladıkları sürece cerrahlara ihtiyaç olacaktır.”
“Öyleyse hiç işsiz kalmam.”
“Evet,” diye yüzünü buruşturdu Wyclif. “Ama neden benden tavsiye istiyorsun ki? Bu konular hakkında pek bilgim yoktur.”
“Cerrahlık hakkındaki bilgileriniz için değil, kararımı gözden geçirmeme yardım etmeniz için soruyorum.”
“Başka kimselere akıl danıştın mı?”
“Hayır.”
“Öyleyse ilk hatanı yaptın demektir.”
“Başka kime akıl danışabilirim ki? Bir cerrah olarak yaşayacağım hayat hakkında tavsiye alabileceğim birini tanıyor musunuz?”
“Elbette. O, her meslek için tavsiyede bulunabilir. Teoloji üzerine araştırmacı olmaya karar verdiğimde O’na danışmıştım.”
Sustum, çünkü Üstat John’un dediği gibi hem teoloji hem de cerrahlık hakkında tavsiye verebilecek bir insan tanımıyordum. Belki de bu kişi Oxford’da yaşamıyordu. Wyclif şaşkınlığımı fark etti.
“Tanrı’nın isteğini ve yönlendirmesini niyaz ettin mi?”
“Ah… Anlıyorum. Bu konuyla ilgili dua edip etmediğimi mi soruyorsunuz? Evet, ettim, ama Tanrı bir şey söylemedi.”
“Dolayısıyla sen de en iyi ikinci kişi olarak benim tavsiyemi istiyorsun.”
“Fakat… Tanrı’nın her meslek hakkında tavsiyede bulunabileceğini az önce kendiniz söylediniz.”
“Şaka yapıyorum. Elbette ben de tıpkı herkes gibi Yüce İsa karşısında ikinciyim. Hatta belki de üçüncü ya da dördüncü…”
“O halde bana yol göstermeyecek misiniz?”
“Öyle mi dedim? Neden cerrah olmak istiyorsun? Kandan, yaralardan ve acılardan zevk mi alıyorsun?”
“Hayır. Midemin kaldırabileceğinden şüpheliyim.”
“Öyleyse neden?”
“İnsanı, yaralarını ve tedavilerini araştırmak heyecan verici geliyor. Üstelik ben… Ben başkalarına yardım etmek istiyorum.”
“Bir rahip olarak da bunu yapabilirsin.”
“Evet, ama başka bir insanın ölümsüz ruhuyla ilgilenmeye cesaret edemiyorum.”
“Bir insanın bedenini riske atarsın, ama ruhunu atamazsın, öyle mi?”
“Cerrah ya da hekim ne yaparsa yapsın beden sonsuza dek var olamaz ama ruh cennete yükselebilir ya da cehenneme atılabilir. Sonsuza dek…”
“Rahip de iyi ya da kötü şekilde yönlendirerek etki edebilir,” diye düşüncelerimi tamamladı Wyclif.
“Kesinlikle. Bu sorumluluk benim için çok büyük.”
“Keşke bütün rahipler senin gibi düşünse,” diye mırıldandı Wyclif. “Peki, savaşta kaybedilen bir kolu kesmek seni rahatsız etmez mi?”
“O sadece bir et, ölümsüz bir ruh değil.”
“Doğru söylüyorsun, Hugh. Ayrıca insanların hayatlarını kolaylaştırmaya yardımcı olmak da çok faziletli bir şeydir. Yüce İsa da insanları dertlerinden kurtarmak için çok sayıda mucize gerçekleştirmiştir, değil mi? Sen de böyle yaparsan onun yolundan gitmiş olursun.”
“Ben hiç bu açıdan düşünmemiştim,” diye itiraf ettim.
“Öyleyse şimdi düşün. Cerrah olursan Yüce İsa’yı örnek al. O zaman yaptığın iş başarılı olur.”
Böylece Tanrı’nın üçüncü mucizesi de gerçekleşti: bir meslek. Öğrenim görmek için Paris’e gidecektim. Little Singleton’daki topraklardan gelen gelirim yıllık 6 sterlin 15 şilindi ve bu gelir öğrenci olduğum sürece devam edip sekiz yıl sonra kesilecekti. Gelirlerimle Paris’te ancak bir yıl geçinebilirdim. Ne düşündüğünüzü biliyorum; paramı hovarda bir hayat sürerek harcamadım. Paris pahalı bir şehirdir. Orada çok şey öğrendim. Otopsileri izledim ve katılımda bulundum. Flebotomiyi, sütürü, dağlamayı, ok çıkarmayı, kırık kemikleri yerine oturtmayı ve iltihap tedavilerini öğrendim. Diş çekmeyi ve tümör temizlemeyi öğrendim. Kafatasını kısmen delerek baş ağrısını geçirmeyi ve fistül tedavisini öğrendim. Hangi bitkilerin kanı durdurduğunu, acıyı hafiflettiğini ya da yarayı temizlediğini öğrendim. Günün birinde geçimimi sağlayacağını umduğum mesleği öğrenirken hem zamanımı hem de paramı bildiğim en akıllı şekilde kullandım.
————
* Derebeylik düzeninde, derebeyi tarafından bir vasala verilen toprak veya mal. (çev.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHuzursuz Kemikler
- Sayfa Sayısı296
- YazarMelvin R. Starr
- Çevirmenİlker Sevinç
- ISBN9786058808553
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Boşluk ~ Barbara Kingsolver
Boşluk
Barbara Kingsolver
YENİ DÜNYA KADAR DERİN VE ZENGİN Boşluk, Meksika’nın sıcak kalbi ve 1950’lerin soğuk McCarthy Amerikası arasında kalan bir adamın güvenlik arayışının, insanın içine işleyen...
- Harmattan ~ Gavin Weston
Harmattan
Gavin Weston
Gençlik yıllarında Batı Afrika’da öğretmenlik yapan Gavin Weston’un Nijer’de geçirdiği günlerden esinlenerek kaleme aldığı Harmattan’da küçük bir kız çocuğunun büyüme sancılarını anlatılıyor. Ve tabii...
- Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü ~ Beppe Fenoglio
Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü
Beppe Fenoglio
Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan direnişçilerini ve savaş sonrasının taşra hayatını yalın bir gerçekçilikle anlatan on iki öyküden oluşuyor....