Kitapların tükendiği, el yazısının yavaş yavaş unutulduğu, kütüphanelerin kapandığı, gazetelerin artık hükmünün kalmadığı ve tüm iletişimin “Mem” adı verilen gelişmiş tabletler üzerinden yürüdüğü bir dünya… Peki insanların konuşmak için bile bu cihazlara ihtiyaç duyduğu ve artık kelimelerin para ile satıldığı yakın bir gelecekte, dünya üzerindeki son sözlüğün editörü bir gece ansızın ortadan kaybolursa ne olur?
Peki ya siz birine âşık olduğunuzu ona anlatmak için artık kelimelere para ödemek zorunda kalacağınız bir dünyada nasıl yaşardınız?
Her sayfası aksiyon, edebiyat, felsefe ve macera dolu yepyeni bir roman…
“İnanılmaz sürükleyici, beklenmedik gelişmelerle okuru sarsan bir roman! Alice Harikalar Diyarında’yı seven okurlar için tam bir alternatif gelecek kurgusu…”
A
Al•ice \ˈa–ləs\ i
Alice
yansımayla dönüşen kız
Geçtiğimiz kasım ayının çok soğuk ve tenha bir cuma gününde babam Sözlük’ten yok oldu. Hem de sadece ofislerinin yer aldığı camlı, büyük binadan değil; İngiliz Dili Kuzey Amerikan Sözlüğü’nün baş editörü, babam Douglas Samuel Johnson, hazırlanmasına yardımcı olduğu eserin içerisinden de o gece esrarengiz bir biçimde silindi. Bu, Sözlük ölmeden, sözcükler geçerliliğini yitirmeden önceydi. Virüsten önce… Dilimiz kar gibi eriyip gitmeden önce… Ben sevdiğim her şeyi kaybetmeden önce… Öğrendim ki kelimeler zaman içindeki makaralar gibi… Başka zihinlere açılan kapılar… Kelimeler olmazsa geriye ne kalır ki? Anlaşılmaz gelenekler… Tuhaf törenler… Katılaşmış kalpler… Kelimeler olmadan bizler tarihin yetimleriyiz. Yaşamlarımız ve düşüncelerimiz onlar olmadan silinip gider. Babam ortadan kaybolmadan, S0111’in ilk işaretleri görülmeden önce hayat tarzımız üzerine çok az düşünmüştüm. Büyüdüğüm, değişen dünya -kitaplarla mektupların, fotoğraflarla haritaların, paket servis yapan restoranların menülerinin, zaman çizelgelerinin, albüm içi yazılarının ve günlüklerin yavaşça azaldığı- kabullendiğim bir dünyaydı. Bir şeylerden mahrum kaldıysam bile bunlar özlediğim şeyler değildi. Kelimeleri nasıl özleyebilirdim ki? Yazılardan oluşan bir denizde boğuluyorduk. Her dakika çan çan bir yenisi geliyordu. Babam ise teşekkür notlarının ve el yazısının ölümünün yasını tüm hayatı boyunca tuttu. Gazeteler… Kütüphaneler… Arşivler… Pullar… Kabullenmesinin vakit aldığı cep telefonlarını bile özledi. Ve tabii ki sözlüklerin basımı biter bitmez onların kaybına da dertlendi. Bu gibi şeylere duyduğu özlemi bir nebze de olsa anlayabiliyordum. Eski bir Olivetti daktilonun güzelliği… Bir mektup açacağı… Bir dolmakalem… Ama Mem’in belirsiz “sonuçlarından” ve tehlikelerinden karamsarlıkla bahsettiğinde açıkçası onu ciddiye almamıştım. “Hızla bozulma” ve “kendi kuyruğunu yiyen yılan” üzerine vaaz verip medeniyetin sonunu öngördüğünde de… Yıllar boyunca, o en sonunda olacakların çoğunu -hafızanın zayıflaması, Kelime Borsası’nın yükselişi, sonrasında dil virüsü- tahmin ederken kimse onu dinlemedi. Ne hükümet ne medya ne yayıncılık endüstrisi ne de bu yakınmalardan çok sıkılan annem… Ben de dinlememiştim, yirmi üç yaşımda onun yanında çalışmaya başladıktan sonra bile dinlemedim.
İlerledikçe karşımıza çıkabilecek dönemeçleri kimse dert etmediği gibi, daha da yükseklere uçtuk. Şey… Aslında kimse değil. Babamın komplocu tanıdıkları olduğunu sonrasında öğrendim. Onun az rastlanır inançlarını paylaşan insanlar… Ama onlardan babamın ortadan kaybolduğu geceye kadar hiç haberim yoktu. Daha doğrusu, onlar beni buldu.
Babamla akşam yemeğinde 52. Cadde’deki Fancy Dinner’da buluşacaktık; bu çocukluk ritüelini daha bir ay önce, erkek arkadaşım Max’in evden taşındığı gece yeniden diriltmiştik. Max’le dört yılımız toza dönmüştü. Belki de ayrılığa bu kadar şaşırmamak lazımdı; ne de olsa geçmişte ikimiz de ilişkiyi bitirmeye çalışmıştık. Fakat en sonunda sağlam ve güçlü bir yerde durduğumuzu düşünüyordum ki Max gidiverdi. Babamın odasına palas pandıras dalıp da haberi verdiğimde babam erken paydos etmeyi teklif etti. Onun asistanlığını yapıyordum -babam “yazman” diyordu- dört yıldan fazla bir zaman önce, ön lisanstan hemen sonra çalışmaya başladığımda bu işin geçici olacağını düşünmüştüm; çizim dosyamı bitirip üniversiteye başvuruncaya kadar yaparım diyordum. Fakat söz konusu hayatımı çok sever oldum.
Sanki küvetteymiş gibi gevşedim. Film izleyecek vaktimin olması hoşuma gidiyordu: Uzun, konusuz ve İtalyan; kısa, şiddetli ve Fransız; özellikle soğuk tipli kadın oyuncuların yer aldığı aksiyon filmleri ve favorilerim, babamın sayesinde alıştığım, tatlı Buster Keaton’ın yer aldığı her şey. 39. Cadde’deki bitpazarında Max’e eski kazaklar, deri montlar, gömlekler aramayı seviyordum. Lazanya ve sufle yemek için arkadaşlarımı ve ailemi eve çağırmayı seviyordum. Annemle birlikte High Line ve Battery Wetlands’da yürümeyi ve bazen parklarda onunla birlikte gönüllü işler yapmayı seviyordum. Aslında, işi de gerçekten sevmiştim.
Belki o kadar da zorlayıcı değildi ama eğlenceliydi: Katılımcıların notlarını gözden geçirmek ve düzeltmeleri yayınlara geçirmek, alıntı paragrafları dosyalamak, kısa notları derlemek. Yazı işleri toplantılarında not tutmak bile fena sayılmazdı. Biraz uyuşuk ya da sıkkın hissettiğim günlerde bile bu rutin ve taranmış saçlarla, boyaya ya da çamura -ya da belirsizliğe- bulanmamış bir halde gidecek
bir yerimin olması hoşuma gidiyordu. Bazıları benim kadar tuhaf olan iş arkadaşlarımı seviyordum. Ve belki de en önemlisi, beni sık sık çıldırtsa bile babamla vakit geçirmek hoşuma gidiyordu—ben de diğer çalışanlar gibi ona “Doug” demeye başlamıştım. Çocukluğumda babam çok çalışırdı ve geceleri geç de olsa eve dönse bile bazen onun sanki uzun bir yolculuğa çıktığını hissederdim. Her zaman farkında olmasam da onu özlerdim. İşte bu nedenle, bir yetişkin olarak onunla bu kadar çok vakit geçirebildiğim, onun cömert, matrak, zor beğenen hallerini görebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyordum. Çoğu hafta sonunu hâlâ stüdyoda resim, heykel ve Max’in “enstalasyon” dediği şeylerden yaparak geçiriyordum: Minik maketler; Kevlar kumaştan, alüminyum folyodan ya da yapraktan kıyafetler; Max’le ikimizi gündelik işler yaparken gösteren, hareketli oymalar. Max’in sözleriyle “ânı yaşamak.” Dosyam asla tam olarak bitmiyordu, zaten babam da beni bu yüzden sık sık nazikçe paylardı. “Kendine fazla yükleniyor olmayasın? Sandığından çok daha fazlasını becerebilirsin,” sürekli tekrarladığı bir nakarattı. Ama hep yapacak biraz daha işim vardı ve diğer işlerin bitmesi bekleyebilirdi. Max’in planları -MBA, stajyerlik, Hermes Corp.- daha önemliydi, özellikle de onun için. “Ben köşeyi döndüğümde,” derdi Max, “sen de ne istiyorsan olursun.” Bunu beni kızdırmak için söylerdi. Hayatım boyunca başka insanların parasını öfkeyle kabul etmiştim. Genelde de büyükannemlerin—Onların çok parası vardı, benimse hiç yoktu, dahası onların tek torunuydum; yine de çoğu kez parayı almamanın kibarca bir yolunu bulmaya çalışırdım.
Fakat kabul etmek istemesem de Max’in söylediklerinde haklılık payı vardı. Her şeyi çantada keklik kabul ediyordum, evlenecek ve çocuk yapmaya başlayacaktık. Gittiğinde yüzleşmek zorunda kaldığım şeylerden
biri de bu oldu: Kendim.
Ama ayrıldığımız öğleden sonra yaşayacaklarıma henüz hazır değildim -Eşyalarımı bu gece alacağım, yazıyordu mesajda- ki zaten babam da bunu hissetti—Masasına dayandığım sırada yüzümden süzülen gözyaşları da ona bir ipucu vermiş olabilir. İşte o hep tercih ettiğimiz favori restoranımıza gitmeyi de o sırada önerdi. Boş ajandasını karıştırarak, “Müsait miyim bir bakalım,” diye şaka yaptı. Babam aynı zamanda bekârdı. O yüzden aslında neredeyse hep müsaitti. O aydan beri -Fancy’nin spesiyalleri güveçten rulo köfteye, balık filetodan Şükran Günü için hindiye dönerken- babamla ikimiz her cuma gecesini restoranın ön köşesindeki oturma bölümünde geçirdik. Burayı seviyorduk, çünkü hâlâ bir garsonu vardı; Marla. Turuncu saçlı, iri kıyım bir tipti. Yemeğimizi sanki lütufta bulunuyormuş gibi getirirdi. Ama o bile göstermelikti; siparişimizi her yerdeki gibi Mem’imle verirdik. Yine de avunuyorduk. Yemek yerken hafif taciz… Bugün de yedi buçukta buluşacaktık; ben evden gelecektim, babam ise doğrudan Sözlük’ten oraya geçecekti. Daha önce birkaç dakika bile geç kaldığı olmamıştı. Genelde bekleyen o olurdu. Bir tomar sayfanın üzerine eğilir ve kalemlerle kâğıdın durmadan, alenen kullanılmasına alışkın olmayan küçük çocukların bakışlarına aldırış etmeden düzeltmeler yapardı, ta ki ben soğuktan ve Max’i durmadan özlemekten nefesim kesilmiş bir halde içeri dalıncaya dek…
Ben ucuz döşemeyle kaplı sırada yanına otururken babam, “Bana tam rapor ver,” derdi. Ama söz konusu gecede gittiğimde masamız boştu. Başta istifimi bozmadım. Babamın geç saatte bir toplantısı olduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyordum. Çay sipariş etmeye çalıştım ama Mem’im siparişi sıcak viskiye çevirdi.
Marla buğulu bardağı önüme sertçe bıraktığında gevşeyip bir yudum aldım. Fakat yirmi dakika sonra kalbim küt küt atmaya başladı. Günleri karıştırdığımı sandım—bu babamın büyük parti gecesiydi ve evde hazırlanıyor olmalıydım. Babam geçenlerde Sözlük’ün yirmi altıncı yıl düzenlemesine öncülük etmişti -kariyerinin açık arayla en büyük projesi- ve sözlüğün kırk ciltlik üçüncü basımı bir hafta sonra çıkacaktı.1 Ama gecikmiş olduğum fikri zihnimde şekillenemeden Mem’im bana partinin ertesi cuma olduğunu hatırlattı. Kelimeler ekrandan silinirken rahatlamış bir halde içkime geri döndüm.
Sonunda üzgün bir halde, Marla’nın açıkça dile getirdiği merakı -“Gelmiyor mu?”, kullandığı kelimeler sanırım bunlardı; açıklanamayacak bir şekilde zehir gibi içime işleyen kelimelerve giderek artan bir rahatsızlığın hücumu altında yarım saat boyunca orada oturmuş bulundum. Babamın ofisini defalarca aradım. Sonra hafif çakırkeyif bir halde Marla’ya hesabı ödedim. Aklımdan eve gitmek geçiyordu ama bunun yerine sert rüzgâr yüzünden sersemlemiş bir şekilde doğuya ve kuzeye doğru birkaç bloku geçip Sözlük’e yöneldim.
Saçlarım suratıma yapışmış bir halde köşeyi dönüp de Broadway’e geldiğimde meydanda takım elbiselerden oluşmuş siyah bir bulutun içinde Max’i gördüm. O sırada kalp atışlarım hızlandı. Saklanmayı ya da geri dönmeyi düşündüm ama o diğer tarafa gidiyordu ve beni fark etmiş gibi bir hali yoktu. Son zamanlarda Max’i çok görüyordum. Kahve siparişi verirken… Tren beklerken… Havalı bir kadının omzuna kolunu atmışken… Aslında bunların hiçbiri Max değildi. Sadece eski hatıraların dumanından oluşmuş hayaletlerdi gördüklerim. Gerçek Max, Red Hook’a taşınmıştı. Bu yüzden aldırış etmeden Sözlük’e doğru adımlarımı hızlandırdım. Lobinin cam kapısını aralamak için hamle yaptığımda ardına kadar açıldı ve güvenliğin yanına doğru ilerlerken buz gibi bir rüzgâr çığlık atarak içeri girdi.
Rodney masasında tek başına oturuyordu. “İyi akşamlar Bayan J,” diyerek aklar düşmüş başını sallayıp nazikçe selam verdi. “Hâlâ yukarıda mı?” diye sordum burnumu eldivenime silerken. “İndiğini görmedim,” derken bana şaşkın bir bakış fırlattı Rodney. Yirminci kat karanlık ve boştu. Cuma gecesi saat sekizi geçmişti ve herkes, en düşük kademedeki, en yalnız etimoloji asistanları bile saatler önce işten çıkmıştı. Görünüşe göre babam dışında herkes… Loş koridorda ofisine doğru ilerledim. Kendi küçük bölmemin önünden geçtim. Berbat haldeki konferans odasını geride bıraktım. Her yerde sandalyeler…
Soğuk kahvelerle dolu bir masa… Babamın kapısının altından ışık sızıyordu, heyecanla kapıyı çalmadan açtım. İçeri girerken, “Neredeydin?” diye söyleniyordum. Ama sonra sustum. Çünkü boşluğa konuşuyordum.
O an nasıl bir endişeye kapıldığımı anlatamam ama babamın bana bir anda parlak bir vaha gibi gelen ofisinden ayrılmak istemedim. Aslında aynı zamanda orada kalmak niyetinde de değildim. Neticede kalma isteği daha ağır bastığı için kapıyı kilitleyip lobiye telefon ettim. “Hımm,” dedi Rodney. “Biri gelip sizi alsın mı istiyorsunuz? Ben yerimden ayrılamam ama yirmi ikinci kattaki Darryl’ı arayabilirim.” Az daha olur diyecektim, sanki çıldırmıştım. Rodney’nin sesinde bir tuhaflık vardı, belki de sinirlenmişti. Sonra babamın koltuğunda gözüme tanıdık bir eşya ilişti. “Boş ver,” dedim. Sakinleşip babam her nereye gittiyse birazdan döner diye düşünmüştüm. Hem o sırada elimde nadir yakalanan bir fırsat vardı.
Babam ortalıkta yokken onun ofisinde olmak oldukça alışılmadık bir durumdu. Ve annemle ayrılmalarının üzerinden bir sene geçmesine rağmen, hâlâ sinir bozucu bir şekilde fazla boş evinden farklı olarak bu oda, babamın en sevdiğim ıvır zıvırlarıyla doluydu. Jean Hala’nın memleketleri -ve babamın adaşı- Douglas, Wyoming’den yollanan av lisansı… Çalışma masasındaki lambanın hemen yanında mantar tıpalı şişesi içinde yıllanmış şarap sirkesi―babam bunun salatalar için olduğunu söylerdi ama onun şişeyi kafasına diktiğini pek çok kere görmüştüm. Kapının yanında hava basınçlı kargo hattının boruları vardı, bunlar taşıdıklarını “Gelen” kutusuna boşaltırlardı. Bu etiket bana oldum olası gereksiz gelmişti.
Ama belki de aynı şey tüm sistem için söylenebilirdi. Babam 1974 yılında yirmi yedi yaşındayken -ben de bu yaştayım- Sözlük’te çalışmaya başladığında ilk yaptığı şeylerden biri -yeni sözcükler, tartışmalı terimler, özellikle sorunlu kelime kökenleri vs. gibi- “hassas verilerin” hızlı ve güvenli bir şekilde iletilmesi için hava hortumları monte edilsin diye uğraşmak olmuş. Buradan arada şans kurabiyesinin içinden çıkan fallar da gidip gelirdi. Çizgi romanlar… Çikolatadan yumurtalar… Sözlük o zamanlar iki kata yayılmış ve babam ısrarla tüplerin verimliliği artıracağını savunmuş. Onların demode, masraflı ve zahmetli şeyler olduğu fikrine ise şiddetle karşı çıkmış. Yakında bilgisayarlar sayesinde bilginin elektronik ortamda iletileceği “dedikodusuna” aldırış etmemiş. Ve tüm bunlara rağmen, hem yönetim kurulu hem de bina yöneticileri buna izin vermiş. Babam inanılmaz ikna edici olabilir gerçi annem buna karşı çıkacaktır.
Kolay olmamış; çünkü binayı başka kurumlarla da paylaşıyorlarmış―o günlerde çoğu yayıncıymış. Ama Sözlük hükümet destekli, kâr amacı gütmeyen ve ayrıcalıklı bir işletme olduğu için onun yeri ayrıymış―ayrıca bina yöneticileri kapıda Sözlük’ün prestijli adının yazmasından hoşlandıkları için kirada biraz indirim de yapılıyormuş. Fakat Sözlük’teki hava hortumlarının başarısından sonra bunlar kısa süre içinde tüm binaya yayılmış. Başlarda neredeyse herkes onları kullanıyormuş; her katta istasyonlar, babamınki gibi birkaç ofise ise doğrudan teslimat. Bodrumdaki dağıtım terminalindeki bir operatör dokümanları yönlendiriyormuş ve kontratları, bildirileri, notları bu kadar çabuk ve kolayca alabilmek bir lütuf olarak görülmüş. Sonrasında bilgisayarlar yaygınlaştığında Sözlük tek kata “yayılacak” ve operatör, günlerini terminalle -aynı şekilde gözden düşen- posta odası arasında bölüştürecek; zaten azalan hortum kullanımı ise böylece neredeyse tamamen kesilecekti. Tüm bunları biliyordum.
Babamın ofisinde o gece henüz bilmediğim şey ise şehirde hava hortumlarına sahip tek binanın bizimki olmadığıydı; en azından birkaç yerde daha onlardan vardı ve bunlar hortumlarını çok daha yakın zamanda taktırmıştı.
Bu düşünceler içerisinde babamın gelen evrak kutusunun yanından geçerken kitaplarına da göz attım. Mem’de ya da başka bir akıllı ekranda akıp giden hiyerogliflere bakmak yerine hâlâ kitap okuduğunu bildiğim tek tük insandan biriydi babam. Sözlük çalışanları bile bu şekilde pek fazla okumazdı. Bart dışında… Bart babamın çırağıydı―onu hep biraz kıskanmışımdır. Etimoloji Bölümü’nün başı -Babam oraya “Ölü Harfler Departmanı” derdi- ve Sözlük’ün editör yardımcısıydı. Onun da bir sürü kitabı vardı. Babamla ikisi bu işte tamamen yalnız değildi. Başka aykırılar da vardı. Ve elbette her türlü antika objeyi toplayan koleksiyoncular… Babamın raflarından birinde, Samuel Jackson’ın bir biyografisinin2 önünde, yarısı boş bir Bay Rum marka tıraş losyonu şişesi duruyordu. Babam bu tercihi için losyonun üretildiği Batı Hint Adası’na birkaç yılda bir gitmesi gerektiğini söylemişti. O gece şişeyi görünce derin bir acı hissettim.
Max’le birbirimize âşık olduktan hemen sonra oraya gittiğimizi hatırladım. Aslında o şişe muhtemelen bir sanat eseri sayılırdı: Babama bir kasa tıraş losyonu yollamıştık. Max o zaman, “Müstakbel kayınbabama bir hediye,” demişti.
Oradayken babama ananaslı bir sürü şey de almıştık. Ananaslara özel bir ilgisi vardı. Ofisinde birkaç tane ananas resmi -ikisini durduğum yerden görebiliyordum- ve ananas şeklinde, bronz, büyük bir kitap desteği vardı. Ananas desenli kravatlara, ananas baskılı gömlek ve çoraplara sahipti. Sekiz ananasın taç kısmını özel lambaların altındaki saksılarda tutuyordu. Saksılar o gece biraz kurumuştu. Babama söyleyeyim diye düşündüm. Eğer gelirse…
Zaman ilerledikçe sabırsızlanıyordum. Mem’ime baktım. Babamın kavanozundan bir tane meyankökü şekeri aşırdım. Peşi sıra bir tane de çikolata kaplı ananas aldım ve babamın göz koyduğum bir kalemiyle birlikte, birkaçını da daha sonra yerim diye paltomun cebine attım.
Ve iki dakika kadar, yani zihnim sıkıntıdan iflas edinceye dek kitap okumaya çalıştım. Bir de sanki görünmeyen bir tüy yanağımı gıdıklıyormuş gibi hafif bir huzursuzluğa kapılmaya başlamıştım. Bu histen kurtulmak için babamın ananasgillerini suladım ve kendimi nemli toprağın yoğun, ağır kokusuyla yatıştırmaya çalıştım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Popüler Tarih Popüler Tarih Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKelime Avcısı
- Sayfa Sayısı528
- YazarAlena Graedon
- ISBN9786050819236
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nietzsche Ağladığında ~ Irvin David Yalom
Nietzsche Ağladığında
Irvin David Yalom
en ve Motosiklet Bakım Sanatı, Lila, Azizler ve Âlimler ve Cuma‘yı sevenler için yeni bir düşünce romanı sunuyoruz: Nietzsche Ağladığında. Yine yoğun ve sürükleyici....
- Galápagos ~ Kurt Vonnegut
Galápagos
Kurt Vonnegut
Çivisi çıkmış dünya bir milyon yılda düzelir mi? Doğal Seçilim Yasası’nın henüz tedavi edemediği bir insan kusuru daha var. Günümüz insanları, karınlarını tıka basa...
- Sabahın Üçü ~ Gianrico Carofiglio
Sabahın Üçü
Gianrico Carofiglio
Anne ve babası o henüz çocukken ayrılan genç Antonio, bir gün sebebi belirsiz krizler yaşamaya başlar; konan teşhise göre epilepsi hastasıdır. Marsilya’da alanında uzman...