Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Körlemesine
Körlemesine

Körlemesine

Claudio Magris

Avrupa edebiyatının en etkileyici kalemlerinden İtalyan yazar Claudio Magris’ten mitlerle yoğrulmuş politik bir roman: Körlemesine. Bellek yitimine uğramış Yugoslavya Komünist Parti üyesi Tore ya…

Avrupa edebiyatının en etkileyici kalemlerinden İtalyan yazar Claudio Magris’ten mitlerle yoğrulmuş politik bir roman: Körlemesine.

Bellek yitimine uğramış Yugoslavya Komünist Parti üyesi Tore ya da Danimarkalı denizci Jorgen Jorgensen akıl hastanesindeki doktor tarafından sorgulanırken yüzyıllık mahkûmiyetini, maruz kaldığı işkenceleri, katıldığı savaşları, işlediği günahları anlatıyor. İspanya İç Savaşı, toplama kampları, İzlanda limanları, Tazmanya yerlilerinin katledilişi ve hafızanın derinliklerinde unutulmuş pek çok başka olay…

Körlemesine, ülke sınırları kadar kimliklerin de muğlak olduğunu savunan Magris’in kaleminden sömürgecilik ile totaliter rejimler arasında sıkışıp kalmış Avrupa tarihinin karanlık sayfalarına dair çarpıcı bir monolog.

1.

Sevgili Cogoi1 , aslına bakarsan, her ne kadar bu cümleyi kendim yazdıysam da bir insanın hayatını en iyi anlatacak kişinin yine kendisi olduğundan emin değilim. Gerçi o cümlenin sonunda bir soru işareti var; daha doğrusu, yanılmıyorsam, çünkü aradan yıllar geçti, bir asır neredeyse, buralarda dünya henüz gençti, nemli ve yeşil bir şafak vakti gibiydi ama çoktan bir hapishane haline gelmişti, yanılmıyorsam önce o soru işaretini yazdım, gerisi de ardından geldi. Doktor Ross yıllık için beni o sayfaları yazmaya teşvik ettiğinde, ona üzerlerinde sadece birer soru işareti olan bir sürü kâğıt göndermeyi istemiştim, yapılacak en dürüst şey bu olurdu ama ona karşı kaba olmak istemedim. Diğerlerinin tersine, o kadar yardımsever ve nazikti ki, ayrıca, seni ceza sömürgesi yıllığının editörlüğü gibi iyi bir konumdan alıp taş taşımaktan ve dondurucu sulardan bitmiş bir şekilde yere bir saniye bile oturduğunda sırtına dokuz kuyruklu kırbacı yiyeceğin Port Arthur cehennemine gönderebilecek birini sinirlendirmek pek akıllıca olmazdı.

Dolayısıyla o soru işaretinin önüne, bütün hayatımı, benim, onun veya elâlemin hayatını değil de sadece ilk cümleyi koydum. Dilbilgisi öğretmenimiz Pistorius derdi ki, hayat bir cümle veya bir bildiri değil, bir ünlem, bir noktalama işareti, bir bağlaç veya olsa olsa bir zarftır, ne olursa olsun, hiçbir zaman bir cümlenin sözümona en önemli unsurlarından biri olamaz. Çocukluktan arta kalan korların karanlıkta yanmaya devam etmesi gibi akşamları kararan ve sönen bir kırmızı ile sıvanmış olan o odada Latince söyleyişleri sakin ve geniş el hareketleri ile aktarırdı. “Onun böyle dediğinden emin misin?” – Hım… Evet, Doktor Bey, belki de öyle, belki de bu son ifadeyi kullanan o değildi, belki de adı daha sonra Perini olan Perich öğretmendi, Fiume’de, ama bu daha sonraydı, çok daha sonra. Aslında o ilk soruyu ciddiye almamalı, çünkü bir vaaz sırasında yükselen bir ses tonuyla cemaate sorulan sorularda olduğu gibi, cevabı bellidir. “Bir insanın hayatını kendisinden daha iyi kim anlatabilir ki?” Kalabalığın vaize cevap olarak “Hiç kimse, tabii ki” diye mırıldandığını duyar gibi olursunuz. Eğer alıştığım bir şey varsa, o da cevap gerektirmeyen sorulardı, çünkü daha Newgate Hapishanesi’nde bile Peder Blunt için vaaz yazardım; her birine yarım şilin verirdi ve bir yandan gardiyanla kâğıt oynardı, benim de oyuna katılmamı beklerdi, böylece o yarım şilini geri alırdı, bunda da bir tuhaflık yoktu, çünkü orada olmamın bir nedeni de kumarda her şeyimi kaybetmiş olmamdı.

Ama hiç değilse orada, o hücrede, o iğrenç duvarların önünde o uydurma soruları yazarken, onları sonradan kürsüden bağırarak ilan edecek olan peder olsa bile, onları formüle eden bendim. Bu arada başka yerde, her yerde, öncesinde ve sonrasında, seneler ve asırlar boyunca o soruları kulaklarımın dibinde bağırıp durdular. “Demek İzlanda’daki o kargaşaya kendi başına neden oldun, öylesine, o zavallı raşitik ve uyuz halk için, Majestelerinin denizlerinin düzenini bozmana kimse yardımcı olmadı, öyle mi, sen de hapishanenin yeni kumandanının konuşmasını dinlemek için diğerleri ile birlikte kuyrukta beklediğini düşünmeden tükürdün” ve işte gene dokuz kuyruklu kırbaç, “Demek o komünist suratlıyı tanımıyorsun, hiç görmedin, o el ilanları da mucize sonucu cebine girdi”, ve işte gene tekme, tokat, dayak, “Demek casus değilsin, yoldaş numarası yapıp işçilerin özgür sosyalist Yugoslavya’sını baltalamaya gelen bir hain değilsin, belki de İstria ve Fiume’yi geri almak isteyen iğrenç bir İtalyan faşistisin” ve işte gene başım hela deliğinin içinde veya sıra sıra mahkûmların arasında olanca hızımla koşuyorum, onlar da olanca hızlarıyla bana tekme atıyorlar ve “Tito Partija, Tito Partija!”2 diye bağırıyorlar – ama bu çığlıklar, bu gürültü nereden geliyor, duyamıyorum, sağır olmuş, sersemlemiş, artık işe yaramayan bu kulak kimin, birisi sopa atmış olmalı ve birisi o sopayı attıysa birisi de o sopayı yemiş olmalı, o da ya ben ya da başkası.

Tamam, geçti, gürültü azalıyor. O da cevap gerektirmeyen bir soruydu: Bu benim kulağım tabii, mademki siz, Doktor Ulcigrai, ötekine, sol kulağıma doğru eğiliyorsunuz ve Salamanca Meydanı’ndaki kütüphanede bulduğum o eski not defterini göstererek bana, “Demek senin gerçek adın Jorgen ve bunu da sen yazdın, öyle mi?” diye soruyorsunuz. Siz hiç değilse bana vurmuyorsunuz, tam tersine, naziksiniz, size Cogoi dediğim zaman bile alınmıyorsunuz, sorularınızla da ısrarcı davranmıyorsunuz. Eğer susarsam boş verin, bu arada bana bu soruyu sormuş oldunuz ama boşuna, çünkü hakikati biliyorsunuz veya bildiğinizi sanıyorsunuz, ikisi de aynı kapıya çıkar, her neyse, cevap verdiğimde cevabımın ne olacağını biliyorsunuz, yoksa bana cevabı siz önereceksiniz, o kelimelerin ağzımdan çıkmasını sağlayacaksınız.

Özünde kati ve kesin bir cevap bu ama kabul etmem lazım ki bazen ayrıntıları biraz karışık. Ama bütün bu geliş gidişler, birbirine geçen bu kadar şey, bu kadar yıl ve ülke ve deniz ve hapishane ve yüz ve olay ve düşünce ve yine hapishane ve akşamları yarılıp içinden oluk oluk kanın aktığı gökler ve yaralar ve kaçış ve düşüş varken ne yapabilirim? Hayatı, bu kadar çok hayatı bir arada tutmaya imkân yok. Üstelik aralıksız sorgulamalardan bitap düşünce, insanın böyle şeyleri düzene sokması daha da zor oluyor, bazen kendi sesini ve kalbini bile tanıyamıyor. Neden arada bir kasedi ileri geri sardırıp sorularınızı bana tekrar ettiriyorsunuz? Belki kafama daha iyi sokmak için, evet, anlıyorum, doğrudur, bazen nerede olduğumu şaşırıyorum, ama böyle, sizi benim sesimle konuşur duyunca daha da kötü şaşırıyorum. Zaten, insan ne kadar sorguya çekilirse o kadar kötü cevap verir, çelişkiye düşer derler ve böylece onlar da meslekleri gereği yumuşak ya da sert yoldan işi daha da sıkı tutarlar.

Çelişkinin ne demek olduğunu tam bilmiyorum ama içine düşüldüğü kesin, hiç şüphe yok buna. İnsan su girdabına kapılan yongalar gibi içinde kaybolup gidiyor; burada, Güney Yarımküre’de küvetteki suyun etrafında saat yönünün tersine hareket eder, halbuki bizim oralarda, Kuzey’de, tam tersi olur, yani saat yönünde. Bunun bir fizik kuralı olduğunu duydum, adına Coriolis etkisi diyorlar. Doğanın harika simetrileri, bir çift ilerlerken diğer çiftin gerilediği bir kadril, sıraları gelince her ikisi de reverans yapıyor ve ritim bozulmadan dans devam ediyor. Biri doğarken diğeri ölüyor, tepe üzerinde bir sıra piyade, top atışıyla biçiliyor, başka üniformalar ve bayraklar az sonra tepede gözüküyor, bu sefer bir başka top atışı onları biçiyor. “Dolayısıyla hesap tutuyor…” Evet, almak ve vermek, zafer ve yenilgi; Goli Otok’ta hapishane, sonra Adriyatik Denizi’ndeki o adanın harika plajlarında denize girmek.

Komünizm bizi Lager’den3 kurtarıp Gulag’a4 gönderirken, orada uğruna direniş gösterdiğimiz yoldaş Stalin başka arkadaşlarımızı Gulag’lara gönderiyordu.

“Hesap tutuyor ve hesap defteri kanla lekelense bile ne sayılar ne de aktif ile pasifin denkliği olan nihai sıfır siliniyor.” Bunu söyleyebilecek biri varsa o da benim, çünkü senelerimi, bizzat kurduğum bu şehrin hapishanelerinde geçirdim. Evleriyle, kilisesiyle ve de hapishaneleriyle bu şehri çok sene önce, nehrin nerede bittiği, denizin nerede başladığı belli olmayan Derwent’in muazzam deltasında, siyah kuğular ve sırtlarına zıpkın saplandığını ve kanlarının nefes deliklerinden üfledikleri su kadar yükseğe sıçradığını daha önce hiç hissetmemiş balinalar dışında Antarktika’nın ve Güney Kutbu’nun boşluğuna kadar hiçbir şeyin olmadığı bu büyük boşlukta kurmuştum. İlk balinaya zıpkını ben, Jorgen Jorgensen, İzlanda Kralı ve kürek mahkûmu, şehirlerin ve hapishanelerin ve kendi hapishanemin kurucusu, Roma’ya köle olarak dönen Romulus olan ben atmıştım. Ama ölülerin ve yaşayanların tozlarını uçuran bu küçük hortumlar pek önemli değil. Asıl önemli olan, Doktor Ulcigrai, esas konularda sizin gereksiz sorularınıza açık bir şekilde cevap verebilmemdir, çünkü şu anda kim olduğumu, daha önce kim olduğumu, kim olduğumuzu biliyorum.

“Ben daha iyi bilirim” derken ne demek istiyorsunuz? Yani siz mi? Evet, anlıyorum, bundan eminsiniz. Bütün gerçekler çekmecedeki o dosyanın içinde, onu kimseye görünmeden oradan çıkarmak hiç zor olmadı, üstelik gözünüzün önünde. Hayatı boyunca Ovra5 , Guardia Civil6 , Gestapo, Udba7 ve polis tarafından Lager’de, hastanede, hapishanede, Akıl Sağlığı Merkezi’nde gözetlenen, izlenen, fişlenen, kaydı tutulan ve her defasında o kayıtları ortadan kaldırması gereken birisi için çocuk oyuncağıydı. Hatta gerektiğinde kayıtları yutmak bile gerekebilir; ne olursa olsun, yakalanmadan önce onları iyice karıştırmak gereklidir. Dosya şimdi eski yerinde; kimse fark etmeden alındı ve tekrar yerine kondu. Zaten artık o kâğıtlara hiç bakmıyorsunuz, artık o kadar modernleştiniz ki her şeyi öğrenmek için tek bir tuşa basmanız yeterli. Neyse, her ne kadar siz kafamın içindekilere sahip olduğunuzu ve onları açıkladığınızı iddia etseniz de, dosya hem çekmecede hem de kafamda. Barcola Akıl Sağlığı Merkezi, Cippico veya Cipiko veya Čipiko Salvatore’nin klinik dosyası, bir ay önce acil bir durum için yatırıldıktan sonra, 27.03.1992 tarihinde merkeze kabul edildi. Kim bilir, belki de dedikleri gibidir. Aradan o kadar zaman geçti ki… Avustralya’dan ülkesine iade edildi, Antonio Miletti-Miletich ile birlikte Trieste’deki Molino a Vapore Sokağı 2 numarada geçici olarak ikamet ediyordu. Ne kadar muhteşem, sizi kandırmayı başarmışım. Yapılacak ilk şey, isim değiştirmek ve yanlış adres vermek. Onlar seni hayat boyu kutulara sokmaya alışmış, şimdiden adın, soyadın, adresin cenaze levazımatçıları tarafından güzel bir çukura atılmış, sen de isimleri, tarihleri ve sayıların düzenini bozuyorsun, bazılarını doğru halleriyle bırakıyorsun, bazılarını da biraz çarpıtıyorsun, böylece kafaları karışıyor ve seni nerede arayacaklarını bilemiyorlar. Beni yukarıda, Barcola’da, başım yukarıda Trieste Körfezi’nin ötesine, İstria’ya, Pirano Katedrali’ne ve Salvore Burnu’na bakarken sanmaları bana uyar, böylece beni burada, dünyanın diğer ucunda, baş aşağı olanların arasında aramak kimsenin aklıma gelmez.

10.04.1910’da Tazmanya’nın Hobart Town şehrinde doğdu. Siz öyle diyorsanız… Dul – büyük hata. Evli. Evlilik feshedilemez, çünkü ölümü takmaz, ne sizinkini ne de benimkini. Daimi mesleği, yok – aslına bakarsanız var, mahkûm olmak. Ve de sorgulanmak tabii ki. Geçmişte çeşitli işler yapmış. Avustralya’da tornacılık yapmış, sonra Sydney’in Annandale bölgesinde Komünist Parti basımevinde matbaacı olarak çalışmış, aynı şehirde “Uyanış” ve “Karşı Saldırı” gazetelerinde muhabirlik yapmış. 1928’den itibaren Sydney Faşizm Karşıtı Derneği’ne ve Melbourne Matteotti Kulübü’ne üye olmuş, aktif görevlerde bulunmuş, 1929’da Melbourne’da Russell Sokağı’nda, 1931’de Townsville’de çatışmalarda yer almış. 1932’de Avustralya’dan sınırdışı edilmiş, küçükken, Birinci Dünya Savaşı’nın sonu ile faşizmin başlangıcı arasında babasıyla birlikte yaşadığı İtalya’ya dönmüş. Doktor Bey, ne kadar da samimi, sanki kendi meselenizmiş gibi okuyorsunuz bunları, silinenlerin ve rötuşların farkına bile varmıyorsunuz.

Benden çok sizin sayenizde oldu bunlar, o aleti kullanırken biraz sakarlık yaptım, o kadar çok tuşu var ki, ve eğer ona Parti’nin kısaltılmışı gibi PC8 demeselerdi, hiç denemezdim bile. Enformatik Psikoterapi, psişik rahatsızlıklar için yeni teknolojik tedaviler. Bu şekilde bir dosya çekmecesini zorlamak çok daha kolay. Artık ejderhanın dikkatini dağıtıp hazineyi çalmak için şaklabanlık yapmak yerine birkaç tuşa basmak yetiyor ve kartlara, hayatına giren sen oluyorsun ve onları istediğin gibi şekillendirip tekrar yaratıyorsun.

– İşte, sadece birkaç tarih ve yer değişikliği, oynanmış birkaç isim, mütevazı rötuşlar, abartmanın lüzumu yok, başarabileceğim bir şey de değildi. Zaten fişlenmeye fazla bir itirazım yoktu. Neyse…

Bir süre Monfalcone şantiyelerinde ve Sidarma denizcilik şirketinde çalışmış. Faşizm karşıtı eylemlerde tutuklanınca işten çıkarılmış. Yasadışı komünist partisi militanı. Defalarca tutuklanmış. Teyit ediyorum. İspanya’daki savaşa katılmış. Yugoslavya’da askermiş; 8 Eylül’den sonra partizan olmuş. Dachau’ya sürülmüş. 1947’de iki bin “Monfalconeli” ile birlikte sosyalizmi kurmak amacıyla Yugoslavya’ya göç etmiş. Fiume tersanelerinde çalışmış.

Tito ile Stalin’in arası bozulduktan sonra Yugoslavlar tarafından Kominformcu suçlamasıyla tutuklanmış ve 1949’da Goli Otok Gulagı’na, Quarnero’daki Çıplak Ada, namıdiğer Kel Ada’ya sürülmüş. Öteki mahkûmlarla beraber hayvanlar gibi ve öldüresiye çalıştırılmış, eziyet ve işkenceye maruz kalmış. Sayıklamaları ve zulmedilme hezeyanı da o dönemden kalmış olmalı. Öyle bir muameleye uğradığınızda sizi görmek isterdim, Doktor Ulcigrai; Dachau ve Goli Otok, yoğun terapi, çift doz. Haber verilecek yakını: Yok. Doğru, yok. Zaten beni tanıyan birisi olsaydı benim için tehlikeli olurdu, kim olursa olsun, er ya da geç bildiklerini ağzından kaçıracaktır, belki de doğrusunu yaptığını sanacaktır, çünkü ona halk düşmanı olduğumu, vatan haini olduğumu söyleyeceklerdir.

1951’de Avustralya’ya göç etmiş. Bünyesi sağlam. Dachau’da yakalandığı kemik tüberkülozunun izlerini taşıyor. Vücudunun çeşitli yerlerinde başka yara izleri de var. Başına gelen felaketleri abartma konusunda mitomaniye meyilli. İçerde bir gün dahi kalmamış birisi için bunu söylemek ne kadar kolay. Paranoyakça düşünceleri var – yaa öyle, dünyanın tüm Lager’lerinde bulunduktan sonra zulmedilme hezeyanım var. 1949’da Yugoslavlar tarafından Goli Otok’a sürülüşüyle ilgili takıntıları mevcut. Belki de böyle bir takıntının nedenini merak ediyorsunuz, bu da yanıt gerekirmeyen bir başka soru olur…

Neyse, zaten o yanıt gerektirmeyen sorular –böyle dendiğini söyleyen Peder Blunt’tı galiba– hoşuma gidiyor, çünkü bazı sorulara hiçbir zaman yanıt bulunamayacağını insana öğretiyorlar; ama yanıt birisinin zaten aklındaysa ve yanıtı kendi kendine veriyorsa, yani yanıtın ağzımdan çıkmasını sağlamak için sizin yaptığınız gibi, o zaman soruyu sormanın bir anlamı kalmıyor. Ama belki de hayır, bilinen şeylerin söylenmesi insana iyi gelir; yukarıda, geminin gözetleme direğinde rüzgâra karşı haykırıldığında olduğu gibi, insan sadece kendi sesini duyar. Haykırış denizde kaybolup gider, haykırdığın şeyi sadece kendin duyarsın ve kendi sesin olduğundan emin olamazsın, belki de kuvvetli rüzgâr sana başkasının sesini, okyanusta geçirdiğim yıllar boyunca bir sürü benzerini gördüğüm, ufukta kaybolup giden başka bir geminin tepesinden haykırılan bir sesi getirmiştir; gemi hızla hareket eder ve arkasında, pupa üzerinde dönüp duran ve sonra geride kalan kuşlar gibi, köprüden ve ambardan yükselen sesler bırakır. Bir süre ayırt edebildiğin o sesler daha sonra anlaşılmaz bir ciyaklama haline gelir, yüzüne rüzgâr çarpar, kuşların kanatları kulaklarının içinde çınlar, sesler, haykırışlar, sözcükler, kafanın içinde kırbaçlanan vahşi bir kalabalık misali yankılanır.

O karanlık ve kokuşmuş hücrede veya yukarıda, geminin gözetleme direğinde, kale duvarıymışçasına duran bulutlara doğru savrulan, boğuk sesli top atışları gibi patlayan köpüklü dalgalar arasında saatlerce tek başına kaldıktan sonra, kimin olursa olsun, bir ses yine de teselli eder insanı. İstediğin kadar bağır dur, tek başına veya topluca, hayır, hiçbir zaman yalnız olmazsın, hemen arkanda daima birisi vardır ama ihtiyacın olan şeyleri istediğinde yanıtlayacak kimse yoktur. Burada, bu ceza sömürgesinde geçirdiğim bunca seneden sonra, af talebimi Londra’ya iletmesi konusunda yalvardığımda Sir George’un yaptığı gibi, herkes sessizliğe gömülür.

Kendi yazdıklarımı okuduğum üzere, sadece Akhilleus ve Agamemnon gibi kral ve kahramanların zaferlerini anlatması için Homeros’a ihtiyacı olduğunu ortaya atarken bunu Vali’yi ve Van Diemen’s Land Şirketi’nin adamlarını etkilemek için yazdım. Bir kürek ucunu tamir etmek veya ormanda yollar açmak için sadece baltayı değil, kalemi kullanmayı da diğer mahkûmlardan iyi bildiğimi anlamaları ve bunu hatırlamaları gerekiyor; on dört yaşındayken Newcastle’dan Kopenhag’a kömür taşıyan bir İngiliz gemisine atlayıp Londra ile Baltık Denizi arasında dört sene boyunca seyahat ettiğim doğrudur ama kitap da okudum ve de yazdım, ayrıca klasik yazarları bizim papaz Bobby Knopwood’un Kitabı Mukaddes’i bildiğinden daha iyi bilirim.

Fakat bu ayaktakımıyla boşa zaman harcıyorum. Onların okuduğu tek kitap, tekelci şirketin fevkalade kârlarını gösteren hesap defteri ve Amirallik kayıtları. Yoldaş Blasich, yani lise öğretmeni Profesör Blasich, bir haindi, beni Goli Otok cehennemine mahsus gönderdi ama hiç değilse Yunanca ve Latince bilirdi ve kültüre saygı duyardı; ne de olsa Parti, ağızlarını tıkadığı, hatta sonsuza kadar kapattığı zaman bile, entelektüellere her zaman değer verdi ve vermeyi öğretti. Peki ama ne ilgisi var, neden bana Blasich’i soruyorsunuz, o başka bir hikâye, benimle ne alakası var, bırakın nefes alayım, kafamı karıştırmayın, kendi içimde olanlar bana yetiyor zaten, herkes için öyle…

Bırakın bitireyim, Akhilleus ile Agamemnon’dan söz ediyordum, yaptıklarını anlatması için ellerinin altında Homeros vardı, oysa benim her şeyi kendim yapmam gerekiyor, yaşamalıyım, savaşmalıyım, kaybetmeliyim ve yazmalıyım. Böyle olması doğru da. O kadar savaşın, tanrıların tezahürlerinin, mahvolan ailelerin ve şehirlerin arasında, günün özetini çıkarmaları yakışık almazdı; bu onlardan şahsen yaralıların yardımına gitmelerini ve şehitleri gömmelerini istemek gibi olurdu. Bu işler için Asklepios’a tapan köleler ve mezarcılar vardı, ayrıca öğle yemeği için et kesenler, şarkı söyleyen ve hayatlarını düzenleyen ozanlar; bu arada Akhilleus ile Agamemnon da öğle yemeği sonrasında uyuşuk bir şekilde onları dinlerlerdi.

Zaten uyuşukluk krallara yakışır bir özelliktir. Her şey daha yumuşak bir şekilde, sanki bir kar tabakasının altındaymışçasına akar gider; öldürmek olsun, ölmek olsun, ne yapmak lazımsa aldırmadan yaparsın. Bu özellik, bu mutlu kayıtsızlık sadece zenginlerde ve güçlü olanlarda vardır ve dünyanın lanetlenmişleri olan bizler buraya bu özelliği ortadan kaldırmak için geldik, ne var ki bu krallara yaraşır erdem bende de var; onun için eskiden beri, hatta çocukluğumdan beri, Şövalyeler Salonu’nun tavanı gibi, Kopenhag’da Christiansborg Kraliyet Sarayı’nın alevler arasındaki duvarları ve ağır tabloları gibi, kafama düşen her şeye rağmen hâlâ buradayım, yangınlara ve yıkıma, büyük gürültüyle çöken Kara Kule’ye, kafama yağan kor parçalarına karşı kayıtsızım; çocuktum ama felaket ve kargaşa sırasında krallar gibi uyuşuktum, ben ki İzlanda’ya üç hafta boyunca hükmettim, bu inanılmaz kısalıktaki krallığıma kayıtsızdım ama bu uyuşukluktan dolayı kral oldum ben, çünkü çevremin amansız düşmanlığından korudu kalbimi… Nasıl mı? Hayır, Doktor Bey, kendinizi kandırmayın, pastillerinizin ve ilaç şişelerinizin bununla ilgisi yok, sakinliğimi bizzat kendim yarattım, gerisine gelince de, kürek mahkûmuyum, basit bir denizciyim, hükümlüyüm, yelkenleri manevra etmeye mahkûm edildim, ormanda ağaç kesmeye, taş kırmaya, buz gibi denizden kum çıkarmaya, yazmaya ve…

Bu arada o ayaktakımı da Doktor Ross’un isteği üzerine sırf Hobart Town yıllığı için yazmış olduğum yaşamöykümün ilk cümlesinden kuşku duyuyor. Bizi o büyük odaya götürüp ekranların önünde oyun oynattığınız zaman söylediklerimi taklit eden mesajlarla beni iğnelemekten zevk alan o meraklı yabancı, sorularıma hiçbir zaman yanıt vermiyor, sadece söylediklerimi tekrar ediyor. O cümleyi bile tekrar etti ve hemen ardından eleştirdi. Doğru olmadığı belli zaten, kimse kendini ne anlatabilir ne de tanıyabilir. İnsan sesini tanımaz ki; sesini tanıyan ve ayırt etmesini bilenler başkalarıdır hep. Ben konuştuğum zaman sesimi tanıyan sizsiniz, ben de sizi, sizleri, onları tanırım, kendimi değil. Akhilleus kendi kızgınlığını nasıl anlatsın? O öfke dolu hezeyanı, bağırsaklarını kasan ve morarmış dudaklarını titreten bir güç gibi, tıpkı gemi dalgaların üzerinde dans ettiği zaman veya fazla içildiği zaman insanın kusması gibi bir şey; ceza sömürgesinden çıkış izni olduğu zaman benim Norah’ım Waterloo Hanı’nda böyle yapardı, sadece orada da değil, peki tamam, ben de öyle yapardım, çünkü o benim karımdı ve içmeye başladığı zaman nelerin olacağını bilip de alaycı kahkahalar atan tavernadaki o adamların önünde ona olan saygımı göstermenin tek yolu benim de onunla birlikte sarhoş olmamdı. İyi günde, kötü günde, ölüm bizi ayırana dek beraberdik ve bizim yolumuz buydu, zincirlere bağlı bir erkek ve kadın olarak beraber alacağımız yol. Ama o heriflere hadlerini bildirdiğim zaman kötü kaderinin ağza alınmaz ahlaksızlığına karşı kafa tutmaya çalışan ve onuru için savaşan bir erkek miydim, yoksa iki kelimeyi bir araya getiremeyen ve alay etmek maksadıyla İzlanda Kralı diye önünde eğilen ayaktakımına uygun yanıtları yetiştirmeye çalışan bir ayyaş mıydım, pek bilmiyorum.

Evet, Doktor Bey, İzlanda’da olanlardan söz edeceğiz, ben de o hikâyeden söz etmek istemez miyim sanıyorsunuz, hayatımın en güzel hikâyesiydi o. İlgi uyandırdığının farkındayım, sizin videoda da gördüm, onu dinlemek ve kendilerince anlatmak isteyen çok kişi var. O hikâyeyi okuduğum zaman kim olduğumu anladım, tekrar okuduğum zaman yani, çünkü zaten ben yazmıştım. Evet, biliyorum, o keşif seferinde arkadaşlık yapma onuruna eriştiğim büyük bilim adamı Hooker da yazdı o hikâyeyi ama gerçeği söylemek gerekirse benimle ilgili olayları biraz karıştırmış ve o büyük devrimin hikâyesini biraz saptırmış; dünyayı kurtarmaya çalışanları herkes kıskanır ve devrimi yalanlarla çarpıtır. Dolayısıyla o olayların gerçek hikâyesini, kendi hikâyemi yazmam gerekli oldu ama her şeyin bir zamanı var, İzlanda’nın da öyle, yelkenlerin halatları yeterince karmaşık, onları daha da karıştırmamalı. Ben elimden gelenin en iyisini yapıyorum ama bu kadar çok şeyi hizaya getirmek zor.

Benim Hıristiyan dini hakkındaki kitabımı doğa dini kitabı haline getirip tekrar bastırmaya cüret eden ve içine kendi yazdığı, yalanlarla dolu yaşamöykümü ekleyen o tanımadığım adamdan tutun da “Borba”da, “Halkın Sesi”nde ve kim bilir daha nerelerde çıkmış olan bütün o zehir dolu, sahte yazılara kadar, başkaları tarafından hakkımda yazılan yanlışlıkları ve yalanları düzeltmek için devamlı olarak elime kalem almam gerekiyor ama yine de ben bile yaşadıklarımı ve aklımdan geçenleri her zaman anlamıyorum. Sonradan pişman oldular, biliyorum, herkes pişman olur ama çok geçtir artık. Fakat bu arada… hakkımda, hakkımızda yazılan yalanlar. Stalin’in ajanları veya maskeli Faşistler olduğumuzu, bizi Yugoslavya’ya gönderenlerin ve Tito’nun devrime ihanet edip Batı tarafından satın alındığını tekrar tekrar söylettirenin Parti olmadığı söyleniyordu. Goli Otok’a geri geldiğim zaman, birçok yoldaş hiçbir şey olmamış gibi davrandı; hatta bizim oralarda en ufak bir iş yapmayayım diye ellerinden geleni yaptılar, ben de aşağılara indim, yani buralara döndüm, dünyanın diğer ucuna, Tazmanya’ma. Buralar Van Diemen’s Land olarak da bilinirdi ama eskidendi, başka bir zamandaydı.

Hiç değilse bana öyle geliyor. Olayların sırasını tekrar düzenledim, yani hayatımın gerçek ve doğru hikâyesini yazdım ve şimdi

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Geçmişe Yolculuk ~ Stefan ZweigGeçmişe Yolculuk

    Geçmişe Yolculuk

    Stefan Zweig

    Zweig’ın 1920’li yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın el yazması ölümünden sonra oldukça geç bir tarihte, 1970’lerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı...

  2. Krizalitler ~ John WyndhamKrizalitler

    Krizalitler

    John Wyndham

    Bilimkurgunun altın çağından kült bir eser! “Bu, kimse için güzel ve rahat bir dünya değil, özellikle de farklı olanlar için.” 1950’lerin klasiklerinden sayılan John Wyndham’ın Krizalitler romanı,...

  3. Küçük Yalanlar Yüksek Topuklar ~ Jane GravesKüçük Yalanlar Yüksek Topuklar

    Küçük Yalanlar Yüksek Topuklar

    Jane Graves

    Dikkat dikkat!!! Bu kitap, büyük hayallerle evlendiği yaşlı ve zengin kocası tarafından terk edilmiş, beş parasız bir şekilde ortada bırakılmış bir kadının ağır dramını...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur