Sezgin Kaymaz’ın, kendi okurunu edinmesini sağlayan ve yeni kuşak yazarlarda fazla rastlanmayan hasletleri var. İnsanları, özellikle kaderin sillesini yemiş olanları, aşağıdakileri, kaybedenleri iyi tanıyor. Mistik olmayan, bir bakıma o “insan iyiliğini” cisimleştiren bir gerçeküstü fanteziye dayanıyor çoğunlukla romanlarının kurgusu. Lucky, Sezgin Kaymaz romanının bütün bu hasletlerinin hakkını veriyor. Yine çok iyi işlenmiş insan manzaraları sunuyor. Pek de “muteber” sayılmayan insanların iç dünyasını ve ilişkilerini gerçekçi ve eğlenceli bir muhabbetle aktarıyor. Yardımcı rollerde: Cinayet kariyerli bir özel şoför, kaknem kayınvalide, sinek kadar mide bulandırıcı bir kayınço…
Ama başrolde bambaşka “birisi” var: Bir köpek! Simsiyah bir doberman. Kayış gibi siyah, insan canlısı, müdanaasız, küstah ama tanıyanın yüreğine sokmak isteyecek kadar sevdiği kocaman bir doberman. Bir kız-köpek, bir şıllık. Lucky, konuşuyor, eyliyor, insanları buluşturuyor, onların gözünü açıyor, kaderlerini değiştiriyor.
Sezgin Kaymaz’ın bu romanındaki gerçeküstü öğe, insanüstü (pardon, köpeküstü!) melekeler taşıyan bu köpek. Romanın öncekilerden bir farkı ise, gerçeküstü-fantastik öğenin (haydi Sezgin Kaymaz tiplerinden biri gibi konuşalım:) “tabak gibi” aşikâr değil, belirsizleşmiş, hayal-meyal, hatta “normal karşılanabilir” tarzda olması.
Söyleşip insanla bir insan gibi
Günbegün olmuştu şöhret sâhibi…
– MEVLÂNÂ
İsmi, “Şanslı” anlamına geliyordu. Kara, yağlı kayış bir dobermandı. Son sahibi Taksici Osman’ın ifadesiyle, sahip olmayan pişman, sahip olan çok pişman bir köpekti. Puşttu, dalavereciydi, üçkâğıtçıydı, yılan ruhluydu. İspiyoncu ve yalancıydı, şerefsiz ve haysiyetsizdi. “O zaman bana niye veriyorsun Osman Bey?” diye sordu, gazete ilanıyla köpek satın almaya gelen Kemalettin. “Bana ne garezin var kardeşim? Biz buraya adam gibi bi köpek satın almaya geldik.
Allah Allah!” Yan gözle, çişten yeni gelen, taksi durağının içindeki elektrik sobasına kıçını dönmüş, belini böğrünü ısıtmakta olan köpeğe âdetâ nefretle baktı. Taksici Osman muhatabına hak vererek sırıttı. “Abi, ben satmıyom ki, hediye ediyom.” Kemalettin bir daha baktı Lucky’ye, eliyle şöyle bir dizine vurdu, hediye mi diyordu bu herif, bedava mı diyordu? “Hayır, fena köpek de değilmiş aslında…” dedi. Sert çıktığına yanıyordu için için. “Naapsak ki?” Lucky, açık kıçını Kemalettin’e dönüp seslice yellendi. “Üff! Vay yaramaz! Kötü koktu be!” Osman elini yüzünün önüne yelpaze yaparak hoş râyihâyı uzaklaştırmaya çalışan Kemalettin’e açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.
“Tavuk.” Kokuyu koklamamış da yutmuş gibi suratını ekşitti Kemalettin. “Nasıl?” “Tavuk diyom la… Bu diyom, tavuk yediği zaman sıçıncaya kadar zart zart salar hep! Biz evde hiç tavuk vermiyoz amma burda arkadaşlar biraz fazla sevdikleri için yüzlüyolar… Ne dese yapıyolar.” Durağın kapısı açılıp da iki taksici soğuk kış havasıyla beraber içeri girince fermante olmuş tavuk kokusu biraz hafifler gibi oldu. Lucky, selâmünaleyküm diyen adamların üstüne atladı, yılıştı, sırnaştı, bir ona gitti bir ona gitti, yavşadı, cıvıdı. Durak sakinlerinin bu iti çok sevdiği kaçmamıştı Kemalettin’in gözünden, şu kapıdan girdiğinden beri böyleydi bunlar. Hayvan durağın maskotundan öte bir şey, hâttâ buradaki koca koca adamların evlilik dışı çocuğu gibi bir şeydi. O onları yalıyor, onlar onu öpüp ısırıyorlardı. Her nazını, her kahrını çekiyorlardı.
Hâttâ gene Kemalettin’in dikkatinden kaçmamıştı, çişi geldiğinde tutamağını tasmasına takıp çişe götürebilmek için üç dört kişi aralarında itişip kakışmış, sonunda ihale içlerinde en kabadayı olanına kalmıştı. O hıyar da pos bıyıklarından, koca göbeğinden utanmamış, sevk kayışının ucunu iyi bir bok yiyormuş gibi tutmuş, kırıta kırıta, göt ata ata yürüyen hayvanı cadde cadde gezdirip sırıta sırıta işetmeye götürmüştü. Allahı var, güzel köpekti Lucky. Nefis bir fiziği, fıldır fıldır elâ gözleri vardı. Bir de üstelik, beleşti. “Yav Osman Bey… Osmancım… Ne diyoduk en son?” Taksici Osman, Kemalettin’e baktı. “Abi…” dedi, “Valla, işte köpek burda… bak… beğenirsen, almak istersen konuşuruz.” Bak mak ne ayaktı şimdi? Osman’ın karar değiştirmiş olabileceğinden, köpeği bedavaya kaptırmak istemeyebileceğinden korktu Kemalettin. “Neyi konuşucaz canım? Ben alıcıyım. Alıcı olmasam taa Batıkent’ten kalkıp da Cinnah’a gelir miydim? Sen ne diyodun demin?” “Tavuk yedirmiycen diyodum. Adam sıçsa öyle kokmaz!” “Yok, o değil… o tamam da… Hediye mi diyodun, bi şey diyodun?” “Çek kız! Zilli!” Önüne gelip burnunu apış arasına sokarak gözlerinin içine bakan Lucky’nin kafasını okşadı Osman, sonra Kemalettin’e döndü. “Abi, işte dediğim gibi… Hediye edecem amma şartlarım var…” Lucky sivri burnuyla Osman’ın torbalarına sertçe vurdu. “Anam! Kız dur la! Böyle işte. Görüyon… Senlen yan yana oturuyom, onlan ilgilenmiyom da senlen konuşuyom ya, geberiyo hırsından, kıskancından çatlıyo.” Sırıttı. “Anam avradım olsun, yeni evlileri birbirinden ayırır. Öyle namussuz bu.” Hayvan hâlâ dürtüyordu toplarını. “Kız dur dedim!” Kemalettin’in tadı kaçıverdi birden. Durağın ortasına kadar sündü, köpeğin kısacık kuyruğunun altına eğildi.
“Yav bu dişiymiş?” dedi hayretle. Gülüşerek; “Hee, gancık gancık,” diyen öteki taksicilere ters ters baktı. “Hadi ben neyse de, eşim hayatta sokmaz dişi köpeği eve. Hay Allah! Telefonda söyleseydin keşke Osman! Biliyosun, yılın belli zamanlarında âdet görür bunlar. Biz evde bakıcaz neticede. Her tarafa damlatıcak, damlattığını yalıycak, ondan sonra o diliyle gelip bizi yalıycak. Kötü de kokarmış!” Osman Lucky’yi iki eliyle birden sertçe itti. Aradığı yüzü bulamayan it, öteki taksicilere koştu. “Abi, ne bileyim ben la? Sen bana sormadın ki erkek mi dişi mi!” Başı yerde kıçı havada, domalmış, iş arkadaşlarının ayakkabı bağcıklarını çekiştiren kara köpeğin ardını işaret etti. “Aha, malı tabak gibi ortada.
Yarım saatten beri daha yeni mi görüyon?” Kemalettin, kayınpederinin eve köpek alsınlar diye eşine doğum günü hediyesi olarak verdiği ve o an için kendi uhdesinde ırzına geçilmeyi bekleyen bin doları düşündü. “Neyse canım…” dedi, “Dişi mişi. O da köpek, eşimin istediği gibi de doberman üstelik.” Sıkıntıyla iç çekip elini beline götürerek cep telefonunu çıkardı. “Ben gene de her ihtimâle karşı evi bi arıyayım.” Dönüp Osman’a baktı, güldü. “Bilsin ki sonradan problem çıkmasın… di mi?” Osman, “Ara sen ara…” dedi, sonra da Kemalettin’in üstüne atlıyormuş gibi yanından geçip domalık domalık ona buna diş atacağım diye yırtınıp duran Lucky’nin beline sarıldı. Hayvan gerisinden böyle bir saldırı beklemiyordu. Kündeyi yememek için ayakkabısını kurtarmaya çalışan öteki taksicilerden ilk gözüne kestirdiğinin bacağına sarıldı. Arkasından asılıp duran sahibine gücünün yetmeyeceğini de anlayınca, bu defa dizine sarıldığı adamın deri montuna dişlerini geçirerek yerini sağlama aldı. Taksici, “Bırak gız!” diye bağırırken Osman asılmaya devam etti, deri mont cart diye yırtıldı. Osman altta Lucky üstte, sırtüstü durağın ortasına yuvarlandılar. Lucky kıvrak bir bel hareketiyle kurtuldu kurt kapanından, “Ananı avradını…” diye söven yırtık montlu adama hırlayıp elektrik sobasının yanına uzandı, koparttığı deri parçasını ağzında gevmeye başladı.
Kemalettin, “Len Osman… Kardaş, al şunu şu gancığın ağzından da bâri gidip ayakkabıcıya diktirelim!” diyen adamın yanından müsaade isteyerek geçti, durağın park yerine çıktı. Yapacağı konuşmaya şahit olurlar korkusuyla önce durağın kapısını sıkıca kapattı, sonra da etraftakilerin anten taksalar işitemeyecekleri bir mesafeye açılıp dudaklarını şehvetle yalayarak karısının cebini tuşladı. “Bin dolar yaa!” diye düşünüyordu. “Bi sıçık it için bin dolar! Beleşini bulmuşum, yedirir miyim o parayı elin petşopçusuna?” Doğrusu, o bin doların her bir sentinde gözü vardı baştan beri. Ne olursa olsun pazarlık yapacak, on dolar, on beş dolar cebe indirecekti ama böyle bir mucize aklının ucundan bile geçmemişti.
Değil dişi, ibne bile olsa alacaktı şu hayvanı. “Bulmuşum bu fırsatı! Sıçarım âdet kanamasına! Bana ne! Ben mi temizliycem?” Durağın camekânından içeriye bir göz attı. Ortalık henüz durulmamıştı. Bu defa da Taksici Osman tespih tanelerini arar gibi domalmış, arkadaşının ceket parçasını geven Lucky’den, artakalan salyalı ve diş delikli kısmı kurtarmaya çalışıyordu. Alimallah, bunun ceketlere böyle bi şey yapacaktı var ya!.. Karısı telefonu açınca hemen yumulup konuşmaya başladı. “Canooş…” Sesini elinden geldiğince düşük oktavda tutuyordu. “Müjdemi isterim… Evvet… Buldum. Aynen! Üff, sen ne diyosun yaa, hem de ne doberman biliyo musun! Simsiyah! Yağlı kayış! Görsen bayılırsın… Para mı?” Kara kışın soğuğuna rağmen alnında biriken teri sildi. “Yetti canım, tam geldi. Hıı… tıkı tıkına bin dolar. Ama çingene pazarlığıyla yani…” Telefonu öbür eline alıp terini bir daha sildi. “İlk başta bin sekiz yüz dolardan açtı herif kapıyı… Kendisi şeyden… yurtdışından getirtmiş.” Taksi durağına baktı. Osman deriyi Lucky’den kurtarmış, bu defa da kendini kurtarmak için içerdeki bankın üzerine çıkmıştı.
Lucky ritmik bir inatla sıçrıyor, Osman’ın taa başının üzerine kadar kaldırdığı bir parça meşini havaya diş atarak geri almaya çalışıyordu. “Yok yaa, ne petşopu yaa? Onların yanına bile yaklaşılmıyo,” diye ağız yapmaya devam etti karısına. “Ağzını açan üç bin dolar, dört bin dolardan açıyo.” Sesini biraz fazlaca yükselttiğini düşünerek kafasını içine çekti. “Pedi… Ne? Pedigri mi? O ne oluyo? Secere mi? O ne peki?” Canı sıkkın dudak büktü; suratı kızardı, yüzüne bir umutsuzluk çöktü. “Yani… Bilmiyorum ki var mı şimdi. Neticede bu aldığım adam köpek ticareti yapan bi adam değil. Bilmem ki seceresi var mıdır.
Sormadım, ama sorarım.” Morali çok bozulmuştu. Bin dolar, bir boktan soyağacı belgesi yok diye kanatlanıp uçmak üzereydi. Neydi ki o belge? Nasıl bir şeydi? Bir matbaaya gidip şöyle nikâh davetiyesi gibi bir şey bastırsa? “Ha canoş?” dedi, “Tamam canoş. Sorucam tabii. Pedigrisi yoksa hayatta almam. Bûsee… yalnız şöyle bi şey var, köpeğimiz dişi. Ha? Aman noolacak, kısırlaştırırız olur biter. Çok tatlı ama var ya… Tamam, söz. Kısırlaştırırız canım. Bizzat ben götürürüm veterinere. Eve gelmeden mi götüreyim? Yaa daha yavru bu yaa… Ne bileyim, yedi, bilemedin sekiz aylıktır. Büyüsün bi, kanasın, kısırlaştırırız.
Tamam… oldu. Secere… Tamam… Alırım ben ne lâzımsa. Öpüyoruum!” Telefonu kapatıp etrafına bakındı. Kimsenin kendisini duymadığına kanâât getirince rahatladı. “Bu pezevenkler birbirine bağlı olur…” diye düşünüyordu, “Biri duysa bin doları gözden çıkarttığımızı, hemen yetiştirir o geri zekâlıya!” Taksilerin park yerini sokaktan ayıran alçak demir parmaklığı geçti, durağa doğru ilerlemeye başladı. Dışarıdan bakılınca Taksici Osman’ın ve diğer iki taksicinin belden yukarısı görülüyordu.
Tantana bitmiş gibi bir hâlleri vardı. Lucky de bir köşeye sinmiş olmalıydı. Osman’ın omzunun gerisine dönüp arayan gözlerle kendisine baktığını görünce çok uzaktan geliyormuş da Osman hasretiyle yanıp tutuşuyormuş gibi sevinçle el salladı. Ayıp olmasın diye Osman da ona salladı. Durağın kapısını açıp girdi. Tahmin ettiği gibi Lucky yerde uzanmış yatıyordu. Yalnız etrafında bir su birikintisi vardı. Ceketi parçalanan adam, elindeki delik deşik olmuş yamaya, neresine yamayacığını düşünerek dertli dertli bakıyordu. Osman, Kemalettin’in yüzünün güldüğünü görünce karısıyla meseleyi hâllettiğini anladı. “Yenge ses etmedi heralde?” diye sordu. Sonra da cevap beklemeden dönüp ceketi parçalanan arkadaşına çıkıştı: “La Selahattin… Ver la şu çaputu şu koduğuma! Ben sana tamir ettirmesi benden demedim mi aslanım?” Selahattin Osman’a kararsız kararsız baktı, ondan sonra da elindeki deri parçasını taş atar gibi attı Lucky’nin kafasına. Deri, tam isabet, Lucky’nin sivri alnının çatına oturdu ama hayvanda en küçük bir sevinç belirtisi görülmedi. Hâttâ bilhassa yaparmış gibi kımıltısız kaldı. Böylece siyah deri ceketin siyah parçası, inatçı dobermanın tabanca sivrisi kafasının üzerinde gözlerini de örten bir eşarp gibi durmaya başladı.
“Abi görüyon mu la?” dedi Osman Kemalettin’e dönerek. “Şerefsiz la bu! Elinden zorlan aldık diye oturup işedi, ondan sonra da bize eziyet olsun diye işemiğinin üstüne yattı pezevenk! Şimdi de veriyoz, almıyo!” Kemalettin, “İyi!” diye düşündü. “Bizim Bûse’nin iki günde hevesi geçer, ben de bu iti bin dolara başka bi salağa okuturum. Cennet canıma minnet!” Osman’a sahte bir anlayışla baktı. “Olsun canım…” dedi, “Ben şimdiden sevdim keratayı.” Lucky’ye dönüp başparmağını bozuk para sayıyormuş gibi oynatarak yanına çağırdı. “Lucky, gel kızım bakiim yaa…
Küstün mü sen yaa?” Lucky, eşarbının altından, tanımadığı bu sese kulaklarını oynatarak karşılık verdi, sonra da bamya kadar kalmış kuyruğunu salladı. Kıçını başını oynatınca sağa sola sidik sıçradı, elektrik sobasının tellerine de değen amonyaklı sıvı cıss diye ses çıkardı. “Bak Osman…” dedi Kemalettin, “Sevdi beni. Nasıl kuyruk sallıyo bak!” Osman, siktir et der gibi bir el hareketi yaptı. “Sallamasa şaş esas!” dedi. “Bu var ya bu… Valla eve hırsız girse hırsızlan işbirliği yapar la bu, ‘Ben sana paraların yerini gösteriyim, sen de bana buzdolabının kapağını açıver!’ der. Öyle bi alçak köpek bu!” Kemalettin göz ucuyla Lucky’ye bakmayı sürdürüyordu, sahte sahte güldü.
Hayvanın çok özel bir çaba göstererek o deri eşarbı kafasının üstünde düşürmeden tutması, her yeri ayrı oynadığı hâlde kafası bir milim oynamıyordu, hoşuna gitmişti. “Canı sağ olsun onun!” dedi. “Di mi kızım?.. Her neyse… Eşimi aradım, tamam… Mesele kalmadı. Sence de tamamsa?” Selahattin, dışarıdan cama vurulup müşteri geldiğinin haber verilmesi üzerine ayaklandı. Lucky’nin önünden geçerken, daha önceden canı yanmış olacak, “Hoşt amına goduğum!” diyerek hayvana gözdağı verdi.
Lucky sallamadı, put gibi oturmaya devam etti. “Valla bence de tamam abi!” dedi Osman. “Yalnız, tabii isterim köpek sana gitsin, iyi bi ailenin yanına yerleşsin ama, demin de dedim, şartımı kabûl edecek olursan yani…” Yüreğinin derinliklerinde bin doların sıcaklığını hisseden Kemalettin canlı canlı kafa salladı. “Ayıbettin Osman!” dedi coşkuyla. “Şartın şurtun lafı mı olur! Buyur… söyle.” Osman, lâfa nereden başlaması gerektiğini kestiremiyormuş gibi ayağa kalktı, pantolonunun ağını düzeltti, takımlarını yerleştirdi. Gözü Lucky’deydi. “Bak la bak!” dedi, “Kahpedeki inadı görüyon mu? Bak hâlâ kafayı kıpırdatmıyo.” Yerine oturdu, Kemalettin’e döndü: “Şimdi abi… Bizim Aysel, benim hanım olur kendi, bu ite hasta tamam mı? Ama bu hastalığın mikrobu da gene bu it. Şimdi…” Üstdudağını yalayıp ceketinin yan cebinden sigara paketini çıkardı, Kemalettin’e tuttu, onun istemediğini görünce öteki arkadaşına tuttu, o da “Yok, yeni attım,” deyince kendininkini yaktı, iki fırt çekti dertli dertli. “Mikrop bu, hasta da bizim hanım…”
Kendi vicdanına soruyormuş gibi dönüp sordu Kemalettin’e: “Sen olsan naapardın abi? Mikrobu mu savardın başından, hastayı mı?” Kemalettin tam cevap vereceği anda öteki taksici lâfa karıştı: “Hastayı hastayı, he he he!” Kemalettin’e göz kırparak dişsiz ağzını sağa sola sündürdü lastik gibi. “Yok canım!” dedi Kemalettin. “La Ender!” Taksici Osman, bozuk bozuk bakıyordu arkadaşına. “Başlatma la şimdi!” Lucky başındaki örtüyü milim kaydırmadan, yere yayılıp gitmiş sidiğinin üzerinde sağ yanına döndü. Orayı adamakıllı suya banıp kısa tüylerine yedirdikten sonra aynı maharetle sol yanını da bandı. Geriye bir tek kafası kalıyordu ama herhalde o kadar da değildi artık. “Ba ba ba…” diyerek Lucky’yi gösterdi Ender. “Ba naapıyo ba!” Osman omuz silkti. “Puşt abi!” dedi Kemalettin’e. “Ben sana dedim, silme puşt!” “Hıı…” dedi Kemalettin sabırsızca. “Çok kerata hakkaten de.” İçinden, “Hastir lan!” diyordu, “Hayvanı eğitmeyin, bulduğu yere tabii işer!” Osman’a bakıp anlayışlı bir ifadeyle gülümsedi. “Zaten bu dobermanlar çok akıllı olurmuş. Bunlar…” Sustu, reklam yaptığı için kızdı içinden kendine.
Havaya girecekti herif, başlayacaktı naza çekmeye. Hafifçe hınkırıp genzini temizledi “Ama çok da zor eğitilirlemiş yani…” diye kıvırdı. “Tabii zaman meselesi sonuçta. Sen gece gündüz direksiyon sallıyosun, yenge evde tek başına, akşama kadar çocuklar bi taraftan… Çocuk var mıydı Osmancım?” “Var abi.” “Kaç tane?” “İki kız, ellerinden öper.” İçinden “Hiç mi boş durmadınız lan?” diye geçirirken dışından, “Allah bağışlasın,” dedi Kemalettin. Uzanıp adamın düşük omuzlarına dostça dokundu, sıktı. “Valla elinizi çabuk tutmuşsunuz Osmancım.
Yaş kaç allâsen?” Ender ayağa kalktı o sıra. Durağın dışına baktı şöyle bir. “Al sen Laki’yi gardaş!” dedi. “Allahımı inkâr ediyim, benim böyle kopeğim olacak, garıyı gorum gapıya, bunu da alırım goynuma!” Köpeğin lâfı anlamış gibi neşeli neşeli kuyruk sallamaya başlamasını hoş bir tesadüf olarak değerlendirdi Kemalettin. Dönüp “Yok canım, daha neler?” gibisine sırıttı Ender’e. “La Endeer…” diye homurdandı Osman. “Bi rahat ver la! Bi bi şey konuşuyoz la!” “Gidiyom lan zaten.” Ender sırtındaki kazağı göbeğinin üstüne kadar sıyırıp başparmaklarının yardımıyla pantolonunu vücudundan ayırdı, sarkmış gömleğini içine tıktı. Durağın kapısına elini uzatmıştı ki durup geri döndü, yerde, kendini kendi sidiğine banmış ölü gibi yatan köpeğe sevgiyle baktı, güldü, yanına kadar gitti, üstüne eğildi. Başucuna gelenin kimliğini belirlemek için eşarbın altından havayı kokluyordu hayvan. Bamya kuyruk gene sallanmaya başladı. “Gızııım…” dedi, “Gidiyon nu seen?” Sesi bayağı hisli çıkmıştı. Kemalettin Taksici Osman’a bakıp üzülmüş gibi dudak büktü. Aynı anda da Taksici Osman’ın cidden üzüldüğünü fark edip paniğe kapıldı. “Gızııım…” diyordu Ender, “Aç yüzünü gızıım… Elâ gozlerinlen bi bak gızııım!”
“Bakar bakar, bok bakar!” diye düşünüyordu Kemalettin, ama çok yanlış düşünüyordu. Lucky, mâhir bir kafa hareketiyle başındaki eşarbı gözleri görülecek kadar yukarı attırıvermişti gene anlamış gibi. Fıldır fıldır iki elâyı pörtletecek kadar irice açmış, kendisine sevgi gösteren adama bakıyordu. Aklı üstünden gitti Kemalettin’in. Bu da mı tesadüftü yani? Ama daha çok Taksici Osman’la öteki hıyarın bu durumu gayet âdî bir olay gibi kolayca kabûllenivermelerine gitmişti aklı. “Hayal gördüm galiba…” dedi içinden, “Alt tarafı köpek be! Kafasını sallayacağı tuttu, Ender’in de gözünü aç diyeceği tuttu, o ona denk geldi o da ona denk geldi, biz de burda Stefan Kuntz romanı yazdık kendi kendimize…
Stefan Hemingvey miydi yaa?” O esnâda Ender Lucky’yi burnundan öpüyor, Lucky de onun ağzının içini yalıyordu. Suratını tiksintiyle buruşturdu. “Gene gel, e mi gızım?” dedi Ender. Lucky dönüp dönüp Kemalettin’e bakmaya başladı bunun üzerine. “Yeni patronuma sor,” der gibiydi. Kemalettin kendi kendine güldü, omuz silkti, içinden yok deve falan dedi. Ender burnunu çekerek çıktı duraktan. Aynı anda da Lucky, az öncekinin ters istikâmetinde bir başka mâhir hareket daha yaptı ve eşarbını yeniden yüzüne örttü. Kemalettin’in aklı bir kere daha gitti üstünden. “Kaçırdım, biliyon mu?” Kemalettin dalmıştı, zıpladı.
“Ney?’” dedi gayri ihtiyârî. Lucky’ye bakmaya korkarak havaya kafa atar gibi yapıp ondan tarafı işaret etti. “Bunun yüzünden mi?” “Sevdik abi!..” dedi Osman. O da dalmış gitmişti. “Gençtik, cahildik… Uyduk şeytana.” Gururla şişindi. “Aysel de gönüllü geldi ha… Kaçırdık dedikse zorlamaylan değil. Babasını razı edecez diye gürül gürül çalıştık, bi tane çocuk yaptık. Çok şükür Allahıma, işler yoluna girdi o sayede. Peşinden biraz kendimizi toparlayıp bi sefer daha yaptık.” Kemalettin hem dinliyor, hem de “Bu hırt bunları niye anlatıyo yaa?” diye düşünüyordu. Çok umurundaydı çünkü. Ama ne yaparsın, ticaret sonuçta, her ihtimâle karşı çok umurundaymış gibi kaşlarını çatıp ciddi ciddi kafa sallamayı ve ara sıra da gülümseyerek çenesinin altını kaşımayı ihmâl etmedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Hikaye
- Kitap AdıLucky
- Sayfa Sayısı515
- YazarSezgin Kaymaz
- ISBN9789750535659
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dağılmalar ~ Mahsum Ece
Dağılmalar
Mahsum Ece
“İnançsız biri değildim; inancı kaybolmaya başlayan biriydim. Beni öne sürmüş çocukluğum vardı. Bir kentim yoktu. Kenti olmayan insan ne yazabilirdi ki? Son cümlesinin rüzgârın...
- Memoria ~ Şebnem İşigüzel
Memoria
Şebnem İşigüzel
“Herkes hikâyesini en başından anlatmalı, yoksa anlaşılmaz.” Beş yaşında bir çocuk günün birinde Karılar Tekkesi’ne emanet edilir. Sorun şu ki çocuk erkektir. Ancak hikâye...
- Comemadre ~ Roque Larraquy
Comemadre
Roque Larraquy
Burnu ve gözü yok ama ağzı var. 1907’de Temperley Kliniği’ne iyileşmek umuduyla yatan, başına geleceklerden habersiz birçok hastadan birinin son sözü. O yıl klinikteki...