Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Mavi Köpeğin Gözleri
Mavi Köpeğin Gözleri

Mavi Köpeğin Gözleri

Gabriel Garcia Marquez

Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmedi ğimiz…

Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmedi ğimiz bir yerde oturduk. Yanımızdan birçok ses geçti. “Çulluklar gözlerimizi oydu,” dedik. Seslerden biriyse şöyle dedi: “Bunlar gazeteleri fazla ciddiye almışlar.” Sesler ortadan kayboldu. Bizse öylece, omuz omuza oturmaya devam ettik. Rüyalar, kazalar, pişmanlıklar, inanç, özlem ve ölüm… Büyülü gerçekliğin gizemli ve puslu atmosferlerle buluştuğu bu öykülerde Gabriel García Márquez, yatalak bir genç adam, kedisinin bedenine girmek isteyen bir kadın, evladının ölümünün yaraladığı bir anne, ikizi ölen bir kardeş, gözleri çulluklar tarafından oyulan üç adam, kurbanını sabırla bekleyen ölüm meleği gibi birbirinden çok farklı kurgusal ve mitolojik kahramanlara gönderme yapan kişiliklerin, bedensel ve düşünsel hassasiyet anlarını anlatıyor. Márquez’in ilk eserlerini barındıran Mavi Köpeğin Gözleri, 1947-1955 yılları arasında yazdığı on dört öyküden oluşuyor. Kitap, tarzı, temaları, karakterleri ve bilhassa yazarın, “Yüzyıllık Yalnızlık’a değişmem,” dediği “Çullukların Gecesi” öyküsüyle bir Márquez şenliği.

İçindekiler

Üçüncü Teslimiyet …………………………………………………… 11
Eva, Kedisinin İçinde ………………………………………………… 23
Tubal-Kabil Bir Yıldız Dövüyor………………………………….. 37
Ölümün Öteki Kaburgası………………………………………….. 49
Aynayla Sohbet……………………………………………………….. 59
Üç Uyurgezerin Çilesi ………………………………………………. 67
Natanael’in Ziyareti …………………………………………………. 73
Mavi Köpeğin Gözleri ……………………………………………….. 85
Saat Altıda Gelen Kadın……………………………………………. 93
Çullukların Gecesi …………………………………………………. 107
Birisi Bu Gülleri Darmadağın Ediyor…………………………. 113
Nabo: Melekleri Bekleten Zenci……………………………….. 119
Yağmurun İçinden Bir Adam Geliyor………………………… 129
Macondo’da Yağmuru İzleyen Isabel’in Monoloğu ………. 135

ÜÇÜNCÜ TESLİMİYET

Gürültü işte yine başlamıştı. Gayet iyi tanıdığı bu soğuk, keskin, dikine dikine gelen ses, şimdi acı veren bir tizlikle çınlıyordu; delikanlı bunun nasıl bir gürültü olduğunu bir günde unutuvermişti sanki.

Ses, içi oyulup boşaltılmış gibi bomboş kalmış kafatasının içinde yankılanıyordu. Kafatasının iç çeperleri birden peteklerle kaplanmıştı sanki. Gürültü, bitmek bilmez sarmallar halinde büyüyor ve kafasını içten döverek omurgasını akortsuz, ayarsız bir titreşimle, bedeninin bildik ritmiyle dalgalandırıyordu. Sağlam adamlara özgü bedeninin yapısında bir şey ters gitmişti; “öteki seferlerde” normal biçimde işleyen bir şey, bu kez kafasını, etten arınmış, iskelet halindeki bir elin salladığı bir çekiçle içeriden kuru ve katı darbelerle dövüyor ve delikanlının hayatında hissettiği her acı hissini yeniden duyumsamasına sebep oluyordu. Hayvansı bir içgüdüyle yumruklarını sıkası, duyduğu amansız acının baskısıyla mavileşip morarmış damarların kabardığı şakaklarını sıkıştırası geliyordu. İçinde bulunduğu ânı, elmas uçlu bir matkap gibi oyan gürültüyü, hassas avuçları arasına alıp ezebilmek isterdi. Ateşi yükseldikçe ısınıp dağlanan kafasının sızlayan köşeleri tarafından kovalandığını zihninde canlandırınca bedenindeki kaslar, evcil kedilere mahsus bir hareketle gerildi.

Ona birazdan yetişeceklerdi. Hayır. Gürültünün cildi kaypaktı, elle tutmak mümkün değildi. Ama delikanlı iyice bellediği stratejisi sayesinde onu yakalamaya ve çaresizliğinin verdiği kuvvetle onu sımsıkı kavramaya hazırdı. Gürültünün yeniden kulağını delip ağzından, gözeneklerinden ve gözlerinden çıkmasına, arsız karanlığının derinliklerinden fışkırıp gözlerini kör edecek denli abartılı bir kibirle geçip gitmesine izin vermeyecekti. Kafatasının iç duvarlarını, kar tanelerini andıran cam kırıklarıyla doldurmasına izin vermeyecekti. Gürültü, başını beton duvarlara vurup duran bir çocuğun darbeleri gibi bitmek bilmezdi. Tıpkı doğası gereği katı olan cisimlere indirilen herhangi bir sert darbe gibi. Oysa etrafına set çekip tecrit edebilse gürültü onu bir daha rahatsız etmeyecekti. Ah şu değişken varlığı kendi gölgesinden ayırıp atabilseydi! Onu kıskıvrak yakalayabilseydi! Sımsıkı kavramayı becerip kaldırıma çarpabilse ve canını çıkarıncaya dek üstünde tepinebilseydi! Kendisine işkence edip duran, onu çıldırtan, artık alelade bir eşya gibi yerde hareketsiz duran ve mutlak bir ölüme kavuşturulan gürültüyü nihayet öldürdüğünü soluk soluğa söyleyebilseydi!

Ama şakaklarını sıkıştırması imkânsızdı. Kolları küçülmüş, adeta bir cücenin kollarına dönüşmüştü; kısa, tıknaz, tombul kollardı bunlar artık. Başını sallamaya yeltendi. Salladı. Derken gürültü iyice sertleşip şişen ve yerçekiminin gücünü enikonu hissetmeye başlayan kafatasının içinde daha da büyük bir kuvvetle kendini belli etti. Ağır ve şiddetli bir gürültüydü bu. Öyle ağır ve şiddetliydi ki onu yakalayıp yok etmek, kurşundan yapılmış bir çiçeğin yapraklarını koparmak kadar zordu. Bu gürültüyü “başka seferler” de aynı ısrarcı biçimde hissetmişti. Örneğin ilk kez öldüğü gün hissetmişti; başında dikildiği cesedin kendisine ait olduğunu idrak ettiği gün. Onu görmüş ve kendisine dokunmuştu.

Elle tutulamadığını, uzayda yer kaplamadığını, var olmadığını hissetmişti. Sahiden de bir cesetti; daha genç ve hastalıklı bedeninin başında dikilirken ölümün yolda olduğunu hissetmeye başlamıştı. Evin atmosferi, sanki ev baştan aşağı çimentoyla doldurulmuş gibi katılaşmıştı, kendisiyse –eşyalar, atmosferin havadan oluştuğu zamanki halleriyle etrafına dizilmiş olarak– bu kütlenin ortasında yer alıyordu; katı ama şeffaf çimentodan yapılmış tabutuna özenle yerleştirilmişti. O sırada da kafasında bu “gürültü” vardı. Ötede, tabutun öteki ucundaki ayaklarının tabanları nasıl da uzaklaşmış ve üşümüştü; oraya bir minder koymuşlardı, çünkü tabut kendisine fazlaca büyük gelmiş, ölü bedenini yeni ve son giysisine uydurabilmek için tabutta bazı değişiklikler yapmaları gerekmişti. Bedenini beyazlara sarmışlar, çenesiniyse bir tülbentle bağlamışlardı. Kefenine sarılmış halde kendini pek yakışıklı bulmuştu; ölesiye yakışıklı.

Tabutunun içindeydi, gömülmeye hazırdı oysa ölmediğini biliyordu; canı kalkmak isteseydi kolaylıkla kalkabilirdi. En azından “manevi” olarak kalkabilirdi. Ama buna değmezdi. Oracıkta ölüp kalmak daha iyiydi; hastalığı, “ölüm” dolayısıyla ölmekti. Uzun zaman önce doktoru, annesine soğukkanlılıkla şöyle demişti:

“Señora, oğlunuz ağır bir hastalıktan mustarip; oğlunuz yaşayan bir ölü.” Ve şöyle devam etmişti: “Yine de hayatını ölümden uzak tutabilmek için elimizden geleni yapacağız. Karmaşık bir kendi kendini besleme sistemi sayesinde bedensel işlevlerini sürdürmesini sağlayacağız. Yaşayanlardan tek farkı, hareketle ilgili motor fonksiyonlarının, yani düşünmeden yapılan hareketlerin eksikliği olacak. Büyümesi normal olarak devam edeceğinden yaşamaya devam ettiğini gözlemleyebileceğiz. Uzun lafın kısası, oğlunuz ‘yaşarken ölüm’den mustarip. Sahici ve somut bir ölüm bu…”

Sözcükleri hatırlasa da birbirine karıştırıyordu. Belki de bunları gerçekte hiç duymamıştı, tifo yüzünden ateşi yükseldikçe… hezeyanlar bastıkça… mumyalanan firavunların hikâyesini okudukça beyni bu sözleri uyduruyordu; ateşi yükselince kendisini bu hikâyenin kahramanı zannediyordu. Böylece hayatında boşluklar oluşmaya başlamıştı. O zamandan beri olup bitenlerin hangisinin hezeyan, hangisinin gerçek olduğunu ayırt edemez, hatırlayamaz olmuştu. Bu yüzden şimdi de şüphe içindeydi. Belki de doktor “yaşarken ölüm” denen bu tuhaf şeyden asla bahsetmemişti. Mantıkdışı, mantıksız, düpedüz çelişkili bir durumdu bu. Dolayısıyla artık sahiden de ölü olabileceğinden kuşkulanmaya başlamıştı. Ne de olsa on sekiz senedir bu durumdaydı.

O sırada –öldüğünde yedi yaşındaydı– annesi ona yeşile boyalı ahşaptan küçük bir tabut, bir çocuk tabutu yaptırmak için sipariş vermişti. Ancak doktor tabutun daha büyük, içine normal bir yetişkinin sığabileceği boyutta yapılmasını buyurmuş, zira küçük bir tabutun büyümeyi engelleyip çocuğu çarpık bir ölü veya anormal bir canlı haline getirebileceğini söylemişti. Ayrıca büyümesi engellendiği takdirde hastalığındaki iyileşme de fark edilemez hale gelecekti. Bu uyarıyı kulağına küpe eden annesi ona içine bir yetişkinin sığabileceği kadar büyük bir tabut yaptırmış ve sonradan gerektikçe ayarlama yapabilmek için ayak kısmına üç tane minder koymuştu.

Böylece çocuk tabutun içinde büyümeye başlamış ve büyümesi sekteye uğramasın, diye her sene son minderden bir avuç yün eksiltilmişti. Hayatının yarısı böyle geçmişti. On sekiz yıl (şimdi yirmi beş yaşındaydı). Derken delikanlının büyümesi durmuş; bedeni son ölçülerini almıştı. Marangoz ve doktor, hesaplarında hata yaptıklarından tabut, olması gerekenden yarım metre daha büyük yaptırılmıştı.

Delikanlının yarı barbar bir devi andıran babası gibi cüsseli olacağını sanmışlardı. Ama öyle olmamıştı. Babasından miras kalan tek şey, gür sakalı olmuştu. Annesi, tabutunun içinde bakımlı görünsün, diye oğlunun fışkırırcasına büyüyen bu mavi sakalını tarayıp kırpardı. Sıcak günlerde bu sakal delikanlıyı müthiş huylandırırdı.

Ama onu “bu gürültü”den daha fazla rahatsız eden başka bir şey vardı: fareler! Çocukken hayatta en çok canını sıkan, içine en çok dehşet salan şey, tartışmasız, farelerdi. Bu iğrenç hayvanlar, ayakucunda yanan mumların kokusuna geliyorlardı. Kıyafetlerini baştan aşağı kemirmişlerdi ve çok yakında kendisini kemirmeye, bedenini dişlemeye başlayacaklarını gayet iyi biliyordu. Bir gün onları görmüştü: Islak tüyleri ışıldayan beş fareydiler, masanın ayağından tırmanıp tabuta giriyor ve bedenini dişliyorlardı. Annesi olan biteni fark ettiğinde iş işten geçmiş, bedeninden geriye et artıklarıyla katı ve soğuk kemikler kalmıştı. Çocuğu asıl korkutansa bedenini farelerin yemiş olması değildi. Neticede iskelete dönüşse de yaşamaya devam ediyordu. Onu asıl korkutan, bu hayvanların ister istemez içinde uyandırdığı dehşetti. Bu kaba tüylü yaratıkların bedeninde koşuşturduklarını, cildini yırtıp açtıklarını ve buz gibi pençeciklerini dudaklarına sürttüklerini düşünmek bile tüylerini diken diken etmeye yetiyordu.

Farelerden biri gözkapağına kadar tırmanmış ve göz küresini kemirmeye koyulmuştu. Onun dev bir canavar gibi gözünün tepesinde dikildiğine ve canla başla retinasını deldiğine tanık olmuştu. Böylece yeniden öldüğüne kanaat getirmiş ve başı dönerek kendini kaderin ellerine bırakmıştı.

Artık bir yetişkin olduğunu hatırladı. Yirmi beş yaşındaydı; yani daha fazla büyümeyecekti. Yüz hatları iyice yerine oturmuş, çehresi vakur bir ifadeye bürünmüştü. Ama sağlığına kavuşunca oturup çocukluğundan bahsedemeyecekti. Çocukluğunu hiç yaşayamamış, ölü olarak geçirmişti.

Çocukluktan ergenliğe geçtiği dönemde annesi sıkı ve titiz önlemler almıştı. Tabutun ve odanın temizliğini kusursuz olarak sağlamayı kendisine dert edinmişti. Vazolardaki çiçekleri sıklıkla değiştiriyor ve içerisi temiz havayla dolsun, diye her gün pencereleri açıyordu. O zamanlar mezurayla oğlunun boyunu ölçüp birkaç santim daha uzadığını görünce ne büyük bir memnuniyet duyardı! Oğlunun hayatta olduğunu gördükçe annelere özgü bir tatmin hissederdi. Bu arada eve yabancıları sokmaktan da sakınır olmuştu. Ne de olsa evin bir odasında uzun yıllar boyunca bir ölünün barınması hem nahoş bir durumdu hem de garip. Annesi pek özverili bir kadındı. Ama çok geçmeden iyimserliği azalmaya başlamıştı. Son yıllarda mezuraya kederle bakar olmuştu. Oğlu artık büyümüyordu! Birkaç aydır tek bir milim olsun büyümemişti. Anne artık sevgili ölüsünün bedeninde bir yaşam emaresi bulmakta zorlanacağını biliyordu. Bir sabah onu “gerçekten de” ölü bulacağından korkuyordu, belki de bu yüzden delikanlı annesinin bir gün tabutuna yaklaşıp usulca bedenini kokladığını fark etmişti. Kadıncağız bir kötümserlik buhranına kapılmıştı. Son günlerde oğluna ilgi göstermeyi iyice bırakmış, mezurayı bile yanında getirmez olmuştu. Oğlunun daha fazla büyümeyeceğini biliyordu.

Oğlu da artık “gerçekten” ölü olduğunu biliyordu. Biliyordu, çünkü vücuduna tatlı bir rehavet çökmüştü. Her şey beklenmedik bir biçimde değişmişti. Sadece kendisinin duyumsayabildiği belli belirsiz nabız atışları sönüp gitmişti. Ağırlaştığını, talepkâr ve kuvvetli bir güç tarafından toprağın derinliklerine doğru çekildiğini hissediyordu. Yerçekimi onu artık karşı konulmaz bir kuvvetle çekiyordu sanki. Hakiki olduğu su götürmez bir ceset gibi ağırlaşmıştı. Ama böyleyken kendisini daha rahat hissediyordu. Ölümünü yaşamak için nefes alması bile gerekmiyordu.

Aklından, kendine dokunmadan, bedensel uzuvlarını birer birer saydı.

Şurada, sert bir yastığın üstünde hafifçe sola doğru dönük kafası durmaktaydı. Gırtlağını tırmalayan belli belirsiz soğuk hava akımına bakılırsa ağzı aralık olmalıydı. Yirmi beş yaşındaki bir ağaç gibi budanmıştı. Ağzını kapamaya yeltendi. Çenesini bağladıkları tülbent gevşemişti. Adamakıllı bir ölüye benzeyebilmek için duruşunu düzeltip üstünü başını toparlamayı ve “poz” vermeyi bile beceremedi. Kasları ve uzuvları emirlerine itaat etmiyorlardı, sinir sisteminin çağrılarını ivedilikle yerine getirdikleri eski günler çok geride kalmıştı. Dilediğince hareket edebilen o on sekiz yıl önceki çocuk ortalarda yoktu artık. İki yanına düşerek tabutun yumuşak kumaşla kaplı iç duvarlarına dayanan kollarını duyumsadı. Karnı ceviz kabuğu gibi katılaşmıştı.

Az ötedeki sağlam ve düzgün bacaklarıysa yetişkinlere özgü kusursuz vücut yapısını tamamlamaktaydı. Bedeni hantal bir biçimde uzanıyor olsa da rahattı, herhangi bir ağrısı sızısı yoktu, sanki dünya aniden durmuştu ve sessizliği kimse bozmayacaktı; yeryüzündeki bütün akciğerler havanın uçarı sükûnetini bozmamak için nefes almayı kesmişlerdi adeta. Hava kararırken yeşil ve gür çimenlere uzanıp dalgın bakışlarını gökyüzündeki yavaşça dağılan bir buluta dikmiş bir çocuk gibi mutluydu. Ölü olmasına, suni ipek döşeli tabutunda sonsuza dek yatacak olmasına rağmen mutluydu. Zihni son derece berraktı. Önceki sefer, ilk öldüğünde böyle olmamış, kendisini duyarsızlaşmış, körelmiş gibi hissetmişti. Etrafına dizilmiş olan ve üç ayda bir yenilenen mumlar yeniden tükenmeye başlamışlardı; tam da en gerekli oldukları anda.

O sabah annesinin sulayıp getirdiği menekşelerden odaya yayılan taze serinliği duyumsadı. Beyaz zambakların, güllerin taze serinliğini duyumsadı. Ama bütün bu korkunç hakikat ona herhangi bir rahatsızlık vermiyordu; tam tersine, orada, yalnızlığıyla baş başayken gayet mutluydu. Korku duymaya sonradan mı başlayacaktı acaba?

Kim bilir… Tabutun yeniden toprağa dönüp ağaca dönüşme umuduyla çatırdayışını ve yeşil ahşaba çiviler gömecek olan çekiç darbelerini hayal etmek zordu. Toprağın buyruğuyla artık daha da ağırlaşmış olan bedeni rutubetli, killi ve yumuşak bir zemine yanlamasına düşecek ve birkaç metre yukarısında mezarcıların son patırtıları gittikçe daha zor duyulur hale gelecekti. Hayır. Orada da korku duymayacaktı. Ölümünün uzaması anlamına gelecekti bu; içinde bulunduğu yeni koşulların olabilecek en doğal halde uzaması.

Bedeninde ısının zerresi bile kalmayacaktı, omuriliği ebediyen donacak ve yıldızları andıran buz kristalleri iliklerine kadar işleyecekti. Yeni ölü hayatına ne kadar da kolay alışacaktı! Yine de, o sağlam zırhı bir gün dağılacak ve uzuvlarının yerli yerinde olup olmadığını görmeye kalkışınca yerlerinde yeller estiğini fark edecekti. Bedeninin artık belli ve oturmuş bir şekle sahip olmadığını duyumsayacak, yirmi beş yaşındakilere özgü o mükemmel anatomisini kaybettiğini, şekli veya herhangi bir geometrik tanımı olmayan bir avuç toza dönüştüğünü istemeye istemeye kabul ederek teslim olacaktı.

Ölümün İncil’de sözü geçen tozuydu dönüşecek olduğu. Şekli şemalı belli, fiziksel bir ceset değil de hayal ürünü, soyut, yalnızca ebeveynlerinin bulanık hatıralarında kalan bir ceset olduğunu hissedecek ve geçmişi belli belirsiz özleyecekti. Bir elma ağacının kılcal damarlarından yukarı tırmanıp sonbaharda olgunlaşacak bir elmanın içine konuşlanacak ve aç bir çocuğun ısırığıyla uyanacaktı. Böylelikle bütünlüğünü kaybettiğinin, artık sıradan bir ölü, alelade bir ceset bile olmadığının farkına varacaktı, işte buna üzülüyordu.

Kendi cesediyle baş başa, yapayalnız kaldığı son gecesi mutlu geçmişti. Fakat yeni bir gün doğup da ılık güneşin ilk ışınları odanın açık penceresinden içeri akın ettiğinde cildinin yumuşamış olduğunu hissetti. Bir an dikkat kesildi. Sessizdi, hareketsizdi. Havanın bedeni üstünde gezindiğini duyumsadı. Şüphesi yoktu; “koku” gelip çatmıştı. Kadaverin1 geceleyin etkisini göstermeye başlamıştı. Bünyesi her ölüde olduğu gibi çürümeye, kokuşmaya başlamıştı. Hissettiği “koku”, şüphesiz, kokuşmuş etlere mahsus, başka hiçbir kokuya benzemeyen, bir an geçti sanılıp sonradan daha da kuvvetle hissedilen bir kokuydu. Bedeni önceki geceki sıcağın etkisiyle çürümeye başlamıştı. Evet. Çürüyordu. Birkaç saat içinde annesi, çiçekleri değiştirmeye gelecek ve daha kapının eşiğinden geçmeden çürümüş etin leş kokusu yüzüne tokat gibi inecekti. Böylece onu ikinci ölümünde istirahat etmesi için diğer ölülerin yanına götüreceklerdi.

Ama korku hissi aniden sırtına bir şaplak gibi iniverdi. Korku! Ne kadar derin, ne kadar anlamlı bir sözcük! Artık korkuyordu; “fiziksel”, sahici bir korkuydu bu. Neden korkuyordu peki? Neden korktuğunu gayet iyi biliyordu ve eti, korkuyla seğiriyordu; büyük ihtimalle henüz ölmemişti. Onu oraya, mükemmelce sığdığı ve son derece rahat ettiği yumuşak, minderli tabuta yerleştirmişlerdi; ve korkunun hayaleti gerçeklere dönmesini sağladı; onu canlı canlı gömeceklerdi!

Sahiden ölü olamazdı, çünkü her şeyi algılayabiliyordu; etrafında fısıldayarak akıp giden hayatı, günçiçeklerinin açık pencereden içeri giren ve diğer “koku” ile karışan baygın kokusunu. Bahçedeki havuzun şırıltısını, gölgelerde kaldığından şafağın söktüğünü anlamayıp hâlâ ötmeye devam eden cırcırböceğinin gürültüsünü mükemmel bir biçimde duyuyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıMavi Köpeğin Gözleri
  • Sayfa Sayısı144
  • YazarGabriel Garcia Marquez
  • ISBN9789750721908
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Doğu Avrupa’da Yolculuk ~ Gabriel Garcia MarquezDoğu Avrupa’da Yolculuk

    Doğu Avrupa’da Yolculuk

    Gabriel Garcia Marquez

    Sınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. Hiç...

  2. Yaprak Fırtınası ~ Gabriel García MárquezYaprak Fırtınası

    Yaprak Fırtınası

    Gabriel García Márquez

    “1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü ‘Gabriel Garcia Marquez’e veren İsveç bilimler Akademisi, bu ödülün gerekçesinin şöyle açıklıyordu: ‘Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin...

  3. Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni ~ Gabriel Garcia MarquezŞili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Şili’de Gizlice Miguel Littín’ín Serüveni

    Gabriel Garcia Marquez

    1973 yılında, iriyarı, siyah saçlı, sakallı bir sinema yönetmeni, askerî darbenin hemen ardından Şili’den kaçtı. On iki yıl sonra, zayıf lamış, saçlarının rengi açılmış,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ayak İzlerinde Adımlar ~ Julio CortázarAyak İzlerinde Adımlar

    Ayak İzlerinde Adımlar

    Julio Cortázar

    Pencere çerçevesinin üst kısmında bir damlacık beliriyor, onu bin sönük ışıltıya bölen gökyüzüne doğru titreşiyor, sonra büyüyor ve sendeliyor, düştü düşecek, ama düşmüyor, henüz...

  2. Korkuyu Beklerken ~ Oğuz AtayKorkuyu Beklerken

    Korkuyu Beklerken

    Oğuz Atay

    Oğuz Atay’ın hikayeleri, gündelik hayatı kavrayış derinliği, anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmaz. Kitaba adını veren hikayenin korkuyu beklerken...

  3. Columbus’un Kadınları ~ Müge İplikçiColumbus’un Kadınları

    Columbus’un Kadınları

    Müge İplikçi

    “Evet, onun hakkında bugüne kadar hiçbir şey yazmadım. Yazsaydım ‘tarih’i çarpıtırdım belki de. Şimdi ona ihanet ettiğimi sanıyorsunuz değil mi? Asla. Ruhumun en derin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur