Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Örgütlü Vahşetin Yükselişi
Örgütlü Vahşetin Yükselişi

Örgütlü Vahşetin Yükselişi

Siniša Malešević

Doğumun fiziksel ve zihinsel sarsıntısıyla dünyaya geliyor, bedenimize ve zihnimize işleyen ölüm deneyiminin şiddetiyle dünyayı terk ediyoruz. Arada kalan “ömür” dediğimiz kısa süre zarfındaysa…

Doğumun fiziksel ve zihinsel sarsıntısıyla dünyaya geliyor, bedenimize ve zihnimize işleyen ölüm deneyiminin şiddetiyle dünyayı terk ediyoruz. Arada kalan “ömür” dediğimiz kısa süre zarfındaysa şiddetin bin bir yüzüyle karşılaşıyoruz: Bazen ona maruz kalıyor, bazen bizzat uyguluyor, bazen de sadece haberdar oluyoruz. Yine de birçok uzman bize insanlık tarihinin muhtemelen en barışçıl ve iyimser döneminde yaşadığımızı, hâl ve gidişatımızın pekiyi olduğunu telkin ediyor. Uygarlaşma sürecinin şiddeti azalttığı, Aydınlanma ilkeleri üzerine bina edilen karmaşık modern kurum ve örgütlerin çatışmaları yönetmeyi kolaylaştırdığı, insanın esenliğini artırdığı söyleniyor.

20. yüzyılın başından itibaren yaşanan İki dünya savaşı, etnik çatışmalar, soykırımlar, katliamlara rağmen istatistikler ve sayılar da onları doğruluyor. Eski çağların vahşi cinayetleri, ürkütücü tarihsel anlatıları ve mitleştirilen işkence usulleri karşısında şiddet azalıyor görünüyor. Peki, görünenle gerçek örtüşüyor mu?

Bu kitapta, şiddetin azaldığı iddiasına meydan okuyan Malešević, şiddetin modern çağda azalmak şöyle dursun, aslında yükselişte olduğunu gösteren derinlemesine bir sosyolojik çözümleme sunuyor. Eldeki tarihsel, arkeolojik, antropolojik ve sosyolojik kanıtlardan ve vakalardan hareketle savaşlar, devrimler, soykırımlar ve terörizm gibi örgütlü şiddet eylemlerinin doğası ve şiddetin tanımı ve kapsamı hakkında bir tartışma açıyor. Weber, Elias, Foucault, Mann, Bourdieu, Collins, Pinker, Gat, Skocpol, Shaw gibi alanın önde gelen isimleriyle hesaplaşarak modern toplumsal örgütlerin kitlesel şiddet eylemlerine halk desteğini seferber etmek amacıyla ideolojiyi ve dayanışma ağlarını nasıl kullandığını gösteriyor. Uzun vadede şiddeti, insanın mizacını ve toplumu şekillendiren süreçlerin ve yapıların net ve bütünlüklü bir manzarasını sunuyor.

İÇİNDEKİLER

Teşekkür 13
Giriş
Şiddetin Bin Bir Yüzü 15
1
Örgütlü Şiddet Nedir? 27
1. Şiddet Nedir? 27
2. Şiddeti Örgütlemek 40
3. Örgütlü Şiddet ve Tarihsel Değişim 44
4. Sonuç 72
2
Uzun Vadede Şiddet 74
1. Giriş 74
2. Uzun Vadenin Sosyolojisi 75
3. Toplumsal Örgütlenme ve Şiddet 78
4. İdeoloji ve Şiddet 89
5. Dayanışma ve Şiddet 99
6. Sonuç 109
3
İnsan Vahşeti Ne Kadar Eskidir? 111
1. Giriş 111
2. İnsanlar Diğer Hayvanlara Kıyasla Şiddete
Daha Fazla mı Yatkındır?
112
3. İnsan Şiddeti Ne Kadar Eskidir? 120
4. Bazı İnsan Grupları Diğerlerine Kıyasla
Şiddete Daha mı Yatkındır?
137
5. Şiddetin Örgütsel Temelleri 142
6. Sonuç 158
4
Örgütlü Şiddetin Yükselişi 159
1. Giriş 159
2. Tarihte Örgütlü Şiddeti Nasıl Ölçmeli? 160
3. Tarihin İlk Dönemleri 167
4. Modernlikten Önce Dünya 175
5. Örgütlü Şiddet ve Modernlik 184
6. Sonuç 220
5
Savaşlar 222
1. Giriş 222
2. Savaş ve Toplumsal Değişim 223
3. Savaş-Devlet-Toplum Bağlantı Noktası ve Toplumsal
Örgütler
229
4. Savaş-Devlet-Toplum Bağlantı Noktası ve İdeoloji 244
5. Mikro Dayanışma ve Savaş Deneyimi 258
6. Sonuç 266
6
Devrimler 267
1. Giriş 267
2. Devrimleri Tanımlamak 268
3. Devrim Teorileri 276
4. Alternatif Bir Vizyon: Longue Durée Bakış Açısı 287
5. Devrimler ve Toplumsal Örgütler 289
6. Devrimler ve İdeolojik Nüfuz 299
7. Devrimci Eylemi Güdüleyen Nedir? 310
8. Sonuç 317
Soykırımlar 319
1. Giriş 319
2. Soykırım Nedir? 320
3. Soykırımın Toplumsal Kökenleri 331
4. Geleneksel Modernizmin Ötesi:
Longue Durée Soykırım
344
5. Sonuç 373
8
Terörizm 374
1. Giriş 374
2. Terörizmin Anlamı 375
3. Terörizmin Sosyolojisi: Kültür ve Şiddet 381
4. Terörizm Kültürel Bir Olgu mudur? 389
5. Kültürelci Açıklamaların Ötesi: Uzun Vadede Terörizm 395
6. Bürokrasi ve Terör 396
7. İdeoloji ve Terörizm 403
8. Mikro Dayanışma ve Terörizm 411
9. Sonuç 419
9
İnsanlar Neden Savaşırlar? 420
1. Giriş 420
2. Toplumsal Kaynaşma ve Askeri Örgütlenme 421
3. Şiddet ve Mikro Dayanışma 427
4. Modern Öncesi Dünyada Şiddet ve
Toplumsal Kaynaşma
437
5. Modern Çağda Şiddet ve Toplumsal Kaynaşma 443
6. Sonuç 456
Sonuç
Örgütlü Şiddetin Geleceği 459
Kaynakça 466
Dizin 504

Giriş
Şiddetin Bin Bir Yüzü

Geçmişe dönüp baktığımızda zulmün yaygınlığı karşısında genellikle dehşete kapılırız. Bu durum katliamları, şiddetli isyanları, işkenceyi, bitmek bilmeyen savaşları, ortalığı kan gölüne çeviren çatışmaları ve sıradan bireylere reva görülen korkunç cezaları kaydeden romanlarda, sanat eserlerinde, dinsel metinlerde, ders kitaplarında ve birçok popüler yayında kendini belli eder. Antik Çin ve Hindistan’dan Afrika’ya, Roma Avrupası’na, hatta Kolomb öncesi Amerika’ya varasıya nereye bakarsak bakalım, odak noktasının genellikle atalarımızın vahşi uygulamalarının ve insanlıkdışı davranışlarının yaygınlığı olduğunu görürüz. Geçmişin bu kayıtlarında karşılaşılabilecek tipik örnekler arasında ayrıntılı işkence açıklamaları bulunmaktadır. İnsan uzuvlarında ve gövdesinde küçük bıçak kesikleri açılarak yapılan ve kurbana uzun süre acı çektirmeye dayanan Çin Lingchi işkence yöntemi (“bin kesikle ölüm” olarak bilinir), eski Hindistan’da ayrıntılı bir işkence odası olan Ashoka’nın Cehennemi veya canlıyken kalp çıkarmaların eşlik ettiği Aztek insan kurban etme ayinleri bunlara örnek gösterilebilir. Bu dehşetli tiyatronun ayakucunda ise Ortaçağ Avrupası bulunur ve bu dönem birçok yerde, işkencelerin eksik olmadığı, tüyler ürpertici cinayetlerin ve şiddetin en uç biçimlerinin kutsandığı bir çağ olarak tasvir edilmektedir. Halkın hayalgücünde insanlık tarihinin bu dönemi karmaşık işkence aletleriyle sıkı sıkıya ilişkilidir; bunlar arasında bedenleri parçalayan tekerlek, kafa kırıcı ve içine kapatılan insanı çivilerle delik deşik eden demir bir dolap olan kötü şöhretli Çivili Tabut da yer alır. Bu nedenle “Ortaçağ vahşeti”, şiddetin ürkütücü biçimleriyle özdeşleşen ve bu şekilde daha ziyade düşmanlara kara çalmak için kullanılan bir tabir hâline gelmiştir.

Oysa çağdaş Ortaçağ uzmanlarının da gösterdikleri üzere, halk arasında Ortaçağ Avrupası hakkında yaygın olan bu algılar ile tarihsel gerçeklik pek örtüşmemektedir. Nitekim Klemettilä (2009), Kleinschmidt (2008), Carrel (2009), Baraz (2003) ve diğerleri, Ortaçağ Avrupası’nın şiddet barındıran retoriğine ve sanatta karşımıza çıkan bazı korkutucu, hatta mide bulandırıcı tasvirlerine rağmen insanlık tarihinde bilhassa şiddet içeren bir dönem olmadığını göstermişlerdir. Kleinschmidt (2008: 170) bu noktayı “Ortaçağın ilk dönemlerine tarihlenen kaynaklarda [bu dönemde] savaşlara katılanların savaşa gitmeye hevesli olduklarını ya da vahşetten doğrudan zevk aldıklarını gösteren belirgin kanıtların sayısı çok azdır” diyerek vurgulamaktadır. Baraz (2003) ise vahşete nadiren ve neredeyse daima belirli bir amaca yönelik bir araç olarak başvurulduğu karmaşık durumları tespit etmektedir. Keza Carrel (2009) da Ortaçağ adalet sisteminin, halka açık işkence ve insanlıkdışı idam biçimlerini esas almadığını ileri sürmektedir. Bunun yerine çoğu suç, sıklıkla şehir halkının merhametine sığınacak olan bir bireyin toplum içinde utandırılmasını hedefleyen hafif cezalarla cezalandırılıyordu. İdam cezaları ise genellikle cinayet, küfür ve şirk gibi eylemlerle sınırlı tutuluyordu. Klemettilä (2009), Ortaçağ hakkındaki yaygın yanılgıların, kısmen kayıtların lâfzî hâlleriyle okunmasından, Haçlı Seferleri’ne dair görsel tasvirlerden ve adalet yönetiminden ve kısmen de bu dönemin daha sonraları Rönesans ve Aydınlanma hareketlerinin ışığında yeniden yorumlanmasından kaynaklandığını vurgulamaktadır. Ortaçağ kayıtları ile işkence ve şehitlikle ilgili görsel malzemeler, genellikle propaganda için ve didaktik amaçlarla yazıldıklarından, olduğu gibi ele alınamazlar. Oysa “barbar Ortaçağ”ın son zamanlardaki çerçevesi, geçmişi kasıtlı olarak “Ötekileştirmeye” çalışmış Rönesans ve Aydınlanma hareketlerinin etkisi altında çizilmiştir. Çünkü o hareketlerin, ilerleme, akıl ve özgürlük mesajlarını başarılı bir şekilde yayabilmeleri için tasarılarını “gerici geçmiş” olarak inşa ettikleri bir şeyin karşısında konumlandırmaları gerekiyordu. Aynı durum Avrupa ve diğer kıtalar için de geçerlidir. Artık Ashoka’nın Cehennem odasının edebi bir buluş olduğunu, Çivili Tabut’un da Ortaçağ Avrupası’nda hiçbir zaman bir işkence aleti olarak kullanılmadığını, hatta Azteklerin insan kurban etme ayinlerinin bile daha önce sanıldığı kadar yaygın olmadığını ve her zaman ölümle sonuçlanmadığını biliyoruz (Schild 2000; Obeyesekere, 2002; Graulich 2000).

Elbette bütün bunlar modern çağdan önceki dönemlerde şiddet ya da vahşet olaylarının yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, şiddet toplumda önemli bir denetim mekanizmasıydı. Dönem dönem ama çoğunlukla nadiren yaşanan aşırı vahşet örnekleri ise çeşitli adalet sistemlerinin ve bazı savaş pratiklerinin ayrılmaz bir parçasıydı. Sözün özü, zulüm gündelik hayatın bir parçası değildi. Ara sıra yapılan dehşet verici mezalimlerse zulmün yaygınlığıyla karıştırılmamalıdır. Kitabın ilerleyen sayfalarında da vurgulayacağım gibi, işkence kullanımı genellikle gücün bir belirtisi olmaktan ziyade zorlayıcılığın zayıf olduğunun bir işaretidir ve dehşetli cinayetlere bel bağlayanlar, büyük çaplı kayıplar verdirmelerine izin verecek başka örgütsel araçlardan gerçekte yoksundurlar.

Geçmişin aşırı şiddet içerdiğine dair bu geniş çapta paylaşılan imgeler, yalnızca kitle iletişim araçları veya halk arasındaki beylik inançlarla da sınırlı değildir, oldukça etkili akademik düşünceler tarafından da bilfiil desteklenmektedir. Bu görüşün ilk akademik hâlini John Stuart Mill “Uygarlık” (Mill 1836) adlı makalesinde zaten ifade etmişti, bu makalede Mill uygar eylemi barbarlığın karşısına koyuyordu. Mill’e göre şiddet, barbarlığın tanımlayıcı bir özelliğiydi, oysa uygarlık barış, işbirliği ve empati anlamına geliyordu:

Vahşi yaşamda çok az yasa vardır ya da hiç yoktur veya adalet yönetimi hiç yoktur; bireyleri birbirinden gelecek zararlara karşı korumak için toplumun kolektif gücünün sistematik olarak kullanılması söz konusu değildir; herkes kendi gücüne veya kurnazlığına güvenir ve bunun işe yaramadığı yerde, genellikle çaresizdir. Buna göre, üyelerinin canlarını ve mallarını korumaya yönelik toplum düzenlemelerinin, aralarındaki barışı korumaya yetecek ölçüde mükemmel olduğu, yani topluluğun büyük bir kısmının güvenlikleri için esas olarak toplumsal düzenlemelere bel bağlamaya ve çoğunlukla ve olağan koşullarda, çıkarlarının (ister saldırı ister savunma yoluyla) bireysel güçleriyle ve cesaretleriyle savunmasından vazgeçmeye ikna edildiği bir halka, uygar diyoruz. (Mill 1836, 1. Bölüm; vurgular eklenmiştir)

Mill’in değerlendirmesine göre, uygarlık bir kez kurulduktan sonra, “modern Avrupa’da ve özellikle Büyük Britanya’da, başka herhangi bir yer veya zamandan daha üstün bir derecedeki ve daha hızlı bir ilerleme durumundaki” doruk noktasına ulaşarak gelişimini sürdürüyordu.

Benzer fakat sosyolojik açıdan daha ayakları yere basan bir görüş ise Herbert Spencer (1882) tarafından geliştirilmiştir. Spencer savaşçı toplumlar ile sanayi toplumları arasında bir ayrım yapıyordu: Savaşçı toplumların ayırt edici özelliği kesintisiz bir şiddet ve “zorunlu işbirliği”yken, sanayi toplumlarının ayırt edici özelliği özgürlük ve “gönüllü işbirliği”ydi. Spencer’ın evrimsel şemasında, toplumsal gelişme, daha az gelişmiş savaşçı toplumlardan, daha karmaşık sanayi toplumu düzenlerine doğru adım adım gidişi ifade ediyordu.1 Dolayısıyla bu şemada şiddet, uygarlığın “Öteki”si olarak anlaşılıyordu.

Çağdaş sosyal bilim ve teori bunun gibi basitleştirilmiş evrim şemalarına artık eskisi kadar rağbet etmiyorsa da şiddet ile uygarlığın birbirini dışlayan olgular olduğu ve modern dünyanın daha önceki dönemlere kıyasla daha şiddetsiz bir yer olduğu yönündeki algı hâlâ gücünü korumaktadır. Örneğin bu görüş Norbert Elias’ın uygarlaşma süreci teorisinin de temelini oluşturur ve bu teoride “Ortaçağ toplumlarının –bizimkiyle kıyaslandığında– şiddete çok daha yatkın” olduğu görüşü açıkça savunulur (Elias 1998: 198). Benzer bir şekilde toplum tarihçisi Marc Bloch da Ortaçağ Avrupası’nda “şiddetin . . . toplumsal yapıda ve çağın zihniyetinde derin köklere sahip olduğunu” ileri sürer (Bloch, 1961: 411). Daha yakın zamanlarda ise Steven Pinker (2011: 1), modern öncesi dünyayı “yabancı bir ülke” olarak tasvir eden bir kitap yazmıştır. O ülkede “vahşet”, “günlük varoluşun dokusuna derinlemesine işlenmiştir.” Bu yoruma göre şiddet, uygarlığın gelişi ve özellikle de modernliğin başlamasıyla birlikte azalma eğilimine girmiştir. Pinker (2011: xxi) daha da ileri gidip “bugün kendi türümüzün gelmiş geçmiş en barışçıl çağında yaşıyor olabiliriz” demektedir.

Bu kitapta, şiddet hakkında epey revaçta olan işte bu tür toplumsal teşhislere meydan okuyorum. Özellikle örgütlü şiddetin tarihsel dinamiklerine odaklanıyorum ve bunların örnek teşkil etmiş olanlarını da savaşlar, devrimler, soykırımlar ve terörizm gibi toplumsal olgular olarak ele alıyorum. Bu olguların dikkatli biçimde incelenmeleri hâlinde uygarlığın gelişimi ve modernliğin ortaya çıkışıyla birlikte bir gerileme yaşamadıklarının görülebileceğini ileri sürüyorum. Tersine, örgütlü şiddetin toplumdaki gidişatı bize tam aksi yönü işaret etmektedir: Uygarlıklar ve bürokratik yönetim modelleri gelişip genişledikçe, şiddete yönelik örgütsel ve ideolojik kapasite de gelişip genişlemektedir. Gelgelelim bu saptama, örgütsel gelişmenin kaçınılmaz olarak şiddete yol açtığını ya da örgütlü şiddetin yükseliş eğilimini sürdürmek zorunda olduğunu iddia etmek değildir. Tarihsel ve coğrafi farklılıklar nedeniyle şiddet eylemlerinin işleyiş tarzında muazzam farklılıklar vardır. Dahası, şiddet sabit ve önceden belirlenmiş bir öze değil birden fazla varoluş biçimine sahip olduğundan, tarihsel dönüşümlerini tam olarak kavramak son de rece zordur. Bu durum aynı zamanda belirli şiddet biçimlerinin kullanımına yönelik değişen tutumları da içermektedir. Sözgelimi modern öncesi ve erken modern Avrupa’nın büyük bir kısmında Tanrı’ya ve kutsallara sövmek, eş dövmekten daha ciddi bir suç olarak görülürken, bugün bunun tam tersi söz konusudur. Dolayısıyla, önceki kuşaklar Tanrı’ya ve kutsal şeylere sövme eylemlerini ağır bir şekilde cezalandırırken bu eylemleri Tanrı’yı hedef alan aşırı şiddet biçimleri olarak görüyorlardı. Oysa şimdiki normatif parametrelerimiz en yüksek değeri kişinin beden bütünlüğünün korunmasına atfediyor.

Şiddetin azalıp azalmadığına dair çağdaş tartışmaların çoğu, şiddetin istikrarlı, tarih boyunca süren ve kültürlerarası bir olgu olduğu önkabulüne dayanıyor. Bu argümanlar, vahşet ve uygarlığın, şiddetin fizikselliği ve kasıtlılığı etrafında inşa edilmiş sabit sınırlarla nitelendirilmesi itibarıyla birbirini dışlayan iki olgu olduğu görüşüne dayanmaktadır. Gelgelelim, böylesine katı bir ikilik fazlasıyla dar bir kavramlaştırmadır ve tarihsel bakımdan da çok sınırlıdır. Şiddetin karakterini açıklayabilmek için onu çok daha geniş bir tarihsel, coğrafi ve toplumsal bağlama yerleştirmek şarttır. Bugünkü hukuk ve ahlak sistemlerimiz, bir yabancının bedenine (örneğin memelerine veya penisine) rızası olmadan kasıtlı olarak dokunmayı bir suç ve şiddet eylemi addetmektedir. İşyerinde veya okulda uygulanan psikolojik baskılarsa –çoğu zaman bu baskılara maruz kalanların sağlığını ve esenliğini derinden etkilemelerine rağmen– nadiren bir şiddet biçimi sayılmaktadır. (Bunlara şu örnekler verilebilir: sürekli artan iş yükü hedefleri, gerçekçi olmayan iş/yaşam talepleri; bireylerin sürekli artan toplumsal yalıtılmışlığı; toplum içinde utandırmanın yeni biçimlerinin etkisi; kişinin örgütlülüğü dışında kurumlaşmış empati eksikliği ile alttan alta sıklıkla desteklenen kalıcı varoluşsal güvensizlik). Oysa modern öncesi dünyada, toplumdan tecrit etme ve toplum içinde utandırma davranışı, çoğu fiziksel ceza biçiminden çok daha ciddi zor kullanma biçimleri olarak görülüyordu. Örneğin Carrel’ın (2009) gösterdiği üzere, 14. yüzyılın İngilteresi’nde çoğu kişi, hapishanede kısa bir süre bile alıkonmak yerine ayaklarının geçirilerek teşhir edildikleri delikli tahta oturağı tercih ediyordu. Bir kişinin köyünden kovulmasının, genellikle bir ceza biçimi olarak uygulanan çoğu bedensel yaralama biçiminden çok daha acımasız olduğuna inanılıyordu. İşte bütün bunlar, şiddetin zamana ve mekâna göre değişen dinamik bir toplumsal olgu olduğunu gösteriyor. Bu uzun vadeli tarihsel süreçleri daha iyi anlayabilmek için, günümüzün beden ve fail merkezli şiddet kavramlarına saplanıp kalmamak, bunların dışına çıkıp düşünebilmek gerekiyor. Şiddet eyleminin sadece maddi bir eylem, kişinin bedeni üzerinde kasıtlı güç kullanımını içeren fiziksel bir olay şeklindeki çağdaş yeniden yorumu, insanlık tarihinde epey geç tarihlerde ortaya çıkmıştır ve bu yüzden tarihsel bağlamsallaştırmayı gerektirmektedir. Son birkaç onyıldır modern toplumsal düzenin bedeni hedef alan şiddet eylemlerine diğer tüm şiddet türlerinden daha fazla ağırlık verdiğinden kuşku yoktur. Hatta modernliğin son dönemlerinin ayırt edici yönünün beden fetişizmi olduğu bile iddia edilebilir ki bu da beden süslemeleri (yani dövme ve piercing) yoluyla pekiştirilen kişisel denetimden, beden merkezli tüketimciliğe ve kişinin bedenine neyin saldırı teşkil ettiğine dair algılarımıza kadar uzanan bir yelpazeyi oluşturmaktadır. Bütün bu durumlarda ve diğer pek çok durumda, odak noktası kesinlikle beden bütünlüğünün fiziksel yönleri olmaktadır. Örgütlü şiddetin gidişatını anlama bakımından şiddetin fiziksel boyutları çok önemli olmaya devam etse de bunlar şiddet eyleminin maddi olmayan ve kasıt barındırmayan biçimleriyle de desteklenmelidir. İlaveten, şiddet eylemlerinin nasıl ortaya çıktığını ve yayıldığını daha iyi anlamak açısından dikkatimizi bireysel veya kolektif faillerin kasıtlı eylemlerinden, şiddet uygulamalarını teşvik eden toplumsal örgütlerin kasıtsız eylemlerine yöneltmek de çok önemlidir (bkz. Birinci Bölüm).

Bu kitapta, örgütlü şiddetin insanlık tarihi boyunca nasıl dönüştüğünü araştırmaya çalışıyorum. Bu bağlamda, örgütlü şiddetin birçok biçiminde çarpıcı bir azalmanın meydana gelmediğini, örgütlü şiddet için daha büyük bir örgütsel ve ideolojik kapasitenin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan büyük bir toplumsal dönüşüm geçirdiğini savunuyorum. Bu da şiddetin kademeli olarak toplumsal örgütlerin zor kullanımına dayalı ve ideolojik gücüne dönüştürüldüğü ve böylece erişimlerini ve meşruiyetlerini genişletmek için mikro düzeydeki çeşitli dayanışmaları kullanabildikleri anlamına gelir. Zorlayıcı ve ideolojik güçlerin nasıl geliştiğini, genişlediğini ve dönüştüğünü tam olarak anlamak için, bu değişimi teşvik eden uzun vadeli tarihsel süreçlere başvurmak gerekiyor. Şiddetin meşru kullanımını devletin gün geçtikçe tekeline daha fazla alması, artan okuryazarlık oranları, yaygın eğitim, kitle iletişim araçlarının çoğalması ve kamu alanının genişlemesi, otoritenin bürokratikleşmesi ve kitlesel ideolojikleşme, şiddete farklı bir açıdan bakılmasına katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte, son 300 yıl, şiddet eylemlerinin azalması şöyle dursun, aslında örgütlü şiddetin boyutlarında dikkate değer bir artışa tanıklık etmiştir. Bu dönemin büyük bir kısmı kitlesel imhanın adım adım genişlemesiyle karakterize olmuş ve kitlesel imha yönünde tam bir umutsuzluk noktası ise 250 milyondan fazla insan kaybıyla 20. yüzyıl olmuştur (White 2012). Bu ölümcül olayların çoğu, bu yüzyılın ilk yarısıyla sınırlıydı. Fakat bu kayıpları yaratan örgütsel ve ideolojik yapı iskeleleri sökülmemiştir. Tersine, son 70 yıl, ulus devletlerinden, ticari kuruluşlardan, dinî kurumlardan ve toplumsal hareketlerden sivil toplum gruplaşmalarına kadar uzanan toplumsal örgütlerin zorlayıcı ve ideolojik güçlerinin sürekli arttığına tanıklık etmiştir. Bu örgütsel ve ideolojik kapasitenin yükselişi toplumsal bir ortam da yaratmıştır. Bu ortamda, bir yandan toplumsal ilişkiler zorla barışçıllaştırılmış, diğer yandan bu zorla barışçıllaştırma periyodik olarak kitlesel ölçekte şiddet patlamaları için koşullar yaratmıştır.

Bu kitap, örgütlü şiddetin toplumsal dönüşümünü farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda çözümlemek amacıyla sosyolojik ve tarihsel temellere dayanan bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlıyor. Bu yaklaşım birbirine bağlı üç tarihsel sürecin işleyişini vurgulayarak örgütlü şiddetin longue durée2 çözümlenmesini sunmaya çalışan önceki çalışmalarıma (Malešević 2013a, 2013b, 2013c, 2011, 2010) dayanıyor: zor kullanımının birikerek bürokratikleşmesi, merkezkaç ideolojikleştirme ve mikro dayanışmanın sarmalanması. Amacım, örgütlü şiddetin toplumsal dinamiklerinin izlerini zaman ve mekân içinde araştıran sistematik bir tarihsel sosyoloji çözümlemesi sunmaktır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) İnceleme-Araştırma Sosyoloji
  • Kitap AdıÖrgütlü Vahşetin Yükselişi - Şiddetin Tarihsel Sosyolojisi
  • Sayfa Sayısı512
  • YazarSiniša Malešević
  • ISBN9786256584082
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviFol Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur