
Karayipler’de Siyah Midye isimli bir adada yaşayan balıkçı David’in teknesine bir gün sıra dışı bir canlı yaklaşır: Bedeninin alt yarısı parlak pullarla kaplı, tatlı sesli Aycayia, yüzlerce yıl önce kıskançlıktan doğan bir lanetle sürgün edildiği bu sularda yaşayan bir denizkızıdır. Aycayia’yı ona zarar vermek isteyenlerin elinden kurtaran David, önce onun güvenini, daha sonra da sevgisini kazanacak; denizkızının büyülü dönüşümüne tanıklık edecektir. Ancak mitin gerçekle, tutkulu bir aşkın karanlık bir tarihle örüldüğü bu hikâyede onları, alışılageldik masalların ötesine geçen ve ardında derin izler bırakacak bir son beklemektedir.
Siyah Midye’deki Denizkızı bir kadının dönüşümünün, aşkı ve dostluğu bulmasının ve kendini keşfetmesinin hikâyesi.
Amiral bir gün önce [8 Ocak 1493’te] Rio del Oro’ya
gittiğinde, denizin yüzeyinden epey dışarı doğru çıkmış üç
denizkızını açık açık gördüğünü söyledi ama denizkızları
anlatıldığı kadar güzel değilmiş çünkü çehreleri bazı
erkeksi özellikler taşıyormuş. Amiral, manequeta’nın
bulunduğu Gine sahilinde başka zamanlarda başka
denizkızları da gördüğünü söylüyor.
Ağlamayı bilmediği için ağlamadı,
Giysi nedir bilmediği için çırılçıplaktı.
Sigaralarının uçlarıyla ve yanık şişe mantarlarıyla
dağladılar onu
Ve kaba kahkahalarla tavernanın yerlerinde yuvarladılar.
Pablo Neruda,
“Denizkızı ile Sarhoşların Masalı”
1
Gösterişsiz
David Baptiste’in rastaları kırlaştı, vücudu da havadan, denizden yıprana yıprana buruşup kırıştı, sert siyah mercanların dallarına döndü ama St. Constance’da onun gençliğini ve 1976’da, Florida’dan beyaz adamlar marlin avlamaya gelip onun yerine denizden bir denizkızı çıkardığında yaşanan olaylarda oynadığı rolü hatırlayan birkaç kişi var hâlâ. Nisan ayında olmuştu bu, derisırtlılar göç etmeye başladıktan sonra. Bazıları denizkızının onlarla birlikte geldiğini söyledi. Diğerleri, ta açıklarda balık avlayanlarsa denizkızını daha önce gördüklerini söylüyordu. Ama çoğunluk, o ikisi bir süredir cilveli cilveli oynaşıp duruyor olmasaydı denizkızının hiç yakalanmayacağı konusunda hemfikirdi.
Siyah Midye suları sabahın erken saatlerinde güzeldir. David Baptiste genellikle mümkün olduğunca erken çıkar, kral balığı ya da kızıl kapanlevrek sürülerine diğer balıkçılardan önce ulaşmaya çalışırdı. Cinayet Koyu’nun bir buçuk kilometre kadar açığındaki diş diş kayalara gider, ağlarını salarken kendisine yoldaşlık etmesi için her zamanki öteberisini de yanında götürürdü: Oraların en iyi kalite esrarından bir dal ve kuzeni Güzel Ülke’nin verdiği eski, külüstür, çalmayı pek de beceremediği gitarı. Baptiste çapasını o kayaların yakınlarında bir yerde suya atar, ağını taşa bağlar, esrarlı sigarasını yakıp güneşin beyaz, aydınlık diski ufukta belirip yükselir, gümüşi-mavi gökte yavaş yavaş, kudretle yukarılara tırmanırken kendi kendine gitarını tıngırdatırdı. David işte böyle kendi kendine gitarını tıngırdatırken denizkızı, yapışkan deniz kabuklarıyla kaplı, yosun bürümüş başını, çarpıcı turkuvaz tonları henüz uyanmamış gri renkli, çarşaf gibi denizden ilk defa dışarı uzattı. Sakin denizden çıkıp bir süre David’i seyretti, adam ancak etrafına bakınınca gördü onu. “Yüce efendimizin yüce anası!” diye bastı feryadı. Denizkızı yeniden suyun altına daldı. Çabuk çabuk, David gitarını bıraktı ve etrafa iyice baktı. Gün daha tam ışımamıştı. David daha iyi görmelerini sağlayabilecekmiş gibi gözlerini ovuşturdu. “Hey!” diye seslendi sulara. “Dou dou. Gel. Mami wata!1 Gel. Gel, nuh.” Elini, göğsünün içinde sıçrayıp duran yüreğine koydu. Midesi arzuyla, korkuyla ve hayranlıkla titredi çünkü ne gördüğünü biliyordu. Bir kadın. Hemen şuracıkta, suyun içinde. Kırmızı tenli bir kadın, siyah değil, Afrikalı değil. Sarı da değil, Çinli bir kadın değil, Amsterdam’lı altın saçlı bir kadın da değil. Mavi bir kadın da değil, soyu kuruyasıca balıklar gibi mavi değil. Kırmızı. Kırmızı bir kadındı, Kızılderililer gibi. Daha doğrusu, üst yarısı kırmızıydı işte. Kadının omuzlarını, başını, memelerini ve deniz yosunlarıyla kaplı, anemonlarla ve deniz kabuklarıyla dolu, halat gibi uzun, kara saçlarını görmüştü. Bir denizkadını. Bir süre onu gördüğü yere baktı kaldı. Esrarlı sigarasını dikkatle inceledi, yoksa bu sabah gerçekten güçlü bir şey mi içmişti? Silkelendi, denizkızının yeniden dışarı çıkıvermesini bekleyerek uzun uzun denize baktı. Gri derinliklere, “Geri gel,” diye bağırdı. Denizkızı başını dalgaların iyice üstüne çıkarmış, David de yüzünde belirgin bir ifade görmüştü, denizkızı onu inceliyordu sanki. Bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. O gün olmadı. David kayığına oturdu, nedendir bilinmez, annesi için gözyaşı dökmeye başladı. Lavinia Baptiste, köyün fırıncısı olan iyi yürekli anacığı öleli iki sene bile olmamıştı çünkü. Daha sonra bu konuya uzun uzadıya kafa patlatırken, çocukluğundan beri duyduğu bütün o hikâyeleri, yarı insan yarı deniz yaratığı olan canlılarla ilgili masalları düşündü, yalnız o masallar denizadamlarını anlatırdı. Siyah Midye efsaneleri, denizin derinliklerinde yaşayan ve nehir kızlarıyla çiftleşmek için arada sırada karaya çıkan denizadamlarından bahsederdi; ta eskilerden, sömürge döneminden kalma hikâyelerdi bunlar. İhtiyar balıkçılar, Ce-Ce’nin kıyının hemen yanındaki tavernasında konuşmayı sever, içilen bir sürü romun ve fazla kaçırılan esrarın ardından bazen gece geç saatlere kadar konuşurlardı. Siyah Midye’nin denizadamları bundan ötesi değildi: Masaldı. Aylardan nisandı, derisırtlıların güneye, Siyah Midye sularına göç zamanıydı, kurak mevsimin, tepelerde sülfür bombası gibi sarılı pembeli patlayan poui ağaçlarının zamanıydı, orospular gibi gösterişli ateş ağaçlarının çiçeklenme zamanıydı. David o andan itibaren, kırmızı tenli kadının ona cilve yapmak istermiş gibi bir görünüp kaybolduğu andan itibaren, onu tekrar görmek için yanıp tutuşmaya başladı. Ruhunda acı tatlı bir melankoli, yumuşacık bir dokunuş hissediyordu. Tüttürdüğü şeyle hiç ilgisi yoktu bunun. O gün, içinde bir yer, orada olup da alev alabileceğini bile bilmediği bir yer alev aldı. Tam kaburgalarının arasındaki düz yere, karın boşluğuna keskin bir bıçak saplandığı hissine kapıldı. Anne gözyaşları kuruduktan sonra, yüzü tuzdan gerilmiş halde yumuşak yumuşak ve kibarca, “Geri gel, nuh,” dedi. Bir şey olmuştu. Denizkızı dalgaların arasından çıkmış ve onu, sıradan bir balıkçıyı seçmişti. “Gel, nuh dou dou,” diye yalvardı, bu defa denizkızını kandırmak istercesine daha da yumuşak bir sesle konuşmuştu. Ama sular yatışmıştı, yine çarşaf gibiydi şimdi. David ertesi sabah Cinayet Koyu açıklarındaki diş diş kayalıklarda yine aynı yere gidip birkaç saat bekledi ve hiçbir şey görmedi. Hiçbir şey tüttürmedi. Ertesi gün yine aynı şey. Dört gün boyunca kayığıyla o kayalıklara gitti. Motoru susturuyor, çıpasını atıyor ve bekliyordu. Gördüğü şeyi kimseye anlatmamıştı. Ce-Ce’nin tavernasından, yumuşak kalpli, gevşek ağızlı teyzesinin yerinden kaçınıyordu. Kuzenlerinden, St. Constance’daki ahbaplarından kaçınıyordu. Tepedeki küçücük evine, kendi elleriyle inşa ettiği, muz ağaçlarıyla çevrili, kırma köpeği Harvey’le birlikte yaşadığı eve gidiyordu. Diken üstünde yaşıyordu. Erken kalkabilmek için erkenden yatıyordu. Gözlerinin onu yanıltmadığından emin olmak için denizkızını yeniden görmesi şarttı. Kalbinde bir yangıya dönüşen şeyi soğutmaya, sinir sistemindeki sarsıntıları yatıştırmaya ihtiyacı vardı. Daha önce böyle duygulara hiç kapılmamıştı, hele ölümlü bir kadın için hiç. Derken beşinci gün sabah altı civarında, gitarını tıngırdatıyor ve bir ilahi mırıldanıyordu ki denizkızı kendini yeniden gösterdi.
Bu defa bir eliyle suları şıpırdattı ve kuş çığlığı gibi bir ses çıkardı. David başını kaldırırken karnı kasılıp büzüldü, vücudunun her zerresi dondu ama aslında o kadar büyük bir korkuya kapılmamıştı. Kıpırdamadan durdu ve onu uzun uzadıya seyretti. Denizkızı kayığın iskele tarafında süzülüyordu, sakin sakin, sala binmiş normal bir kadın gibi ama tabii sal yoktu ortada. Uzun siyah saçlı, iri ve parlak gözlü denizkızı David’i şüpheli bakışlarla uzun uzun süzdü. Başını yana eğdi, David onun gitarını seyrettiğini ancak o zaman fark etti. Denizkızı yeniden ortadan kaybolmasın diye yavaş yavaş gitarını aldı, tıngırdatmaya ve alçak sesle bir ezgi mırıldanmaya başladı. Denizkızı yerinde kaldı, süzülüyor, David’i seyrediyor, kollarıyla ve kocaman kuyruğuyla ağır ağır suları okşuyordu. Onu David’e müzik getirmişti, motorun sesi değil, bunu denizkızı da biliyordu. Sebep müziğin sihriydi, denizkızları da dahil olmak üzere yeryüzündeki bütün yaratıkların içinde yaşayan şarkıydı. Denizkızı uzun süredir, belki bin yıldır müzik duymamıştı; karşı konulamaz bir biçimde yüzeye çekilmişti, yavaş yavaş, büyük bir ilgiyle. David o sabah, çocukken öğrendiği, Tanrı’yı öven ilahileri çaldı ona. Denizkızı için kutsal şarkılar, gözlerine yaşlar dolduran şarkılar söyledi; bu ikinci buluşmalarında öylece kaldılar, aralarında küçük bir parça deniz, birbirlerini seyrettiler; külüstür gitarı, nemli gözleriyle genç bir Siyah Midye’li balıkçı ve bir zamanlar ondan Aycayia adıyla bahsettikleri Küba denizlerinin akıntılarıyla buraya gelmiş denizkızı.
* * *
Uzun, çok uzun bir süre önce
büyük bir fırtınada kayboldum bir gece
Bir zamanlar Taino halkının ve Taino’lardan önceki halkların yaşadığı adada
Bu takımadaların kuzeyinde ve batısında da
Hatırladığım ada
kertenkele biçimindeydi
Denizi gördüm
İhtişamını gördüm
Kudretini gördüm
Krallığının kudretini
Öfkesinde yüzdüm
Mutsuzluğunda yüzdüm
Kadife zemininde yüzdüm
mercanlar
denizin altındaki şehirler
Adaların altında yüzdüm
Sığ dalgalarda kıyıya yakın yerlerde yüzdüm
ve oynayan çocukları gördüm
Ağır ağır giden çelik kanoların yanında yüzdüm
Bu takımadaların her yerinde yüzdüm
büyük yunus SÜRÜLERİYLE yüzdüm
Balık SÜRÜLERİYLE yüzdüm
insan boyundaydılar
Okyanus duvarlarına daldım
Kadın olsaydım tez vakitte ölürdüm
Kırk sene-i devriye? Çocuklar, bir koca
karada yaşam, ölümlü ve doğumlu yaşam
Onun yerine binden fazla sene-i devriye yaşadım
denizin içinde
Lanetlendiğim sırada yalnız değildim
ihtiyar bir kadın da lanetlendi benimle birlikte
o da kayboldu aynı gece
uzun, uzun süre önce, o kadar uzun ki bilmiyorum
ne zamandı
tek bildiğim bir kasırga çağırmışlar
beni alıp götürsün diye
ve mühürlediler bacaklarımı bir kuyruğun içine
David Baptiste’in Günlüğü, Mart 2015
İlk derisırtlıların geldiğini gördüğümde her zaman mutlu oluyorum. Onun, yani denizkızımın da yakında geleceğini, benimle buluştuğu için onun da mutlu olacağını biliyorum o zaman. Eskiden nisan ayından itibaren her akşam onu beklerdim. Beni nerede bulacağını daima bilirdi, birbirimizi ilk gördüğümüz yerde, Cinayet Koyu’nun bi’ buçuk kilometre açığındaki o diş diş kayalıklarda. Hâlâ özel bi’ yer orası, şimdi bile, denizdeki bütün adı batasıca balıklar avlanıp bittiğinden beri bile. Şu ahir ömrümün yarısından çoğunda Aycayia’nın yolunu gözledim. O çoktan geçip gitmiş günlerden beri bi’ sürü kadın oldu hayatımda, türlü türlü kadınlar, arkadaşlar, çocuklarımın annesi, sevgililer ama onun gibisi bi’ daha hiç olmadı.
Aycayia bambaşkaydı. Artık yaşlı bi’ adamım, hasta mı hastayım o yüzden fazla hareket edemiyorum, hastayım o yüzden çalışamıyorum, denize çıkamıyorum, ben de hikâyemi yazayım dedim. Gidip oturuyorum, üzüntümü boğmak için, baş belası kalbimi bu şişede boğmak için bir-iki tek rom içiyorum. Rosamund Kasırgası’ndan sonra her şey değişti, değişti be, her şey savruldu gitti, sonra, sonra, buluştuğumuz zamanın bi’ sene ardından, evet, Aycayia geri geldi! Yağmur Hanım, Aycayia’yı denizden dışarı çektikleri o uğursuz günden sonra denizkızımın yanıma geldiği günlerde ona sözcükler öğretirdi. Aycayia’nın kendi lisanı vardı, seviştiğimizde bu lisandan bazı sözcükler açığa çıkardı. Ama çok eski bi’ dildi bu, Aycayia çok iyi hatırlamıyordu. Çok uzun süredir o dilde konuşmamıştı. Birlikte yaşarken, onunla ben, Yağmur Hanım’ın ansiklopedisinden bütün balıkların adını öğrendik. Ansiklopediyi kayığıma koyar yanımda götürürdüm. Aycayia öğrenmeyi sever, kuruyasıca okyanustaki bütün balıkların, denizde ve kıyıda ne var ne yoksa hepsinin adını öğrenmek isterdi. İsimlerin yarısını ben de öğrendim, hem size söyleyeyim, her balığın bi’ de Latince adı var ha! Yani anlayacağınız Aycayia şimdi denizdeki soyu tükenesice her balığın adını iki dilde bilen bi’ denizkızı, hem de bazılarının adını kendi dilinde de söyleyebiliyor.
İlk gördüğümde denizkızından ödüm patladı. Vücudunun üst yarısı denizden dışarı fırlayıverdi biliyor musunuz. Kırmızıydı, Kızılderili gibi, ayrıca pulluydu ve iyice süslenip püslenmiş gibi ışıl ışıldı. Birden sudan çıktı, iki gözüm önüme aksın. Bi’ şapırtı duydum, ondan sonra foşşş. Sulardan çıkı…çıkıverdi. O gün söylediğim ilahiler pek hoşuna gitmişti. Meğer sesimi sevmiş, sularda ta uzaklara taşınmasından hoşlanmış. Sonra öğrendim ki, kıyılarımıza Küba sularından gelmiş. Acayip mi acayip hikâyesini bana çok sonra anlattı, adını çok sonra söyledi. İhtiyar bir kadınla birlikte akıntılarda yolculuk ederek gelmiş buraya, ihtiyarın adı Guanayoa’ymış. Ansiklopedinin onu nasıl meraklandırdığı aklımda. Benim adıma ne demişler diye sorduydu. Nasıl olur da resmim yok burda? Ondan sonraki bi’kaç hafta onu belki her gün gördüm. Teknemin motorunun sesini tanımayı öğrendi. Beklermiş gibi. Suya işemezdim ben ha. O iş için eski bi’ bidon taşırdım. Sabırlı olayım diye karar verdim, ben de oturup onu bekledim. Uzun saatler. Sonra bi’ baktım kocaman bir kuyruk yüzgeci, karabalina kuyruğu kadar kocaman ha. Kalbim sıcacık oldu. O denizkızı var ya, yüreğimi açtı benim, böyle tek seferde. Vay be! Kalbimi göğsümün içinde şişirdi, kabarttı, puf diye. Zihnimi de açtı ha, hiç bilmediğimiz bi’ sürü hayvanı, balığı öğretti bana. Biz tanışmadan önce denizde üzgün üzgün yüzermiş hep, öyle diyordu. O koca okyanusta onca sene nasıl hayatta kalmış bilmem, öyle tek başına, yapayalnız. Cesurdu demek epey, halbuki benden korktuydu, ilk karşılaştığımızda yani, onu hop diye yakalarsam neler yaparım kim bilir diye korkmuş. İkimiz hep göz göze gelirdik, hem de kaç kere, birbirimize hayretler içinde bakardık, şu Amerikalılar onu yakalayana kadar.
Bi’ keresinde, ilk karşılaştığımızda, tekneme iyicene sokulduydu. Onu o zaman şöyle bir güzel gördüydüm. Kafası pürüzsüz pürüzsüz bi’ kafaydı, narindi, küçücük gözler, küçücük yüz. Çok eski zamanların kadınlarına benziyordu, okulda tarih kitabında gördüğüm eski Taino halkının kadınlarına. Yüzü gençti, hiç de güzel değildi, o yüzde böyle çok çok eski bişeyler de sezdim. Yüzyıllar yüzyıllar önce yaşamış bi’ insan kadının bana bakan yüzünü gördüm. Parlıyordu. İncecik pullu entarinin altındaki memeleri gördüm. Perdeli parmakları, üstlerinden şıpır şıpır damlayan esmer yosunları gördüm. Saçları da yosun doluydu bakın, siyah siyah, upuzun, dikenli yaratıklarla canlı canlı saçlar. Başında elektrikli tellerden bi’ taç vardı sanki. Ne zaman başını kaldırsa da saçlarının havalandığını görsem, içleri ateş mercanıyla doluymuş gibi gelirdi bana. Bi’ de kuyruğu vardı. Amanın aman. İnsan neler görüyor be şu dünyada, hele doğayla bağ kurarsa ve denize yakın yaşıyorsa neler neler görüyor.
Yaratığın o kısmını kayığımdan gördüm. Metrelerce, metrelerce donuk gümüş. Denizkızına muktedir bi’ hava veriyordu, sanki kuyruktan doğmuş da oradan büyümüştü. O zaman kendime dedim, bu balık kadın katır kadar ağırdır. Yüz seksen-iki yüz kilo vardır, rahat. Onu ilk gördüğümde, Tanrı’nın yüce düzenindeki yarım yurum bi’ yerden gelmiş diye düşündüm, sanki bütün yaratıkların daha yeni yeni tasarlandığı bi’ çağdandı. Balıkların denizden çıktığı, bacaklara kavuştuğu, sü-
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSiyah Midye’deki Denizkızı
- Sayfa Sayısı256
- YazarMonique Roffey
- ISBN9789750765377
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaçak Goril Sally Jones ~ Jakob Wegelius
Kaçak Goril Sally Jones
Jakob Wegelius
Kaçak Goril Sally Jones Sally Jones sadık, zeki ve becerikli bir arkadaş.Bir geminin makine dairesinde de bir tamir dükkânında da harikalar yaratabilir. Üstelik sıra...
- Hokus Pokus ~ Paul Kieve
Hokus Pokus
Paul Kieve
Sihrin altın çağında yaşamış yıldız sihirbazların, 21. yüzyılda yaşayan acemi bir sihirbazın evine yaptığı ziyaretler sizi hayretler içinde bırakacak! Önsözünü Harry Potter karakterini canlandıran...
- Zaman Artık Durmalı ~ Aldous Huxley
Zaman Artık Durmalı
Aldous Huxley
Hem edebiyata hem de felsefeye büyük katkılar sağlayan, başta Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları, Ada ve Loudun Şeytanları olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla...