Son yılların en çok ses getiren romanlarından Babil şimdi Türkçede!
#1 NEW YORK TIMES ÇOKSATANI
NEBULA EN İYİ ROMAN ÖDÜLÜ
LOCUS EN İYİ FANTASTİK ROMAN ÖDÜLÜ
İNGİLİZ KİTAP ÖDÜLÜ YILIN KURGU KİTABI
GOODREADS YILIN EN İYİ FANTASTİK KİTABI FİNALİSTİ
Traduttore, traditore: Bir çeviri eylemi her daim bir ihanet eylemidir.
Kolera yüzünden yetim kalan Robin Swift, gizemli Profesör Lovell tarafından Kanton’dan Londra’ya getirilir. Orada yıllar boyunca Latince, Antik Yunanca ve Çince öğrenir, bu çalışmalarının hepsi Oxford Üniversitesi’nin prestijli Kraliyet Çeviri Enstitüsü –diğer adıyla Babil– için bir hazırlıktır. Kule içindeki öğrencileriyle dünyanın çeviri merkezi ve daha da önemlisi, büyünün merkezidir. Gümüş-işleme –çeviride kaybolan anlamın büyülü gümüş külçelerle ortaya çıkarılması sanatı– imparatorluğun sömürgeleştirme arayışına hizmet ettiği için İngilizleri rakipsiz kılmıştır.
Robin için Oxford, bilgi arayışına adanmış bir ütopyadır. Ancak bilgi güce boyun eğer ve Britanya’da büyümüş bir Çinli olarak Robin, Babil’e hizmet etmenin anavatanına ihanet anlamına geldiğini fark edecektir. Çalışmaları ilerledikçe, Robin kendini Babil ile imparatorluğun yayılmasını durdurmaya adanmış karanlık Hermes Cemiyeti arasında sıkışmış bulur. Britanya, gümüş ve afyon üzerine Çin ile savaşa giriştiğinde Robin karar vermek zorunda kalacaktır…
Güçlü kurumlar içeriden değiştirilebilir mi, yoksa devrim her zaman şiddet mi gerektirir?
“Kuang bu kitapta kendini aşmış. Babil acımasız, nazik, destansı ve samimi; hem bir aşk mektubu hem de bir savaş ilanı. Mükemmel bir kitap.” –Alix E. Harrow
“Coşku dolu bir eser. Kuang’ın burada yaptığı şey daha önce edebiyatta yapılmadı.” –Tochi Onyebuchi
*
Bu roman tamamıyla kurgusal bir eserdir. İçinde betimlenen
adlar, karakterler ve olaylar yazarın hayal gücünün ürünüdür.
Yaşayan ya da ölmüş gerçek kişilerle, olaylarla veya mekânlarla
kurulabilecek benzerlikler tamamen rastlantısaldır.
Dünyanın tüm ışığı ve kahkahası olan Bennett için.
1.KİTAP
1.BÖLÜM
Que siempre la lengua fue compañera del imperio; y de tal
manera lo siguió, que junta mente començaron, crecieron y
florecieron, y después junta fue la caida de entrambos.
Dil her zaman imparatorluğun yoldaşı olmuştur; sözgelimi
hayata birlikte atılırlar, büyürler ve serpilirler. Ve sonra, birlikte düşerler.
Antonia de Nebrija,
Gramática de la lengua castellana
Profesör Richard Lovell, Kanton’un dar sokaklarından geçerek günlüğündeki silik adrese giden yolu bulduğunda, evde sağ kalan tek kişi o oğlandı.
Hava kötü kokuyordu ve yerler kaygandı. Yatağın başucundaki su sürahisine dokunulmamıştı. Oğlan ilk başta öğürmekten çok korktuğu için su içmemişti, şimdi de sürahiyi kaldıramayacak kadar halsizdi. Uyku veren, yarı rüyadaymış gibi hissettiren bir sis perdesine gömülmüş olmasına karşın bilinci hâlâ yerindeydi. Az sonra derin bir uykuya dalacağını ve uyanamayacağını biliyordu. Bir hafta önce büyükanne ve büyükbabasının, ertesi gün teyzelerinin ve bir gün sonra da İngiliz Bayan Betty’nin başına gelen de buydu.
Annesi o sabah can vermişti. Cesedinin yanında yatıyor, tenine yayılan maviliklerin ve morlukların koyulaşmalarını izliyordu. Annesinin ona söylediği son şey, soluk almadan, dudaklarını kıpırdatarak ağzından çıkardığı iki hecelik adıydı. Sonra yüzü gevşemiş ve çarpılmıştı. Dili ağzından dışarı sarkmıştı. Oğlan onun buğulu gözlerini kapatmaya çalışmıştı ama gözkapakları yeniden açılıp durmuştu.
Profesör Lovell kapıyı çaldığında kimse cevap vermedi. Ön kapıyı tekmeleyerek açtığında kimse şaşkınlıkla haykırmadı – kapı kilitliydi çünkü hırsızlar mahalledeki evleri soyup soğana çeviriyorlardı ve evlerinde çok az değerli eşya olmasına karşın, oğlan ve annesi hastalık onları da pençesine almadan önce birkaç saatlik huzur istemişlerdi. Oğlan yukarı kattan gelen gürültüleri duymuştu ama kendinde umursayacak gücü bulamamıştı.
Artık sadece ölmek istiyordu.
Profesör Lovell merdivenlerden yukarı çıktı, odaya girdi ve uzun süre oğlanın başında durdu. Yataktaki ölü kadını fark etmedi veya fark etmemeyi seçti. Oğlan, Profesör Lovell’ın gölgesinde kıpırdamadan yatarken, bu uzun boylu, siyahlar içindeki solgun siluetin canını almak için mi geldiğini merak etti.
Profesör Lovell, “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Oğlan cevap veremeyecek kadar zor nefes alıp veriyordu.
Profesör Lovell yatağın yanına çömeldi. Ön cebinden ince bir gümüş külçe çıkarıp oğlanın çıplak göğsüne koydu. Metal tenini buz gibi yakınca oğlan irkildi.
Profesör önce Fransızca, “Triacle,” dedi. Sonra da İngilizce, “Pekmez,” dedi.
Soluk beyaz külçe parlıyordu. Nereden geldiği anlaşılmayan tekinsiz bir çınlama, bir şarkı duyuldu. Oğlan sızlanarak yana doğru kıvrıldı ve dili sarsakça ağzının etrafında dolaştı.
“Dayan biraz,” dedi Profesör Lovell. “Ağzına gelen tadı yut.”
Aradan saniyeler geçti. Oğlanın nefesi düzene girdi. Gözlerini açtı. Artık Profesör Lovell’ı daha net görebiliyordu; barut rengi gözlerini ve ancak bir yabancının yüzüne ait olabilecek kavisli burnunu seçebiliyordu – buna gaga burun diyorlardı çünkü bir şahinin gagasını andırıyordu.
Profesör Lovell, “Şimdi nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Oğlan derin bir nefes daha aldı. Sonra şaşılacak kadar iyi bir İngilizceyle, “Şekerli. Tadı çok şekerli…” dedi.
“Güzel. Demek ki işe yaradı.” Profesör Lovell gümüş külçeyi cebine geri koydu. “Burada hayatta olan başka biri var mı?”
Oğlan, “Hayır,” diye fısıldadı. “Sadece ben varım.”
“Geride bırakamayacağın bir şey var mı?”
Oğlan bir süre sessiz kaldı. Bir sinek annesinin yanağına kondu ve yüzünde gezindi. Oğlan sineği kovmak istedi ama elini kaldıracak gücü yoktu.
“Bir cesedi götüremem,” dedi Profesör Lovell. “Özellikle de gideceğimiz yere.”
Oğlan uzun süre annesine baktı.
Sonunda, “Kitaplarım,” dedi. “Yatağın altındalar.”
Profesör Lovell yatağın altına eğildi ve dört kalın cilt çıkardı. İngilizce yazılmış kitapların sırtları kullanılmaktan yıpranmıştı, bazı sayfalar o kadar incelmişti ki yazılar güçlükle okunuyordu. Profesör kitaplara göz atarken ister istemez gülümsedi ve onları çantasına koydu. Sonra kollarını oğlanın kırılgan gövdesinin altına soktu ve onu kucaklayarak evden çıkardı.
1829’da, daha sonra Asya kolerası olarak anılan salgın hastalık Kalküta’dan Bengal Körfezi yoluyla Uzakdoğu’ya – önce Siam’a, sonra Manila’ya ve nihayet ticaret gemileriyle, susuz kalmış, gözleri çökmüş denizcilerin atıklarını Pearl Nehri’ne boşaltarak binlerce kişinin su içtiği, çamaşır yıkadığı, yüzdüğü ve banyo yaptığı suyu kirletmesiyle Çin kıyılarına kadar yayıldı. Kanton’u bir gelgit dalgası gibi vurdu ve limandan iç kısımdaki yerleşim yerlerine doğru hızla ilerledi. Oğlanın mahallesi haftalar içinde hastalığa yenik düştü, bütün aileler evlerinde çaresizce telef oldu. Profesör Lovell oğlanı Kanton sokaklarının dışına taşırken, dışarıdaki herkes çoktan ölmüştü.
Oğlan her şeyi İngiliz Fabrikası’ndaki temiz, iyi aydınlatılmış bir odada, o güne kadar dokunduğu her şeyden daha yumuşak ve beyaz örtülere sarılmış olarak uyandığında öğrendi. Bunlar rahatsızlığını ancak bir parça hafifletiyordu. Ateşler içinde yanıyordu ve dili ağzının içinde ağır, kumlu bir taş gibi duruyordu. Bedeninin üstünde süzülüyormuş gibi hissediyordu. Profesör ne zaman konuşsa şakaklarına saplanan keskin ağrılara kırmızı ışık patlamaları eşlik ediyordu.
Profesör Lovell, “Çok şanslısın,” dedi. “Bu hastalık neredeyse dokunduğu her şeyi öldürüyor.”
Bu yabancının uzun yüzünden ve açık gri gözlerinden etkilenen oğlan ona uzun uzun baktı. Bakışlarının bulanıklaşmasına izin verirse, yabancı kocaman bir kuşa dönüşüyordu. Bir kargaya. Hayır, yırtıcı bir kuşa. Saldırgan ve güçlü bir şeye.
“Ne dediğimi anlayabiliyor musun?”
Oğlan kupkuru dudaklarını yaladı ve mırıldanarak cevap verdi.
Profesör Lovell başını iki yana salladı. “İngilizce. İngilizce konuş.”
Oğlanın boğazı yanıyordu. Öksürdü.
“İngilizce konuştuğunu biliyorum.” Profesör Lovell’ın sesi uyaran bir tondaydı. “Kullan onu.”
“Annem,” dedi oğlan nefes nefese. “Annemi unuttunuz.”
Profesör Lovell cevap vermedi. Hemen ayağa kalktı ve gitmeden önce dizlerini silkeledi, gerçi oğlan, profesörün oturduğu birkaç dakika boyunca dizlerinin nasıl tozlandığını anlayamadı.
Ertesi sabah oğlan bir kâse çorbayı öğürmeden içebildi. Ondan sonraki sabah başı fazla dönmeden ayağa kalkabilmesine karşın dizleri kullanılmamaktan o kadar çok titredi ki düşmemek için yatak çerçevesine tutunmak zorunda kaldı. Ateşi düştü, iştahı arttı. O öğleden sonra tekrar uyandığında, çorba kâsesinin yerinde iki kalın dilim ekmek ve bir parça dana rostonun olduğu bir tabak buldu. Bunları açlıktan gözü dönmüş hâlde, elleriyle silip süpürdü.
Günün büyük bir kısmını rüyasız bir uykuda geçirdi ve uykusu Bayan Piper denilen, yastıklarını kabartan, ferah ve serin mendillerle alnını silen neşeli ve balıketli bir kadının gelişiyle düzenli olarak kesintiye uğradı. Kadın o kadar tuhaf bir aksanla İngilizce konuşuyordu ki oğlan her seferinde sözlerini birkaç kez tekrarlamasını istemek zorunda kaldı.
İlk seferinde kadın, “Aman Tanrım,” dedi. “Herhalde daha önce bir İskoç’la karşılaşmadın.”
“Bir… İskoç mu? İskoç nedir?”
“Hiç merak etme.” Bayan Piper oğlanın yanağını okşadı. “Yakında Büyük Britanya’nın düzenini öğrenirsin.”
O akşam Bayan Piper oğlana yine yemeğini –ekmekle dana rosto– getirdi ve profesörün onu çalışma odasında görmek istediğini haber verdi. “Odası yukarıda. Sağdan ikinci kapı. Önce yemeğini bitir, profesör hiçbir yere gitmiyor.”
Oğlan yemeğini çabucak yedi ve Bayan Piper’ın yardımıyla giyindi. Nereden geldiğini bilmediği bu Batılı giysileri kısa ve sıska bedenine şaşılacak kadar iyi uymuşlardı ancak o sırada buna kafa yoramayacak kadar yorgundu.
Merdivenlerden yukarı çıkarken titremesinin sebebinin yorgunluk mu yoksa kaygı mı olduğunu bilmiyordu. Profesörün çalışma odasının kapısı kapalıydı. Oğlan bir an durup soluklandıktan sonra kapıyı çaldı.
Profesör, “İçeri gel,” diye seslendi.
Kapı çok ağırdı. Oğlan kapıyı açabilmek için sert ahşaba yaslanmak zorunda kaldı. İçeri girince kitapların keskin, mürekkepli kokusu başını döndürdü. Odada yığınlarca kitap vardı, bazıları özenle raflara dizilmişti, bazıları odanın çeşitli yerlerinde düzensiz piramitler oluşturmuştu, bazıları yere saçılmıştı ve bazıları ise bu loş labirente gelişigüzel yerleştirilmiş gibi görünen masaların kenarında, her an düşecekmiş gibi duruyordu.
“Buradayım.” Profesör âdeta kitaplıkların arkasına saklanmıştı. Oğlan en ufak bir hareketiyle piramitleri devirmekten korkarak, temkinli bir biçimde odada ilerledi.
“Çekinme.” Profesör kitaplarla, dağınık kâğıtlarla ve zarflarla kaplı, büyük bir masanın ardında oturuyordu. Oğlana karşısına oturmasını işaret etti. “Burada bir şeyler okumana izin verdiler mi? İngilizce sorun olmadı mı?”
“Bazı şeyler okudum.” Oğlan temkinli bir biçimde, ayağının dibine yığılmış olan ciltlerin –Richard Hakluyt’un gezi notlarının– üstüne basmamaya gayret ederek oturdu. “Çok fazla kitabımız yoktu. Elimizdekileri okumak zorunda kaldım.”
Hayatı boyunca Kanton’dan hiç ayrılmamış biri için, oğlanın İngilizcesi hayli iyiydi. Sadece belli belirsiz bir aksanla konuşuyordu. Bunu Bayan Elizabeth Slate adında İngiliz bir kadına borçluydu. Oğlan kendini bildi bileli yanlarında yaşayan bu kadına Bayan Betty derdi. Onun evlerinde ne işi olduğunu hiç anlamazdı; ailesi bir hizmetkârı, özellikle de bir yabancıyı çalıştıracak kadar varlıklı değildi ama biri maaşını ödüyor olmalıydı çünkü Bayan Betty salgın çıktığında bile gitmemişti. Kantoncası şehirdeki işlerini halletmesine yetecek kadar iyiydi ama oğlanla yalnızca İngilizce konuşurdu. Tek görevi oğlanla ilgilenmek gibi görünüyordu ve oğlan öncelikle Bayan Betty’le sonra da limandaki İngiliz denizcilerle sohbet ederek akıcı konuşmaya başlamıştı.
Okuması, konuşmasından daha iyiydi. Oğlan dört yaşında bastığından beri, yılda iki defa tamamı İngilizce kitaplarla dolu olan büyük bir paket almıştı. Gönderenin adresi Londra’nın hemen dışındaki Hampstead’de bulunan, Bayan Betty’nin aşina olmadığı ve tabii ki oğlanın hiç tanımadığı bir yerdi. Oğlan ve Bayan Betty her koşulda mum ışığında otururlardı ve parmaklarını gayretli bir şekilde her bir sözcüğün üzerinde gezdirerek, onları yüksek sesle okurlardı. Oğlan büyüdüğünde, bütün öğleden sonralarını yıpranmış sayfaları tek başına inceleyerek geçirir oldu. Maalesef bir düzine kitap onu ancak altı ay idare ettiğinden her birini defalarca okurdu ve bir sonraki teslimat gelene kadar neredeyse hepsini ezberlerdi.
Şimdi, durumu tamamen kavrayamasa bile o paketlerin profesörden geldiğini tahmin ediyordu.
“Okumaktan çok keyif alıyorum,” dedi halsizce. Ardından biraz daha konuşması gerektiğini düşünerek, “Ve hayır – İngilizce sorun olmadı,” diye ekledi.
“Çok güzel.” Profesör Lovell arkasındaki raftan bir cilt aldı ve masanın üstünde kaydırdı. “Herhalde bunu daha önce görmedin, değil mi?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBabil
- Sayfa Sayısı664
- YazarR. F. Kuang
- ISBN9786052654590
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Avlu ~ Andreas Franghias
Avlu
Andreas Franghias
“Avlu” Avlu, 2. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasındaki Atina’nın belki de en yoksul mahallesinde yaşayan insanların hüzün ve mizah yüklü öyküsü. Kendisini yeniden biçimlendirmeye çalışan...
- Hacılar Yolu ~ Abdulrazak Gurnah
Hacılar Yolu
Abdulrazak Gurnah
Hacılar Yolu, aşk ve ırkçılık gibi iki uzak ucu aynı merkezde buluşturmayı başaran bir başyapıt. İngiltere’deki hayatında aşağılanmayla, yoksullukla mücadele eden Daud, bir yandan...
- Yaşam ve Yazgı ~ Vasili Grossman
Yaşam ve Yazgı
Vasili Grossman
Grossman’ın eseri, toprak altında yatanların sesi, baskı rejimlerinin yaşama ve özgürlüğe asla galip gelemeyeceğinin ölümsüz bir belgesi olmaya devam ediyor. Sovyet Rusya’nın büyük yazarlarından...