Ortak bir geçmiş, yeni bir başlangıç ve ömür boyu sürecek bir aşk hakkında yepyeni bir roman. New York Times çok satan yazarı Nora Roberts, yaşadıkları kasabaya sıcak ve sevimli bir otel inşa eden Montgomery kardeşlerle -Beckett, Ryder ve Owen- sizleri tanıştırıyor.
Owen, Montgomery ailesinin organizatörü, ailenin inşaat şirketini demir yumrukla yöneten idarecisidir ve bir hesap tablosundan bile daha az esnektir. Kardeşleri onun liste yapma huyundan yaka silkseler de BoonsBoro Oteli tam planlandığı vakitte açılacaktır. Owen’ın planlarında öngöremediği tek şey ise Avery McTavish’tir…
Avery’nin popüler pizza mekânı otelin tam karşısında olduğundan, genç kadın otelin yenileme çalışmalarını oldukça yakından takip eder ve Owen’ı bir kez daha takdir eder. Owen çocukken onun ilk sevgilisi olduğundan, aslında Avery’nin aklından çıkmamıştır. Ancak ona karşı hissettiği çekim pek de masumane değildir. Avery ve Owen ilişkilerini yeni bir boyuta tedbirli bir biçimde taşırken, otelin açılması da Boonsboro kasabası halkına kutlama yapmak için bir neden verir. Fakat Owen’ın daha yapması gereken çok şey vardır. Avery’nin etrafına ördüğü duvarları yıkmak sandığından daha uzun sürecektir ve bu olurken Avery ilk sevgilisinin son sevgilisi olacağını anlayacaktır…
1
Bir kış gecesi, dolunayın yumuşak ışıkları, meydandaki otelin eski taşları ve kiremitleri üzerine dökülüyordu. Otelin yeni verandaları ve süslemeleri parıldıyor, çatının metalleri ışıldıyordu. Otel manzarası, eskiyle yeninin bir bileşimi, hatta geçmişle bugünün mutlu ve güçlü bir evliliği gibiydi.
Bu Aralık gecesinde, otelin pencereleri hâlâ karanlıktı. Pencereler, sanki sırlarını bu karanlıkta saklıyordu. Birkaç hafta içinde, bu pencerelerden de ana caddedeki diğer pencerelerden olduğu gibi ışıklar süzülecekti.
Meydandaki trafik lambasının kırmızıya dönmesiyle kamyonetini durduran Owen Montgomery, caddedeki bayram süslemeleriyle kaplanmış evlere ve dükkânlara baktı. Işıklar ana yola göz kırparak dans ediyordu. Sağ tarafındaki apartmanın ikinci katındaki dairenin penceresinden, içerdeki küçük ve güzel çam ağacı görünüyordu. Güzel otel yöneticisinin geçici evi, tarzını çok doğru yansıtıyordu: kusursuz zarafet.
Owen, gelecek Noel’de BoonsBoro Oteli’ni de ışıklarla kaplayacaklarını düşündü. Hope Beaumont da şu Noel ağacını, otelin üçüncü katındaki dairesine koyabilirdi.
Sol tarafına bakıp, Vesta Restoranı’nın sahibi Avery Mc-Tavish’in, ailelerin tercih ettiği ön avluyu ışıklarla bezemiş olduğunu gördü. Avery, restoranın üstündeki dairede yaşıyordu. Burası daha önce Owen’ın kardeşi Beckett’a aitti. O dairenin penceresine de küçük bir çam ağacı yerleştirilmişti ama pencerede hiç ışık yoktu. Restorandaki kalabalığa bakılırsa hâlâ çalışıyor olmalıydı. Biraz öne eğilip Avery’yi restoranın tezgâhında görmeye çalıştı ama başaramadı.
Yeşil ışık yandığında sağa dönüp St. Paul Caddesi’nde ilerledi. Sonrasında tekrar sol yapıp, otelin otoparkına girdi. Kamyonetinde öylece oturup biraz düşündü. Vesta’ya yürüyüp, bir dilim pizza yiyebilirdi. Yanına bira alır, restoran kapanıncaya kadar takılır ve sonra da otele gelip olağan incelemesini yapardı.
Aslında incelemesi gereken bir şey de yoktu. Tüm gün otele gelmemiş, aile işleri olan Montgomery İnşaat’ın başka toplantılarına katılmıştı. Kardeşleri ve takımının bugün neler yaptığını görmek için sabaha kadar beklemek istemediğinden şu anda buradaydı.
Üstelik Vesta çok kalabalıktı ve yarım saat sonra kapanacaktı. Gerçi Avery’nin kapanışta onu restorandan atacağını sanmıyordu. En fazla, kendisi de bir bira alıp yanına otururdu.
Aslında çok çekici bir öngörüydü ama otelin halini de merak ediyordu. Bir an önce incelemelerini yapıp, eve gidip uyumalıydı. Yarın sabah saat yedide, aletleriyle beraber otelde olması gerekecekti.
Kamyonetinden indiğinde, dondurucu havayı hissetti. Çoktan cebindeki otel anahtarlarını çıkarmıştı. O da kardeşleri gibi uzun boylu ve yapılıydı. Otelin lobisine ilerlemeden önce, kamyonetinin arkasından montunu alıp kaslı sırtına geçirdi.
Anahtarları renk kodlarıyla ayrılmıştı. Kardeşleri bu ayırmayı gereksiz görse de Owen yararlı buluyordu. Birkaç saniye sonra, dışarının soğuğundan kurtulup otelin duvarları içine girmişti.
Işıkları yakıp, orada öylece gülümseyerek dikildi.
Zemindeki güzel mozaik işleme, lobiyi olduğundan daha geniş gösteriyor ve toprak renkleri özel olarak seçilmiş duvarların çekiciliğini gözler önüne seriyordu. Bec-kett, yandaki eski duvarı boyayla kapatmamakta çok haklıydı. Annesinin avize seçimi de tam bu lobiye göreydi.
Yukardan sallanarak yerdeki mozaiği ortalayan avize ne çok ihtişamlı ne de çok gelenekseldi. Bronz dallardan sallanan kürecikler, ne çok ne de az ışık veriyordu. Lobinin dekorasyonu tam olması gerektiği gibiydi. Sağına doğru gidip, lobi tuvaletlerinin fayanslarını ve boyalarını kontrol etti.
Defterini çıkardı, tuvaletlere eklemesi gereken birkaç dekoratif fikri yazıp, lobinin sol tarafındaki eski taş kemerin altından geçti. Bu kemeri de boyamamayı tercih etmişlerdi. Bu da Beckett’ın fikriydi ve bu da harika bir fikirdi. Çamaşır odasındaki raflar çok düzenliydi. Buraya Hope’un eli değmiş olmalıydı. Hope, Owen’ın ağabeyi Ryder’ı, ofis olarak kullandığı bu odadan güçlükle çıkarabilmiş ve çamaşırhaneyi organize etmişti.
Hope’un ofisi olarak düşünülen odanın önünden geçerken durdu. Ağabeyinin eşyaları burayı kaplamıştı. Masanın üstü, eski bir bezle örtülmüştü ve örtü, üstündeki vida ve aletlerden dolayı görünmüyordu. Kısa bir süre sonra, Hope’un Ryder’ı buradan da atacağını düşünerek gülümsedi.
Mutfağı görmek için ilerledi. Mutfağın lambalarını yerleştirmişlerdi. Tezgâhla bütünleşmiş ortadaki büyük armatür ve rafları daha da geniş gösteren spotlar, mutfağın üstündeki floresanlar ve tezgâhın belli yerlerinde ince iş yapılırken ışık sağlayacak ampuller insanın içinde hemen yemek yapma isteği uyandırıyordu. Doğal renkli tahta dolaplara eklenmiş krem rengi kulplar ve granit tezgâh tam bir uyum içindeydi.
Owen, buzdolabını açıp bir bira almak için elini uzattığında araba kullanması gerektiğini hatırladı. Biradan vazgeçip elini kola şişesine attığında, aklından, mutfağın perdeleri konusunu not etmesi gerektiği geçiyordu.
Neredeyse hazırlardı.
Resepsiyon bölümüne geçti ve orada gördükleri de gülümsemesinin artmasına sebep oldu.
Ryder’ın kendi kestiği ağaçtan yapıp taktığı şömine rafı, duvara ve şöminenin derinliğine uyuyordu. Şimdilik şöminenin önü tenteler, boya kovaları ve inşaat aletleriyle kaplıydı. Owen defterine birkaç not daha alıp dinlenme alanına doğru ilerlerken üst kattan gelen ayak sesleri duydu.
Merdivenlere doğru ilerlerken bir yandan incelemelerine devam ediyordu. Merdivenlerin metal korkuluklarını eliyle okşayıp, işçileri Luther’in yaptığı işi takdir etti. Yukarı çıkarken seslendi: “Bugün iyi iş çıkarmışsınız. Ry orada mısın?”
Yukarıda bir kapı aniden kapandı ve Owen yerinden sıçradı. Üst kata geldiğinde, mavi gözleri merakla kısılmıştı. Kardeşlerinin kendisiyle dalga geçmekten hoşlandığını düşündü. Onlara, kendisini korkutma zevkini yaşatmaya hiç de niyeti yoktu.
“Oooo! Ne kadar da ürkütücü,” dedi alaycı bir sesle bağırarak. “Bu otelimizin hayaleti olmalı. Çok korktum.”
İlerlediğinde, Elizabeth ve Darcy odasının kapısının kapalı olduğunu gördü.
Kardeşlerinin komik olmak için uğraştığını düşündü kendi kendine.
E&D odasının kapısına yavaşça yaklaştı. Kapıyı birden açtı, içeri hızla girip kardeşlerinin hangisi kendisiyle kafa buluyorsa onu korkutmayı planlıyordu. Kapı tokmağını yavaşça kavradı ve çevirdi. Daha doğrusu çevirmeye çalıştı, çünkü tokmak dönmüyordu.
Küçük bir kahkaha atıp, “Kes şunu ahmak,” diye bağırdı. O sırada kapı kendiliğinden sonuna kadar açıldı. Üstelik odanın balkonunun kapıları da açılmıştı.
Odaya girerken, balkondan gelen dondurucu havayla birlikte hanımeli kokusunu da aldı.
“Tanrım,” dedi kendi kendine.
Bir hayaletleri olduğunu kabul etmişti ve onun varlığına inanıyordu. Ne de olsa, hayaleti de içine alan birçok olay yaşamışlardı. Küçük kardeşi Beckett, ondan sanki arkadaşı gibi bahsediyordu ve hatta bunun şerefine, odanın adını Elizabeth bile koymuştu. Ama bu, Owen’ın hayaletle yaşadığı ilk deneyimdi.
Odanın kapı eşiğinde dururken, banyonun kapısının kendiliğinden birkaç kez açılıp kapanışını seyretti.
“Tamam, tamam… Rahatsız ettiğim için özür dilerim. Sadece istemiştim ki.” Oda kapısı bir anda yüzüne kapandı. Vaktinde davranıp bir adım geriye kaçmış olmasaydı, kapı burnuna çarpabilirdi.
“Hadi ama beni tanıyor olmalısın. Neredeyse her gün buradayım. Ben Owen, Beck’in ağabeyi. Arkadaş olabiliriz.”
İçerden banyo kapısının tekrar çarptığını duydu. Kapı pervazının alabileceği hasardan korkmuştu. “Hey, otelin kapılarına iyi davran lütfen. Sorun ne? Sadece. Ah şimdi anladım.”
Boğazını temizleyip başındaki beysbol şapkasını düzeltti. “Sana ahmak demek istemedim. Ry olduğunu sandım. Ağabeyim Ry’ı tanıyorsun değil mi? Arada ahmaklıklar yapıyor, sen de görüyorsundur. Onun ahmaklıkları yüzünden şu anda bir eşikte durmuş sana açıklamalar yapıyorum.”
Kapı hafifçe açıldı ve Owen dikkatle içeri girdi. “Sadece balkon kapılarını kapatacağım, o kadar. Otelde şimdilik açık kapı bırakmamalıyız,” derken, hem odanın hem de banyonun ışıklarının yanık olduğunu gördü.
Owen, sesinin boş odada yaptığı yankının tüyler ürpertici olduğunu düşündü. Yine de hızla balkon kapılarını kapatıp kilitledi. Bunu yaparken, istemsizce şapkasını çıkarıp kotunun arka cebine koymuştu. Kapılarla işini bitirirken, karşıda Avery’nin dairesinin ışıklarının yandığını gördü.
Avery’nin gölgesi, pencerelerinden birinin önünden geçmişti.
İçeriye daha fazla soğuk kış havası girmediğinden, hanımeli kokusu daha da keskinleşti.
“Daha önce kokunu almıştım,” diye mırıldandı Owen, Vesta’nın üstündeki dairenin pencerelerine bakmayı kesmeden. “Beckett, o piç kurusunun… Pardon, küfretme-meliyim. Beckett, Sam Freemont’un Clare’e saldırdığı gece onları uyardığını anlattı. Bunun için sana ne kadar teşekkür etsek az. Biliyorsundur, Beck ve Clare evleniyorlar. Zaten Beck yıllardır ona âşıktı.”
Balkondan dönüp odaya göz gezdirdi. “Yani, teşekkürler işte.”
Banyonun kapısı yavaşça açıldı ve açık kaldı. Oraya bakan Owen, aynada kendi görüntüsünü seçebiliyordu. Gözlerinin biraz vahşice baktığını kabul etti. Şapkasını çıkarırken dikkat etmemesi, saçlarının dağılmasına ve yakışıklı görüntüsünün bozulmasına sebep olmuştu. Uzun parmaklarıyla, saçlarını düzeltmeye çalıştı.
“Sadece oteli gezip notlar alıyordum. Birkaç ayrıntı dışında işimiz bitti sayılır. Bu oda en erken biten odalardan biri. Sanırım işçilerin bir kısmı, buradaki varlığından ürktü ve odanı hızlı bitirdiler. Sakın alınma. Ben de notlarımı alınca giderim. Sonra görüşürüz. Ya da görüşmeyiz. Ne bileyim işte.”
Açıklamasını bitirdikten sonra odadan çıktı.
Odaları kontrol ederken bir yarım saat daha harcadı. Notlarını almaya devam ediyor, arada burnuna gelen hanımeli kokusuyla gülümsüyordu. Lizzy ona birkaç odanın kapısını ve ışığını bile açmıştı.
Hayaletin varlığı rahatsız etmekten çok Owen’ın hoşuna gidiyordu. Yine de otelden çıkıp kapısını kilitlerken, burnuna hanımeli kokusunun gelmemesine sevindi.
Owen elindeki kurabiye ve kahveleri dökmeden taşımaya çalışırken, botlarının altındaki buzların çatırdadığını duyuyordu. Daha güneşin doğmasına yarım saat vardı ama kendisini otelden uzak tutamamıştı. Direkt mutfak kısmına gidip, tezgâha çantasını, kurabiyeleri ve kahveleri koydu. Havayı biraz ısıtmak ve şöminenin zevkini çıkarmak için resepsiyona gidip gaz vanasını açtı ve şömineyi yaktı. Şömineden yükselen alevlerin sağladığı sıcaklıktan ve aydınlıktan memnun olarak eldivenlerini çıkardı.
Mutfağa dönüp çantasından defterini çıkardı. O gün yapması gerekenlerin üstünden tekrar geçtiği sırada, belindeki cep telefonu alarm verdi. Sabah toplantısının zamanını hatırlatıyordu.
Ryder’ın kamyonetinin sesini duyduğunda, kurabiyelerin yarım düzinesini midesine indirmişti bile.
Ağabeyi bir şapka takmıştı. Üzerinde kalın bir iş mon-tu vardı ve gözlerindeki uykusuzluk, bir kahveye ihtiyacı olduğunu bağırıyordu. Ryder’ın köpeği MK, sahibinden önce içeri girip kuyruğu havada olduğu halde her yeri kokladı. Tezgâhın üstündeki kurabiyeleri fark edince dikkatini oraya verdi.
Ryder gerinip tezgâhtaki kahve fincanlarından birine uzandı.
Owen ağabeyini uyardı: “O Beckett’ın kahvesi. Üzerine yazdığım koca B harfinden de anlamışsındır.”
Ryder fincanlara bakıp üzerinde R yazanı aldı. Fincanından koca bir yudum kahve alıp kurabiyelere iştahla baktı.
MK havada kuyruğunu sallayarak, Ryder’ın ona attığı yarım kurabiyeye doğru ilerledi.
Owen söylenmeye başladı: “Beck geç kaldı.”
“Daha gün bile doğmadan toplanmamız gerektiğini söyleyen sendin,” diyen Ryder elindeki yarım kurabiyeyi tek lokmada midesine indirdi. Arkasından fincanını ağzına götürdü. Bugün tıraş olmadığından, koyu renkli sakalları yüzünü kaplamıştı ve Ryder’ı olduğundan daha huysuz
gösteriyordu. Neyse ki kahvedeki şeker ve kafein sayesinde, yeşil gözlerindeki uyku mahmurluğu biraz dinmişti.
Owen açıkladı: “İşçiler geldiğinde, dikkatimizi toplantıya veremeyiz. Dün eve gitmeden önce buraya gelip bir göz attım. Çok iyi iş çıkarmışsınız.”
“Tabii ki. Bu sabah, üçüncü kattaki süpürgelikleri bitiririz. Birkaç rafın ve kartonpiyerin takılması gerekiyor. Işıklandırmalar da bugün biter. Gerçi havlu kurutucular zaman alabilir ama Luther balkon demirleri ve merdiven korkuluklarını akşama kadar halledebileceğini söyledi.” “Harika. Ben de birkaç not aldım.”
“Elbette almışsındır.”
“İkinci katı daha detaylı gezdiğimde ve üçüncü kata çıktığımda notlarım da artacaktır.”
“Peki neyi bekliyoruz?” derken bir kurabiye daha aldı. MK’nın hakkını ona fırlattıktan sonra kurabiye ziyafetine devam etti.
“Beckett daha gelmedi.”
“Ne de olsa onun artık bir eşi ve üç çocuğu var. Üstelik bugün okullar açık. Bu saatte gelebileceğini hiç sanmıyorum.”
Owen notlarının üstünden giderek Ryder’a anlatmaya başladı: “Şuradaki boyaların yeniden elden geçmesi gerekiyor. Dalgalanma olmuş.”
“Evet görebiliyorum.”
“Bugün panjurlarla ilgilenen üreticiye, gelip ilk birkaç panjuru takmasını söyleyeceğim. Bu hızla gidersek, gelecek haftanın sonuna kadar tüm panjurlar bitmiş olur.” “İşçiler her odadan çıkarken temizlik yapıyorlar ama sonuçta bu sadece inşaat temizliği. Mobilyaları getirmeden önce köşe bucak bir ince temizlik yaptırmalıyız. Otel yöneticisini bu işe koştursan iyi olur.”
“Hope’la bu sabah bunu konuşurum. Mobilyaların gelişini de yine onunla ayarlarız.”
Ryder kardeşine bakıp hatırlattı: “Daha iki haftamız var. Üstelik buna önümüzdeki bayram tatilleri dâhil değil.” Ama elbette Owen’ın her zamanki gibi bir planı vardı. “Yine de bir an önce bitirelim Ry. Mobilyalar yerleştikten sonra bile annemle Carolee’nin ve hatta Hope’un bir sürü şey ekleyeceğini bilmiyor musun?”
“Haklısın. Keşke ayağımızın altında çok fazla dolaşma-salar.”
Üçüncü katı gözden geçirirlerken, giriş kapısının açılıp kapandığını duydular.
Owen aşağı doğru bağırdı. “Üçüncü kattayız. Kahven mutfakta.”
“Teşekkürler, Tanrım!”
“Kahveni Tanrı almadı.”
Owen, Hope’un boş dairesinin önünden geçerken kapıdaki bronz ‘Otel Yöneticisi’ yazısını gösterdi. “Şık görünüyor.”
Ryder fincanından bir yudum kahve daha alıp kardeşiyle beraber daireye girdi. “Otelde o kadar çok şık şey var ki.”
Owen, dairedeki iki yatak odasına, mutfağa ve banyoya göz atıp, “İyi olmuş,” dedi. “Küçük ve rahat bir daire. Hatta güzel ve yeterli. Tıpkı otel yöneticimiz gibi.”
“O da senin gibi baş belasının teki.”
“Konuşmadan önce sana kurabiyeleri kimin getirdiğini hatırla ağabeyciğim.”
Kurabiye kelimesini duyması, MK’nın kuyruğunu yine sallamasına neden oldu. Ryder köpeğine dönüp, “Bu kadar yeter oğlum,” dedi. MK, ünlü köpek bakışlarından birini takınıp yere oturdu.
Beckett merdivenlerden çıkarken Owen kardeşine baktı. Tıraş olmuştu ve gayet zinde görünüyordu. Belki de sabahın köründe üç çocukla boğuşmuş her erkek gibi, biraz fazla uyanmış da olabilirdi.
Kendi çocukluklarını ve okul için hazırlanırken yarattıkları kaosu hatırlayınca, annesiyle babasının nasıl olup da onlarla baş edebildiğini tekrar merak etti.
Beckett gününe nasıl başladığını özetledi: “Köpeklerden biri Murphy’nin yatağına kustu. Daha fazlasını anlatmama gerek var mı?”
“Bence yok. Owen da panjurlardan ve mobilyaların getirilmesinden bahsediyordu.”
Beckett, MK’nın başını okşadı. “İyi de hâlâ düzeltmemiz gereken birkaç duvar boyası var.”
Owen üçüncü kattaki birkaç odayı gösterdi. “Burada düzeltilecek bir şey yok. En üst kattan aşağı doğru ince işleri bitirip, temizleyip, mobilyaları yerleştirmeye başlayabiliriz. Hemen bugün başlayalım demiyorum elbette.” Süitlerden birine girdiler. İçerdeki inşaat işleri tamamen bitmişti. “Mesela buradan başlayabiliriz. Hope da en kısa sürede karşıdaki dairesine taşınabilir. Westley ve But-tercup odası ne durumda?”
“Orası da bitti. Dün banyo aynalarını ve lambaları taktık.”
“O halde Hope’a söyleyeyim de hemen bu katı temizlesin ve oturuma açsın,” diyen Owen, Ryder’a güvense de odaların hepsine girip işin bittiğini kendi gözleriyle görmek istiyordu. “Hope’da odalara yerleşecek mobilyaların listesi var. Bast’ın dükkânına gidip, gerekli paketleri getirtebilir.”
Owen defterine notunu alırken Beckett ve Ryder birbirlerine baktılar. “Mobilyaları yerleştirmeye başlıyoruz desene.”
“Sanırım başlıyoruz.”
Ryder homurdandı. “Siz başlayın bakalım. Benim ve adamlarımın daha yapmamız gereken bir sürü inşaat işi var.”
Beckett elini kaldırıp, “Bana da çok dokunmayın. Yandaki binanın fırına dönüştürülmesiyle ilgili projeyi yönetmem gerek. Buradan birkaç işçiyi oraya yönlendireceğim,” dedi.
Ryder homurdanmasına devam ediyordu. “Sonra bana işçilerimin işi geç bitirdiğini söylemeyin de.” Hep beraber merdivenlerden aşağı indiler.
Owen, ikinci kata geldiklerinde E&D odasından içeri bir göz attı. “Beckett, arkadaşın Lizzy ile konuşman gerek. Oda kapısını açık, balkon kapılarını kapalı tutması gerektiğini anlaması lazım.”
“Zaten oda kapısı açık ve balkon kapıları ise kapalı.”
“Şimdi öyle. Dün gece biraz sinirliydi ve tersini yaptı.”
Beckett ilgiyle kaşlarını kaldırdı. “Gerçekten mi?”
“Sanırım dün gece Lizzy ile ilk deneyimimi yaşadım. Otelde gezinirken üst katta ayak sesleri duydum. İkinizden birinin burada olduğunu, benimle dalga geçtiğinizi sandım. Ona ahmak demiş bulundum, o da intikamını aldı.”
Beckett’ın yüzünde kocaman bir sırıtma belirdi. “Evet, bazen sinirlenebiliyor.”
“Bana mı anlatıyorsun? Gerçi sanırım barıştık ama kin tutmasını istemem.”
Ryder söze karışıp, “Bu oda da bitti. Titania ve Oberon odasına ayna takmamız gerek. Nick ve Nora’nın ise işi biraz daha uzun. Kartonpiyerleri yapıştırılacak. Eve ve Roar-ke’ın banyo lambaları takılıp elektrik prizlerinin ince işleri halledilecek. Arkadaki Jane ve Rochester odasının içi kutularla dolu. Oranın lambaları yeni geldi. Rafları da ancak takılacak,” dedikten sonra kendisini şaşkınlıkla izleyen iki kardeşine döndü. Başını gösterip, “Benim de listem var. Sadece yazılı değil o kadar,” dedi.
Owen ekledi: “Havluluklar, ayna kenarlıkları, tuvalet kâğıtlıkları.”
“Bugün hepsi bitmiş olur.”
“Televizyon rafları, kapı tutucular, kablo koruyucular.”
“Hepsi bugün bitecek dedim Owen.”
“Sende, neyin nereye takılacağını gösteren listeler var mı?”
“Dırdır etmeyi bırak.”
Owen hâlâ elindeki listeye bakıyordu. “Acil çıkış levhalarının da takılması gerek.”
Yemek odasına girdiler. “Süslemeler şuraya asılacak. Tabloların üstünde yerleri yazılı. Birkaç süslemenin de rötuşu yapılacak.”
“Susarsan başlayabiliriz.”
“Broşürler, web sitesi, reklamlar, oda fiyatlarının belirlenmesi.”
“Bunlar benim işim değil.”
“Evet değil ve bunun için şükretmelisin. Şimdi kafandaki listeyi bir daha gözden geçirsen iyi olur.” Beckett’a dönüp, “Fırın projesinin güncellemesini ne zaman alabiliriz?” diye sordu.
“Yarın sabah belediyeden gerekli izinleri aldığımda, siz de planları görebilirsiniz.”
“Güzel,” diyerek telefonunu çıkardı ve yarın öğlen planları göreceğini not aldı. “Hope’a, Ocak ayının on beşinden itibaren rezervasyon yapmaya başlayabileceğini söyleyeceğim. On üç Ocak’ta büyük açılışı yapabiliriz. Açılış sonrası her şeyi yerine koymak için bir gün yeter ve on beş Ocak’ta ilk misafirlerimiz bizimle olur.”
Ryder yine homurdandı. “İyi de on beş Ocak’a bir aydan daha kısa bir süre var.”
“Sen de, ben de ve Beckett da biliyoruz ki otelin en fazla iki haftalık işi kaldı. Senin işin Noel’den önce bitmiş olacak. Mobilyalar bu hafta yerleştirilmeye başlansa, Ocak’ın ilk gününde o iş de bitmiş olur. Mobilyaları yerleştirdikten sonra otelde müşteri ağırlama izinlerimizi alırız. Çıkabilecek küçük sorunlar ya da ekstra lüksler, bir de Hope’un otele taşınması için sonraki iki hafta yeter de artar bile.” “Ben de Owen’a katılıyorum. Bundan sonrası yokuş aşağı Ry.”
Ryder ellerini ceplerine sokup omuzlarını kaldırdı. “Ne bileyim, galiba işlerin bitip her şeyin gerçeğe dönüştüğünü görmek biraz garip.”
Owen ağabeyine baktı. “Hey, neşelen biraz. Bu kadar büyük bir otelimiz varken, işimiz hiç bitmez.”
Ryder başını sallarken, aşağıdaki kapıların açılıp kapandığını ve otelin zemininde ilerleyen botların seslerini duydu. “İşçiler de geldi. Haydi iş başına.”
***
Owen pervaz kaplamalarıyla kendini oyalıyordu. Diğer yandan, gelen telefonları cevaplamak, mesajları yanıtlamak, e-postalarını kontrol etmek gibi ufak işlerle dikkatini dağıtmakta da bir sakınca görmüyordu. Telefonunu testeresi kadar etkili kullanabilen biriydi. İçinde bulundukları inşaat, çalışma sesleriyle doluydu. Ryder’ın radyosundan çıkan canlı müzik sesi, işçilerin şakalaşmalarına karışıyordu. Havada tiner kokusuyla beraber güçlü bir kahve ve yeni kesilmiş kereste kokusu hissediliyordu. Bu üçlü, Owen için Montgomery İnşaat’ın resmi kokusuydu ve ona hep babasını hatırlatırdı.
Babasından öğrendikleri sadece gayrimenkul yatırımı değildi. Marangozluk hakkında bildiği her şey de babasından mirastı. Babası, şu anda yaptıklarını görse onunla gurur duyardı.
Aile şirketi olarak, kasabanın en eski binalarından birini almışlardı. Camları kırık, merdivenleri çökmüş, zemini bozuk bu binayı kasabanın en güzel binasına dönüştürmüşlerdi.
Beckett’ın ileri görüşlülüğü, annelerinin hayal gücü ve zekâsı, Ryder’ın yeteneği ve emeği yanında Owen’ın de-taycılığı birleşmiş ve mutfak masası etrafında konuştukları bu güzel fikri harika bir gerçeğe dönüştürmüştü.
Elindeki çivi tabancasını bir kenara bırakıp odada göz gezdirdi. Annesinin zevkini bir kez daha takdir etti. Annesine, çikolata rengiyle deniz mavisinin birlikte gitmeyeceğini birçok kez söylemişti ama oda bitince, yani şimdi anlıyordu ki annesi ısrarlarında haklıydı. Nick ve Mora odası göz alıcı görünüyordu. Özellikle banyodaki mavi cam seramiklerin kahverengi duvarla karşıtlığı, kristal ışıklar altında harika görünüyordu. Tuvalette avize kullanmak pek alışılageldik olmasa da kesinlikle işe yaramıştı.
Odaların hiçbiri sıradan bir otel odası gibi değildi. Teyzeleri Justine Montgomery’nin işleteceği bir otelin zaten sıradan olamayacağını düşünerek gülümsedi. Her neyse, bu oda Owen’ın en beğendiği odaydı.
Telefonunun alarmı çalınca, yapması gereken birkaç telefon görüşmesi olduğunu hatırladı.
Dı şarı çıktı. Üstünü örttükleri verandadan esen soğuk rüzgârı hissedince dişlerini gıcırdattı. Biraz yürüyüp resepsiyona doğru gitti.
“Kahretsin. Çok soğuk,” diyerek içeri girdiğinde, yeniden radyodan gelen müzik ve çivi tabancasının sesiyle karşılaştı. Bu kadar sesin içinde telefon görüşmelerini yapamayacağına karar verdi. Çantasını ve ceketini alıp zemin döşemelerini tıraşlayan Beckett’ın yanına gitti.
“Ben Vesta’ya gidiyorum,” dedi.
“Saat daha on bile değil. Vesta kapalıdır.”
“Ben de bunu umut ediyorum. Eğer Ry’ı görürsen, N&N odasındaki kaplamaların hallolduğunu söyle. Yalnız birinin çivi deliklerini tahta yamasıyla kapatması gerekiyor.”
“Ry’ın hangi cehennemde olduğunu bilmiyorum.”
“Önemli değil.”
Owen dışarı çıkar çıkmaz kemerindeki telefonu eline aldı ve Ry’a bir mesaj çekti. Trafik lambasının altında hissettiği soğuktan dolayı biraz kamburlaşırken, karşıya geçmesini engelleyen araba trafiğine küfretti. Yeşil ışığı beklerken nefesiyle ellerini ısıttı. Hızla karşıya geçip, camında asılı ‘Kapalı’ yazısına aldırmadan restoranın kapısını çaldı.
İçerde ışıkların yandığını gördü ama başka bir hareket yoktu. Tekrar telefonunu çıkarıp, Avery’nin numarasını tuşladı. Numarasını kontrol etmeye gerek duymamıştı zira ezbere biliyordu.
“Kahretsin Owen, senin yüzünden telefonum una bulandı.”
“Yani içerdesin. Kapıyı aç yoksa buz tutacağım.”
“Kahretsin,” diye tekrarlayan Avery telefonu kapattı. Birkaç saniye sonra Owen genç kadını görebiliyordu. Kot pantolonunun üstüne giydiği siyah gömleğin kollarını dirseklerine kadar çekmişti. Üstünde beyaz bir mutfak önlüğü vardı. Saçları… O renk de neydi öyle? Owen’a Avery’nin saçları, otellerinin yeni yapılmış bakır çatısını hatırlatmıştı.
Avery birkaç aydır sürekli saç rengini değiştiriyordu. Doğal saç rengi, İskoçyalı savaşçı kraliçelerinki gibi kızıldı ama genç kadın bu rengi kapatmaya çalışıyordu. Avery’nin saçının sadece rengi değil, uzunluğu da değişip duruyordu. Genç kadın saçını şimdilik, başının arkasında küçük bir at kuyruğu yapabileceği kadar uzatmıştı.
Kapının kilidini açarken parlak mavi gözleriyle Owen’a bakıyordu.
“Ne istiyorsun? Daha açılış hazırlığını bitirmedim bile.”
“Sadece sessiz bir yere ihtiyacım var. Burada olduğumu fark etmeyeceksin bile,” derken, kapının yüzüne kapanması halinde dışarıda kalmamak için dar kapı aralığından içeri sokuldu. “Birkaç telefon görüşmesi yapmam lazım ve yolun karşısı çok gürültülü.”
Avery bakışlarını Owen’ın çantasına dikip gözlerini kıstı.
Owen dudaklarına çekici bir gülüş kondurup onu ikna etmeye çalıştı. “Tamam, biraz da çalışmam gerekiyor ama merak etme. Tezgâhta oturacağım ve çok çok sessiz olacağım.”
“Of tamam. Ama sakın beni oyalama.”
“Hmm… Arka tarafa geçmeden… Acaba kahvenin hazır olma ihtimali var mı?”
“Hayır yok. Pizza hamurlarını hazırlamalıyım ama unun çoğunu, senin sayende yeni telefonumun üstüne boşalttım. Dün gece kapanışa kadar çalıştım ve Franny ancak bu sabah sekizde arayıp hasta olduğunu söyledi. Sesi o kadar kötüydü ki sanki birisi bademciklerini kıyma makinesinden geçirmiş gibiydi. Dün akşam iki garsonum daha Franny gibi halsizdi. Demek ki onlar da bugün hasta olduklarını söylemek için arayacaklar ve ben akşama kadar aralıksız çalışmak zorunda kalacağım. Üstelik Dave de yok, çünkü saat dörtte dişçi randevusu var. Neyse ki gezi otobüsü saat yarımda burada olacak. O saatte Dave hâlâ burada olur ama bu yoğunlukta nasıl dinlenirim bilemiyorum”
Avery umutsuzluk ve yorgunluktan dolayı sinirliydi. Owen ise başını sallayarak, “Peki,” diyebildi.
Genç kadın, uzun tezgâhı gösterip, “Ne istersen yap işte,” dedi ve hızla mutfağa geri döndü.
Owen yardım etmeyi teklif edebilirdi ama Avery’nin kendisinden yardım kabul edecek havada olmadığını biliyordu. Onun her havasını bilirdi, çünkü onu küçüklüklerinden beri tanırdı. Şu anda sinirli, sabırsız ve gergin olduğunun farkındaydı.
Avery’nin bu günü kotaracağını düşündü. Hep yapardı zaten. Çocukluğunun şımarık kızıl kafalı kızı, eski Boons-boro Lisesi amigosu, bir şekilde çalışkan bir restoran sahibesine dönüşmüştü. Üstelik pizzaları çok lezzetliydi.
Genç kadın, Owen’ın yanından ayrılırken ardında hafif bir limon kokusu ve havada dalgalanan bir enerji bıraktı. Tezgâhtaki bir tabureye ilişen Owen, mutfaktan gelen çalışma seslerini dinlemeye başladı. Ritmik ve huzur verici seslerdi bunlar.
Çantasını açıp tabletini ve yapılacak işler listesini çıkardı. Kemerinden çıkardığı telefonunu eline aldı. Birkaç kişiye telefon ettikten sonra listesini ve takvimini güncelledi. Gerekli e-postaları attı ve bazı hesaplamalar yaptı.
İşlerine o kadar dalmıştı ki ancak burnunun dibinde beliren kahve fincanını görünce kendine geldi. Dönüp Avery’nin güzel yüzüne baktı. “Teşekkürler. Zahmet etmene gerek yoktu, çok kalmayacağım.”
“Owen, zaten kırk dakikadır buradasın.”
“Gerçekten mi? Farkında bile değilim. Gitmemi ister misin?”
“Sorun değil,” derken tek eliyle kendi ensesine masaj yapan Avery, biraz önceki gerginliğini atmış bir halde, “hallettim,” dedi.
Owen, burnuna gelen koku üzerine büyük ocağa döndü. Sos bile pişmek üzere ateşe konmuştu.
Kızıl saçı, beyaz teni ve sevimli çilleriyle İskoç genlerini belli eden Avery’nin makarna sosu, en az bir Armani takım elbisesi kadar İtalyandı.
Owen sık sık onun İtalyan yemeklerinde bu kadar marifetli olmasının sırrını merak ederdi. Gerçi beceriklilik, Avery’nin kocaman mavi gözlerinden en sık okunan özelliğiydi.
Hiç durmayan genç kadın, tezgâhın altına eğilip bira fıçılarını doldururken muhabbete başladılar.
Owen, “Franny’nin hasta olmasına üzüldüm,” dedi.
“Ben de. Bu sefer gerçekten hasta. Ama Dave’in diş ağrısı daha beter. Ona tüm gün izin verebilmek isterdim ama diğerlerinin hasta olduğunu biliyor. İşe gelmesini istemek zorunda kaldım.”
Avery işlerini yapmaya devam ederken Owen da onu süzüyordu. Daha dikkatli bakmaya fırsatı olunca, Avery’nin gözlerinin altındaki morlukları fark etti.
“Yorgun görünüyorsun.”
Avery doğrulup Owen’a bezgin bir bakış attı. Gülümsemiyordu. “Teşekkürler. Bütün kadınların duymak istediği de budur zaten.” Omuzlarını silkti. “Yorgunum evet. Bu sabah dükkânı Franny açar, ben de on bire kadar uyurum diye düşünmüştüm. Restoranın üst katına taşındığımdan beri yolda zaman harcamıyorum ne de olsa. Nasılsa geç kalkarım diye akşam Jimmy Fallon’ın şovunu izledim. Bir de tüm hafta elime alamadığım bir kitabı okudum. Yatağa girdiğimde saat ikiydi. Saat sekizde Franny aradı, normalde altı saatlik uyku yeterdi ama önceki gün çift vardiya çalışmıştım. Bugün de öyle olacak gibi görünüyor.”
“İyi tarafından bakacak olursak işlerin iyi gidiyor. Sinek avlamıyorsun.”
“Ancak gezi otobüsü gelip gittikten sonra iyi tarafından bakabilirim. Her neyse, otelde işler nasıl gidiyor?”
“Her şey yolunda. Hatta üçüncü katı yarın döşeyeceğiz.”
“Ne döşeyeceksiniz?”
“Mobilya Avery.”
Genç kadın bir tabureye oturup soran gözlerle Owen’a baktı. “Gerçekten mi?”
“Bu öğleden sonra müfettişler gelecek. Binanın durumuna göre mobilyalar için izin verecekler ya da işimiz biraz daha uzayacak. Bence izni alacağız, çünkü veto için bir sebep bırakmadık. Biraz önce Hope ile konuştum. Gidip temizliği halledecek. Annemle teyzem de gelip yardım edecekler. Belki gelmişlerdir bile. Ne de olsa saat on bir olmak üzere.”
“Ben de yardım etmek isterdim ama bugün yapamam.” “Merak etme. Yeterince yardım alıyoruz.”
“Ama benim de yardımım dokunsun istiyordum. Belki yarın gelebilirim. Tabii gelebilmem, çalışanlarımdaki virüslerin ilerleyişine ve dişçinin el becerisine bağlı,” dedikten sonra sitemle baktı. “Owen, müfettişlerin gelecek olması önemli bir gelişme. Neden bunu söylemek için bir saat bekledin?” diye sordu.
“Başımın etini yemekle meşguldün.”
“Eğer başta bunu söyleseydin, başının etini yemeyecek kadar heyecanlanmış olurdum. Senin suçun.”
Avery bu sefer gülümseyerek bakıyordu. Owen, güzel Avery Mctavish’in yorgun gözlerine baktı.
“Neden birkaç dakika oturup dinlenmiyorsun?” “Bugün sürekli hareket halinde olmalıyım. İşim çok,” diyen güzel kadın, tezgâhın üstüne bir plastik kap çıkardı ve sonrasında ocağa gidip sosu karıştırdı.
Owen onu çalışırken izlemeyi seviyordu. Avery hep aynı anda bir düzine iş yapıyor gibi görünürdü. Sanki elinde bir sürü topu çevirmeye çalışan becerikli bir hokkabaz gibiydi. Arada çevreden başka toplar atılıyor ve Avery, bütün maharetiyle o topları da çevirebiliyordu.
Onun bu kaotik becerisi, Owen’ın başını döndürüyordu.
“Ben otele döneyim. Kahve için teşekkürler.”
“Önemli değil. Eğer çalışanların bugün öğle yemeğini burada yiyeceklerse, söyle onlara bir buçuğu beklesinler. O zaman biraz tenhalaşmış oluruz.”
“Tamam,” diyerek eşyalarını toplayan Owen kapıya yöneldi. Kapıdan çıkmadan az önce arkasına dönüp, “Avery, ne renk bu? Saçın ne renk?” diye sordu.
“Bu mu? Bakır rengi.”
Genç adam gülümseyerek başını salladı. “Biliyordum. Görüşürüz.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bestseller Dizisi Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSon Sevgili
- Sayfa Sayısı392
- YazarNora Roberts
- ÇevirmenDeniz Güçlü
- ISBN9789944827058
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013-8
Aynı Kategoriden
- Oda ~ Emma Donoghue
Oda
Emma Donoghue
“Oda’da her türlü duygusal darbe var. Ama duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor....
- 80 Gün – Arzunun Rengi ~ Vina Jackson
80 Gün – Arzunun Rengi
Vina Jackson
“Tutku dolu anlatımıyla Arzunun Rengi, erotizmin yeni tonu olmaya aday.” -New- İlişkisinde sorunlar olan keman virtüözü Summer Zahova huzuru müzikte arar. Ancak bir gün,...
- Ruh Müziği ~ Terry Pratchett
Ruh Müziği
Terry Pratchett
Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı “DiskDünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Ruh Müziği, rock müziğine saygı duruşunda bulunan kapkara bir mizah...