Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Uzay Feneri 23
Uzay Feneri 23

Uzay Feneri 23

Hugh Howey

SİLO’nun yazarı Hugh Howey’den Uzay Feneri 23, insan doğasının derinliklerine inen, savaşın ve yalnızlığın insan üzerindeki etkilerini sorgulayan heyecan dolu bir bilimkurgu romanı. Yüzyıllar…

SİLO’nun yazarı Hugh Howey’den Uzay Feneri 23, insan doğasının derinliklerine inen, savaşın ve yalnızlığın insan üzerindeki etkilerini sorgulayan heyecan dolu bir bilimkurgu romanı.

Yüzyıllar boyunca deniz fenerleri, fırtınalara ve karanlığa karşı gemilere rehberlik etti. Bu yalnız ve çoğu zaman unutulmuş görevin kıymeti, ancak bir şeyler ters gittiğinde anlaşılırdı. Yirmi üçüncü yüzyılda, bu görev yıldızlara taşındı. Artık bir galaksi boyunca ışık hızının katbekat ötesinde seyahat eden gemilere yön veren uzay fenerleri vardı. Galaksinin ücra bir köşesindeki Uzay Feneri 23 de bunlardan biriydi.

Galaksiler arası savaş sona ermişti. Uzay Feneri 23’te kalan eski askerin görevi basitti ve işler yolunda gittiği sürece sakin bir hayatı vardı. Ama kısa bir süre sonra Uzay Feneri 23’te bazı sıradışı şeyler olmaya başlayacaktı: bozulan sistemler, devredışı kalan aygıtlar ve kaza yapan bir kargo gemisi… Tüm bunlarla başa çıkmaya çalışan uzay feneri bekçisinin vermesi gereken çok daha büyük bir karar olacaktı ama bu karar milyonlarca insanın hayatını etkileyebilirdi.

“Hugh Howey yine heyecanı ve gerilimi bir an bile azalmayan bir roman yazmış.” –Washington Post

“Savaşa ve ıssızlığa dair şahane bir bilimkurgu romanı.” –Warren Ellis

***

1

İnsanı ufak tefek seslere hazırlamıyorlar. Bayılana dek seni bir santrfüjün içine koyuyorlar, mide zarını kusana dek seni parabolik kıvrımlarda kaldırıp indiriyorlar, bir uyuşturucu müptelasının neler hissettiğini anlayana dek sana iğneler batırıyorlar ve seni bir yandan triatlona hazırlarken bir yandan da üç fizik dalı öğretip tıp diploması almanı istiyorlar. Fakat takırtılarla, gıcırtılarla ve ufak tefek, uzak biplemelerle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu söylemiyorlar. Ya da etrafındaki ışık yılları büyüklüğündeki cansız uzayın nasıl muazzam, ezici bir ağırlık yaptığını. Ve sessizliğin âdeta büyüdükçe büyüdüğünü. Tıpkı eskiden Batı Virginia’daki bir mağarada gördüğüm karanlık gibi. Çiğneyebildiğin, kilometrelerce etrafında hissedebildiğin, içinden çıkabileceğini bile bilemediğin o karanlık. Derin uzayın sessizliği işte aynen öyle. Bu da uzay fenerimdeki küçük, vızıltılı zımbırtıları kâbuslardan fırlamış, sinir bozucu götler hâline getiriyor. Hepsinden nefret ediyorum. Burada hareket eden her şeyden. Her küçük çarktan, piezo devresinden ve alarmdan. Mesele sadece ahenksiz değil, aynı zamanda öngörülemez olmaları. O yüzden ben de aradaki boşlukları onlara hazırlanarak, onları bekleyerek geçiriyorum. Gevşediğin anda kendilerini belli ediyorlar. Sanki kulakzarlarıma minicik iğneler batırıyorlar. Hınzır da hergeleler. Geyikler gibi, peşlerinde olduğumu biliyorlar. Bir ışıldakla, tel kesiciyle, koli bandıyla ve köpük parçalarıyla uzay fenerimin hava kanalına benzer çalışma alanlarında emekleyerek lavukların izini sürüyorum. Tuzaklar kurarken seslerden bazılarının benden kaçtığını, iyi sterilize edilmemiş bir meyve teslimatı sırasında yapıya kaçak giren haşereler olduklarını düşünüyorum. Sanki geldiğimi duyuyorlar ve tüm o biplemeler, tüm o vızıltılar kesiliveriyor. Av sezonunun açıldığı gün ortadan kaybolan geyikler gibiler. Sonra ben çalışma alanlarından çıkar çıkmaz tekrar kendilerini gösterip yaygara koparıyorlar. Av sezonu bittikten bir gün sonra bahçene giren, suratında “Ha?” dercesine salakça bir ifadeyle lalelerini çiğneyen bir çatal boynuzlu geyik gibi. Evet, siz onun bunun çocuklarını gözüme kestirdim. Tuzaklarım hazır. Biplemelerin yerlerini tespit edecek kayıt cihazlı mikrofonlar yerleştirdim. Gıcırtılara karşı her yere yağ sıktım. Ayrıca hareketli ufak tefek takırtılar için türlü türlü kapanlar kurdum. NASA çabalarımla ve yaratıcılığımla gurur duyardı, değil mi? Onca eğitim. Sırf bunun için. İyi ama başka ne yapayım? Ben uzayın kenarındaki bu paslı metal lolipopun yumuşak orta kısmıyım. Buradayım çünkü yüz trilyonda bir ihtimalle de olsa aptalca bir şey yapmayacak bir bilgisayar henüz üretilmedi. Bu iyi bir oranmış gibi gözükebilir ama bilgisayarlar günde trilyonlarca şeyle uğraşırken bir yığın aptallık yaparlar. Ve ben de güya bunları düzeltecek kadar zekiyim. Gıcırtıları ve hışırtıları avlayarak geçirmediğim zamanımın büyük bölümünü yukarıdaki deniz fenerinde geçiririm. Ona öyle demememiz gerektiğini biliyorum ama bırakın şimdi. Uzay fenerinin geri kalanından ayrı duran uzun bir tünelin sonunda her tarafı lombozlarla çevrili küçük bir oyuk var. Yerçekimi dalga yayıncısı işte o yavrunun içinde. Orası uzay fenerinin işbitirici kısmı; ben de dahil diğer her şey yalnızca onun çalışır hâlde tutmak için burada. Uzun kol YDY’yi uzay fenerinin geri kalanından ayrı tutar çünkü dalgalar mesafenin dördüncü kuvvetiyle zayıflar. O dalgalar benimkiler de dahil beş-altı metrelik bir alan içindeki hatları karıştırır. Zaten NASA o yüzden, yani insanın kafasında tuhaf etkiler yarattığı için YDY’nin yakınlarında fazla zaman geçirilmemesini önerir. Diğer bir deyişle YDY insanın kafasını dumanlandırır. Peki ama bizi böyle ücra bir yerde iki yıllığına görevlendirirlerken bizden ne yapmamızı bekliyorlar ki? Sırtını makineye yaslayıp oturan, kafası buzsuz viski içiyormuşum gibi kıyak olurken astral navigasyonu keşmekeşe çeviren asteroit sahasının donuk gri taşlarını seyreden tek kişinin ben olduğumu hiç sanmıyorum. YDY’nin karşısında ve asteroitlerin uzayda fırıldak gibi dönmelerini seyretmek için en uygun lombozun hemen üzerinde, eskiden burada kalmış birinin astığı silik bir resim var. Burada bir tek benim oturmadığımdan kuşkulanmamın sebebi de bu. Resimde yağmurluklu bir adam gerçek, Dünya’daki bir deniz fenerinin önünde duruyor. Deniz fenerinin arkasındaysa boyu yirmi metreyi bulan, ondan daha yüksek bir dalga göze çarpıyor. Dalga uca doğru sivrilen taş sütuna çarpmak üzere ve insan bunun gerek deniz fenerinin gerekse adamın son karesi olduğunu düşünüyor. Dev dalga hemen sonra ikisini birden yok edecek ve piposunu tüttürerek kameralı bir drona falan bakıyormuş gibi görünen adam nalları dikmek üzere olduğunu bilmeksizin, “Bu ne ilginç bir şey,” diye düşünüyormuş gibi görünüyor. O postere bakarak geçirdiğim zaman, pencerenin dışındaki yıldızlı ve taşlı sahaya bakarak geçirdiğimden daha fazla. Bir süre resmin bilgisayarda oluşturulduğunu varsaydım. İnsan böyle şeyleri ayırt edemiyor. Bazen gerçek olan sahteye benziyor, özellikle de sahtesine uzun bir zaman baktıysan. İyi ama biri gelip de bilgisayarda üretilmiş bir görseli neden böyle bir hürmetle assın ki? Kâğıt buradaki yazıcıda kullandığımız termal çerçöpün aksine kaygan. Ayrıca üstünde tek bir kırışıklık bile yok. Demek ki buraya düz hâlde veya bir kurye tüpünde getirilmiş. Neticede biri onu buraya getirirken özen göstermiş. Dolayısıyla kahrolası şeyin gerçek olduğunu varsayıyorum. Resimdeki adamın da gerçek olduğunu, ufacık dünyasının ve ufacık yaşamının sonuna gelirken son bir kez pipo tüttürdüğünü varsayıyorum. Bazen yeniden başlatılması gereken bir işlemciyi veya hiperden çıkıp da adres soracak yahut bana savaştan haber getirecek bir gemiyi beklerken bu fotoğrafa saatlerce bakarak yidiy sarhoşu oluyorum. Bir kasırgayı sadece omuz silkerek ve piposundan derin bir nefes çekerek karşılayan deniz fenerindeki adam amma havalı. Soğukkanlılığına diyecek yok. Oysaki ben uzaklardan gelen, baş belası bir tıkırtı duyunca keçileri kaçırıyorum. Deniz feneri bekçisi uzun bir süre kahramanım olageldi. O fotoğraf hakkında daha fazla bilgi edinene kadar. Meğerse benzer çeşitlerde bir düzine çekim varmış. Ve evet, hepsi de gerçek. Arşivde bir şey bulamayınca Houston’a bir araştırma talebi gönderdim. Öbür tarafta geçen diyaloğu kolayca hayal edebiliyorum çünkü eğitim sırasında yer destekte çalışırken ben de onlardan nasibimi aldım: Operasyon şefi: “Pardon, 23 ne öğrenmek istiyormuş?” “Şey, amirim, belirli bir fotoğrafın geçmişini soruyor. Ve hayır, bir spektral şema değil. Veya… ııı, bilimsel bir şey de. Fotoğraf… ııı, işte. Dijital bir kapak yollamış.” Şef bir tablete bakarken uzun bir duraksama yaşanır. “Dalga mı geçiyorsun?.” “Geçmiyorum, amirim.” “Herif bunun için bir araştırma talebi mi kullanmış? Talep hakkı kalmış mı ki?” “Daha önce hiç kullanmamış. Adamın sicili temiz. Yaralanıp başka göreve atanmadan önce cephede görev yapmış.” “Dur tahmin edeyim: Başına darbe mi yemiş?”

“Hayır, amirim. Bir Lord tarafından karnı deşilmiş. Sekizinci sektörün kenarındaki sessiz sakin bir uzay fenerine atanmış.” “Öyleyse muhtemelen o YDY’ye iki görevlendirmenin ardından anlaştığı ucuz bir fahişeymiş gibi sarılıyordur.” “Muhtemelen, amirim. Benim tahminim de o yönde.” “Ah, siktir et. Tanrı aşkına, adam bir savaş kahramanı. Bak bakalım ne bulabileceksin.” Elbette olay muhtemelen öyle gelişmemiştir. Talebi büyük ihtimalle çalışanlardan biri almıştır, onu asıl araştırma departmanına iletmektense aramayı internet üzerinden kendisi yapmıştır, ardından sekiz sayfalık arama sonuçlarını ve hedeflerini bana yollamıştır. Tüm bu süreç muhtemelen iki saniye sürmüştür. Bense cevabı üç ay sonra kendisine ait olmayan bir maden yükünü kapmış bir römorkörden aldım. Bana aktaracak bir şeyleri olduğunu söylediler, sonra da kuşağa girip milyarlarca dolarlık bir şeyleri aldılar. Sınır gerçekten de çılgın bir dünya ama yeteri kadar omuz silkip görmezden gelirsen her şey kendiliğinden halloluyor gibi. Meğerse tanrının cezası kahraman deniz feneri bekçim de geri kalanımız kadar ödlekmiş. Fotoğrafın geçmişi iyi biliniyormuş. Fotoğraf onca şey dururken insanlı bir helodan çekilmiş. Fotoğrafçı deklanşöre basarken helikopter pilotu ihtiyar bekçiye Kaç! diye avaz avaz bağırıyormuş. Söylendiği kadarıyla yaşlı adam tam bir bitirim gibi göründüğü fotoğrafının çekilmesinden hemen sonra altına sıçmış ve kendisini deniz fenerinin kapısından tam zamanında atarak sulara kapılmaktan kurtulmuş. Kahraman olmanın püf noktası da bu zaten: Her şey resminin ne zaman çekildiğine bağlı. Sanırım ben de ömrümün geri kalanı boyunca bir kahraman olarak kalacağım. Yeter ki o ömrü burada kapıyı kapatıp dizlerimi göğsüme çekerek ve başka kameralardan uzak durarak geçireyim.

2

Cehennemimin on ikinci katı, küçük çelik bir bilyenin beş santim yükseklikten yekpare bir beton bloğa düşürülmesini içerir. En azından çıkan ses kulağa öyle gelir ancak ranzama uzanıp uyumaya çalıştığımda duyulan ufak tefek, rasgele tıkırtıların en beteridir. Bana hamamböceklerini hatırlatır. Hamamböceklerinin çıkardığı seslere benzediği için değil, diğer sesler bu konuda daha başarılıdır. Onu hamamböceklerine benzetmemin tek sebebi dahili ışıkları kapattığımda kendini göstermesi, kalkıp ortalıkta gezindiğimdeyse kesilmesidir. Ayak seslerimden ürküyormuşçasına. Gel de bunu açıkla. NASA uzay fenerindeki her şeyin gerekli olduğunu, bir ses duyuyorsam onun işini yapan bir zımbırtıdan geldiğini söylüyor. Burada kastedilen şey çenemi kapatıp kendi işimi yapmam. Heh. Belki ben ve diğer tüm uzay feneri operatörleri yakınmalarımızla ve taleplerimizle Houston’ı çileden çıkarıyoruzdur. Belki bu şekilde bizden intikam alıyorlardır. Görev Kontrol’deki sahneyi hayal edebiliyorum: Beyaz gömlekli ve siyah kravatlı bir adam bir göstergeden yaşamsal bulgularımı kontrol ederken amiri daha REM uykusuna dalıp dalmadığımı soruyor. “Olumlu, amirim. Mışıl mışıl uyuyor.” “Fevkalade. Çınlayan makineyi çalıştır!” Veyahut çelik bir bilyenin betona düşmesini hatırlatan makineyi. İşte yine saat mekanizmasına benzer, trilyon dolarlık uzay fenerimdeki bu minik pırlanta bana sinir krizi geçirtirken ranzamda sağa sola dönerek bir serinlik cebi ve bir sessizlik periyodu arıyorum. Tam o anda yeni bir ses bana seslerin sahiden kötü olabileceğini –yalnızca sinir bozucu olmayabileceklerini, dikkatle hazırlanmış sessizliğimde ahenksiz bir senfoniyle sınırlı kalmayabileceklerini– hatırlatıyor. Bu ses eski seslere benziyor. Plazma ateşinin ve şarapnel bombalarının sesine. Bir asker tulumu giymeyecek kadar yavaş, yaşlı ve akıllı adamların verdikleri intiharla eşdeğer emirlerin sesine. Patlayan bombaların ve hava saldırısı sirenlerinin sesine. İşte o tür seslere. Sesi duyar duymaz ne olduğunu biliyorum: Mutlak YDY arızası. Uzay fenerinin karanlığa gömülmesi. Biliyorum çünkü Mojave Çölü’ndeki simülatör uzay fenerinde kimbilir ne kadar talim yaptım. Biliyorum çünkü o simülasyonlar yüzünden hâlâ kâbuslar görüyorum. Ben bu sefer nasıl ağzıma sıçtıklarını çözmeye çalışırken gri sakallı suratların sahte lombozlardan içeri baktıkları kâbuslar. SİMKOM’da bir espri yapardık: Astronotlar Dünya’dayken NASA onları arkadan düzer çünkü uzaydayken kimse bağırdığını duyamaz. YDY arızası diye bir şey olmaz. Takviyelerin takviyelerinin takviyeleri vardır. Şu kadarını söyleyeyim, Uzay Feneri 23’ün içi tam bir keşmekeştir. Bir terslik çıkması için bir alarmın, bir yedek alarmın ve de aynı işi yapmak için üretilip o işi yaptıklarını sağlama almak maksadıyla birkaç saniyede bir kontrol edilmiş iki farklı modülün bozulması gerekir. Tüm çipler ile yazılımlar kendi kendilerini onarabilirler ve yeniden başlatabilirler. Bu hergelenin içinde bir EMP patlatsanız bile çabucak eski hâline döner. Aynı anda gerçekleşecek iki düzine rasgele arıza ve düşünülemeyecek kadar kafa karıştırıcı bir yığın başka tesadüf lazımdır. NASA’daki bir parlak zekâ bir keresinde öyle bir ihtimali hesaplamıştı. Oran çok ama çok küçük çıkmıştı. Öte yandan geçen hafta itibarıyla Samanyolu genelinde faaliyet gösteren 1527 GALSAT uzay feneri vardı. Dolayısıyla birinin başına bir şey gelme ihtimali zamanla artıyor. Özellikle de uzay fenerleri eskidikçe. Ve galiba şimdi o biri benim. Bu küçük pürüzle birlikte sesler ansızın bulunmaya can atıyorlar. Küçük küçük alarmlar dört bir yandan bana sesleniyor. Ranzamdan apar topar kalkıyorum ve donla komuta modülüne çıkan merdiveni tırmanıyorum. Evvela elektrik yükünü kontrol ediyorum ve her şey cillop gibi. Navigasyon jirolarını ve yıldız sahası tarayıcılarını kontrol ettiğimde uzay fenerinin yerimizi şaşırmamış olduğunu görüyorum. Kuantum tünelleyiciyi kontrol ediyorum ama herhangi bir mesaj yok. Elim değmişken ağzına kadar hata kodlarıyla dolu bir otomatik aktarım aldıklarından emin olmama rağmen Galaktik Standart Zamanı ekleyerek Houston’a kısa bir not yazıyorum. Kesinti. 0314 GSZ. Mesaj gidene dek uzay feneri onları çoktan uyarmış olacak ama en azından boş oturmadığımı bilecekler. Ne de olsa ben olay mahallindeki adamları, kocaman uzay lolipoplarının yumuşak orta kısmıyım. Deniz fenerine uzanan tünelin kenarını kavrıyorum ve kendimi uzaktaki YDY’ye doğru fırlatıyorum. Bunu öyle çok yaptım ki rota düzeltmesi için bir parmağımı duvara sürtmem yetiyor. Baca boyunca kırmızı ışıklar yanıp sönüyor. İleride bir alarm avaz avaz haykırıyor. Kollarımı iki yana açıyor ve gelişimi yavaşlatmak için parmak uçlarımı metale sürtüyorum. Son tutamağı yakalayıp kendimi deniz fenerinin içine atıyorum. YDY’ye dokunmak bir serinlik hissi veriyor. Demek ki aktarımdaki gemilere güvenli geçiş koridorunu yaymıyor. Üstelik her zamanki yatıştırıcı hâlinden eser yok. Sanki en sevdiğim bira markası bir enerji içeceğine dönüşmüş. “Beni strese sokmaya başlıyorsun,” diyorum ona ve altıgen panelleri teker teker söküyorum.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi ~ Cesare PaveseHapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi

    Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi

    Cesare Pavese

    Hapishane, politik görüşleri nedeniyle Calabria’ya sürgüne gönderilen Pavese’nin kendi yaşam deneyiminden izler taşır: Stefano bir süre cezaevinde kaldıktan sonra bir köye sürgüne gönderilir. Gündüzleri...

  2. Batı ~ Carys DaviesBatı

    Batı

    Carys Davies

    Amerikalı bir yerleşimci ve dul kalmış bir baba olan Cy Bellman, kulağına gelen bir haber karşısında şaşkınlık, büyülenme gibi güçlü hislerin etkisinde kalır: Kentucky...

  3. Yüreğe Söz Geçmiyor ~ Julia QuinnYüreğe Söz Geçmiyor

    Yüreğe Söz Geçmiyor

    Julia Quinn

    Kadere inanır mısınız? Peki ya kader bir gün yolunuzu aşkla keserse… Tutkuyu ilişkilerinizde hissederken aşktan korkup her şeyden vazgeçmek zorunda kalırsınız… Bazen imkansızlıklar geçicidir,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur