Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Winesburg, Ohio
Winesburg, Ohio

Winesburg, Ohio

Sherwood Anderson

Winesburg, Ohio, 20. yüzyıl başında Amerika’da küçük bir kasabadaki yaşamı anlatan bir dizi kısa hikayeden oluşuyor. Merkezine yerel bir gazetede çalışan genç bir muhabiri…

Winesburg, Ohio, 20. yüzyıl başında Amerika’da küçük bir kasabadaki yaşamı anlatan bir dizi kısa hikayeden oluşuyor. Merkezine yerel bir gazetede çalışan genç bir muhabiri alan bu döngüsel hikayelerde yüzeyde kasaba yaşamını oluşturan ve birbirlerine kırılgan bağlarla bağlı bireylerin gündelik hayatları anlatılır. Dışarıdan sıradan görülen bu bireylerin ilişkilerinin altında ise yalnızlık, sevgi ve anlayış ihtiyacı, aşk, kişisel hüsranlar ve eksiklikler yatmaktadır. Yerelden yola çıkarak evrensel bir hikaye anlatan Sherwood Anderson bu kitabıyla Amerikan edebiyatını bir hayli etkilemiş ve kendinden sonra gelen Faulkner, Hemingway, Updike, Carver gibi birçok isme üslubu ve anlattıklarıyla ilham vermiştir.

Bir yazar olmak için öncelikle kendin olmalısın, doğduğun gibi; bir amerikalı ve bir yazar, yazmak için herhangi bir basmakalıp bir Amerikan imgesine bağlı kalmak zorunda değilsin. Sadece ne olduğunu hatırlamalısın.

Bunu Anderson’dan öğrendim.

William Faulkner

İÇİNDEKİLER
HİKAYELER ve KİŞİLER
GROTESKLERİN KİTABI • 2
ELLER, Wing Biddlebaum’a dair • 5
KAĞIT HAPLAR, Doktor Reefy’e dair • 10
ANNE, Elizabeth Willard’a dair • 13
FİLOZOF, Doktor Parcival’e dair • 20
KİMSE BİLMİYOR, Louise Trunnion’a dair • 26
DİNİBÜTÜNLÜK • 29
I – Jesse Bentley’e dair • 29
II – yine Jesse Bentley’e dair • 36
III – Teslimiyet, Louse Bentley’e dair • 44
IV – Dehşet, David Hardy’e dair • 51
FİKİR ADAMI, Joe Welling’e dair • 55
MACERA, Alice Hindman’a dair • 61
SAYGIDEĞERLİK, Wash Williams’a dair • 67
DÜŞÜNÜR, Seth Richmond’a dair • 72
TANDY, Tandy Hard’a dair • 82
TANRI’NIN KUDRETİ, Papaz Curtis Hartman’a dair • 85
ÖĞRETMEN, Kate Swift’e dair • 91
YALNIZLIK, Enoch Robinson’a dair • 97
BİR UYANIŞ, Belle Carpenter’e dair • 105
“GARABET”, Elmer Cowley’e dair • 112
SÖYLENMEMİŞ YALAN, Ray Pearson’a dair • 120
İÇKİ, Tom Foster’a dair • 125
ÖLÜM, Doktor Reefy ve Elizabeth Willard’a dair • 132
GÖRMÜŞ GEÇİRMİŞLİK, Helen White’a dair • 140
AYRILIŞ, George Willard’a dair • 147

GROTESKLERİN KİTABI

Beyaz bıyıklı, yaşlı bir adam olan yazar yatağına girmekte zorlanıyordu. Yaşadığı evin pencereleri yüksekti, fakat o sabahları uyandığında ağaçları izleyebilmek istiyordu. Yatağı pencerelerle aynı seviyeye yükseltmek için bir marangoz geldi. Konuyla ilgili hatırı sayılır bir yaygara koptu. İç Savaş’ta askerlik yapmış olan marangoz yatağı yükseltmeye yarayacak bir platform hakkında konuşmak için yazarın odasına gelip oturdu. Yazarın puroları ortalıktaydı, marangoz bir tanesini alıp yaktı. İki adam bir süreliğine yatağı yükseltmekten, sonra da başka şeylerden konuştular. Asker, savaş konusunu açtı. Aslında, onu bu konuya yazar yönlendirmişti. Marangoz bir zamanlar Andersonville hapishanesinde mahkûmdu ve bir kardeşini kaybetmişti. Kardeşi açlıktan ölmüştü ve marangoz bu konu her açıldığında ağlardı. Marangozun da yazarınki gibi beyaz bir bıyığı vardı ve ağladığında dudakları büzülüyor, bıyığı titriyordu. Ağzında purosuyla ağlayan yaşlı adam gülünesiydi. Yazarın yatağı yükseltme planı unutuldu ve daha sonra marangoz işi kendi bildiğince yaptı ve altmışını geçmiş yazar geceleri yatağına bir sandalyeden yardım almadan giremez oldu. Yazar yatağında yanına döndü ve kımıldamaksızın uzandı. Senelerdir kalbiyle ilgili kaygılardan ötürü içi daralıyordu. Çok tütün tüketiyordu ve çarpıntısı vardı. Beklenmedik bir anda öleceği fikrine kapılmıştı ve her yatağa girdiğinde aklına bu geliyordu. Bu düşünce onu korkutmuyordu. Hatta bu düşüncenin üzerindeki etkisi oldukça özel ve kolayca açıklanamayacak türdendi. Yatağındaki yazarı diğer zamanlarda olduğundan daha canlı kılıyordu. Kımıldamaksızın yatıyordu ve vücudu yaşlıydı ve pek iş görecek durumda değildi, fakat içindeki bir şey tümüyle gençti. Hamile bir kadın gibiydi, sadece içindeki şey bir bebek değil, gençlikti. Hayır, gençlik değildi, genç ve şövalyeler gibi zırhlara bürünmüş bir kadındı. Gördüğünüz gibi, yüksek yatağında yatan ve kalbinin atışlarını dinleyen yaşlı yazarın içinde ne olduğunu anlatmaya çalışmak abes. Asıl anlaşılması gereken yazarın, ya da yazarın içindeki genç şeyin, ne düşündüğü. Dünyadaki tüm insanlar gibi, yaşlı yazar da uzun hayatı boyunca birçok kanı edinmişti. Bir zamanlar oldukça yakışıklıydı ve birçok kadın ona aşık olmuştu. Ve sonra, birçok insanı, senin ve benim insanları tanıma biçimimizden farkla, alışılmışın ötesinde yakından tanımıştı. En azından yazar böyle düşünüyordu ve bu düşünce onu tatmin ediyordu. Hem, yaşlı bir adamla düşüncelerine dair münakaşanın ne âlemi var? Yazar, yatağında rüya olmayan bir rüya gördü. Uyku üzerine çökerken ve fakat bilinci hâlâ açıkken gözlerinin önünde suretler belirmeye başladı. Gözlerinin önünden geçen bu uzun tören alayını içindeki genç, tarif edilemez şeyin düzenlediğini düşündü. Bakın, bütün bunlara verilen bunca önemin sebebi, yazarın gözlerinin önünden geçen bu suretlerdir. Suretlerin hepsi grotesklere aitti. Yazarın tanıdığı bütün erkek ve kadınlar grotesklere dönüşmüşlerdi. Grotesklerin hepsi korkunç değildi. Bazıları eğlendirici, bazıları ise güzeldi ve biri, bitkin çehreli bir kadın, yaşlı adamı garipliğiyle incitti. Kadın gözlerinin önünden geçerken yaşlı adam küçük köpeklerin iniltilerine benzeyen bir ses çıkardı. Eğer o an odaya girmiş olsaydınız, yaşlı adamın kötü rüyalar gördüğünü ya da hazımsızlık çektiğini düşünebilirdiniz. Yazarın gözlerini önünden geçen groteskler alayı bir saate yakın sürdü ve sonra yaşlı adam canını acıtmasına rağmen yataktan kalktı ve yazmaya başladı. Grotesklerin bazıları zihninde derin intibalar uyandırmıştı ve o bunları betimlemek istiyordu. Yazar masasında bir saate yakın çalıştı. Saatin sonunda “Grotesklerin Kitabı” adını verdiği bir kitap yazmıştı. Kitap asla yayınlanmadı, fakat ben kitabı bir kere gördüm ve zihnimde derin bir etki uyandırdı. Kitabın oldukça garip ve aklımdan hiç çıkaramadığım bir ana fikri vardı. Her hatırladığımda, önceleri asla anlayamadığım kişileri ve şeyleri daha anlaşılır kıldı. Fikir karmaşıktı, fakat basit bir özeti, şöyle bir şey olabilirdi: Şöyle ki, başlangıçta, dünya daha gençken birçok düşünce vardı ama gerçek diye bir şey yoktu. İnsanoğlu gerçekleri kendi yarattı ve her gerçek birçok muğlak düşüncenin alaşımıydı. Gerçekler dünyanın her bir yanındaydı ve hepsi de güzeldi. Yaşlı adam kitabında yüzlerce gerçeği sıraladı. Size hepsini anlatmaya çalışmayacağım. Kitapta bekâretin gerçeği ve tutkunun gerçeği, refahın ve yoksulluğun gerçeği, tutumluluğun ve hovardalığın, aldırmazlığın ve vazgeçişin gerçekleri vardı. Yüzlerce, yüzlerce gerçek vardı ve hepsi güzeldi. Ve sonra insanlar geldi. Her biri gerçeklerden birini, aralarından daha güçlü olanların bazıları ise birer düzinesini kaptı. İnsanları garip kılan gerçeklerdi. Yaşlı adamın bu konuya dair oldukça karmaşık bir savı vardı. Onu düşüncesine göre, herhangi bir kişi bir gerçeği yüklendiği, kendisine ait kıldığı ve hayatını o gerçeğe göre yaşamayı denediği anda o kişi groteskleşiyor, yüklendiği gerçek de bir sahteliğe dönüşüyordu. Hayatını yazarak ve kelimelerle dolu geçirmiş yaşlı adamın nasıl olup da bu konuyla ilgili yüzlerce sayfa yazabileceğini anlayabilirsiniz. Konu aklında öyle büyüyordu ki, kendisi de bir groteske dönüşmenin eşiğine geliyordu. Fakat sanırım, kitabı asla yayınlatmamasıyla aynı sebepten ötürü bu eşiği hiç geçmedi. Yaşlı adamı kurtaran içindeki genç şeydi. Yazarın yatağını yükselten yaşlı marangoza gelince de: Ondan bahsetmemin tek sebebi, onun da sıradan diye tabir edilenlerin çoğu gibi yazarın kitabında bahsettiği grotesklerden en anlaşılabilir ve sevilebilir olanı olacak olmasıydı.

ELLER

Ohio’nun Winesburg kasabasının yakınlarındaki bir vadinin sırtlarına doğru konuşlanmış küçük evin yarı çürümüş verandasında şişman ve yaşlı bir adam tedirgince volta atıyordu. Adam, yonca ekildiği halde balyalarca sarı hardal otu vermiş uzun tarlanın ötesinde uzanan, üzerinde bahçelerden dönen meyve toplayıcılarını taşıyan kamyonetin ilerlediği umumi yolu görebiliyordu. Meyve toplayıcılar – delikanlılar ve genç kızlar- yüksek sesle gülüp bağrışıyorlardı. Mavi gömlekli bir delikanlı kamyonetten atladı ve kızlardan birini peşinden sürüklemeye çalıştı, kız ise oğlanın bu hareketine cırtlak bir sesle bağırarak itiraz etti. Delikanlı ayağının bir tekmesiyle toprak yoldan batmakta olan güneşin yüzüne süzülen bir toz bulutu kaldırdı. Uzun tarlanın ötesinden ince, kız sesine benzer bir ses yükseldi. Ses, gergin küçük elleri çıplak beyaz alnında sanki kâküllerini düzeltircesine gezinen kel adama “Saçlarını tara, Wing Biddlebaum, gözlerine girecekler” diye buyurdu. Her zaman bir sürü gölgemsi çekincenin kıskacında korkuyla kıvranan Wing Biddlebaum, kendisini yirmi senedir yaşadığı kasabanın hayatının bir parçası olarak görmüyordu. Winesburg’un bütün sakinlerinden sadece biri onunla yakınlaşabilmişti. New Willard House’un sahibi Tom Willard’ın oğlu George Willard ile aralarında arkadaşlığa benzer bir ilişki kurulmuştu. George Willard, Winesburg Eagle gazetesinde muhabirdi ve bazı akşamlar umumi yoldan yürüyerek Wing Biddlebaum’u ziyarete gelirdi. Şimdi, yaşlı adam elleri tedirginlikle kıpır kıpır bir halde verandasını adımlarken, bir yandan da George Willard’ın ziyaretine gelip akşamı onunla birlikte geçirmesini umuyordu. Meyve toplayıcıları taşıyan kamyon geçip gittikten sonra tarladaki uzun hardal otlarının arasından geçti ve çitleri tırmanarak endişeyle kasabaya giden yola baktı. Bir anlığına ellerini ovuşturup yolu gözleyerek öylece durdu, sonra içine yayılan korkuya yenildi ve verandasında tekrar volta atmak için evine geri koştu. Yirmi yıldır kasabanın gizemli karakterlerinden biri olan Wing Biddlebaum, George Willard’ın huzurundayken ürkekliği fire veriyor ve gölgemsi benliği dünyaya bakmak için battığı çekinceler denizinden doğruluyordu. Genç muhabirin eşliğinde kasabanın Ana Caddesini gündüz gözüyle keşfe çıkacak cesareti bulabiliyor, ya da evinin köhne verandasını bu sefer heyecanla konuşarak adımlıyordu. Kısık ve titrek sesi yükseliyor ve keskinleşiyor, sinmiş bedeni dikleşiyordu. Sessiz Biddlebaum, balıkçıların suya geri bıraktığı balıklarınki gibi bir kıvranışla konuşmaya başlıyor, uzun yıllar sürmüş sessizliği boyunca zihninin biriktirdiği fikirleri kelimelere dökmeye uğraşıyordu. Wing Biddlebaum’un elleri, konuşma biçiminin hatırı sayılır bir parçasıydı. Hep ceplerinde veya arkasında saklamaya çalıştığı, durmak bilmeyen ince ve hareketli parmakları öne fırlıyor, onun ifade cihazını canlandıran piston kollarına dönüşüyorlardı. Wing Biddlebaum’un hikâyesi, eller üzerine bir hikâye. İsmini ona, ellerinin tutsak kuşların kanatlarının çırpınışlarına benzeyen bu huzursuz halleri kazandırmıştı. Bu lakabı kasabanın keşfedilmemiş şairlerinden biri bulmuştu. Eller sahiplerini telaşlandırıyordu. Ellerini gözden uzak tutmak isterdi ve tarlada yanı başında çalışanların veya kasabanın yollarında uykulu işçilere şoförlük yapanların sessiz ve durgun ellerine hayretle bakardı. Wing Biddlebaum George Willard’la konuşurken ellerini yumruk yapıp masaya veya evin duvarlarına vururdu. Bu hareket kendisini daha huzurlu hissettiriyordu. Konuşma isteği ikisi beraber tarlalarda yürürken baş gösterdiğindeyse bir kütük veya çitlerin üst çıtalarından birine yanaşır, elleri onlara vurdukça yenilenen bir rahatlıkla konuşurdu. Wing Biddlebaum’un ellerinin hikâyesi başlı başına bir kitabı doldurabilir, uygun şekilde anlatılırsa silik insanların içinde gizli kalmış birçok garip, güzel duyguya dokunabilir. Şairane dokunuşlar gerektiren cinsten. Wing’in elleri Winesburg’un ilgisini sadece hareketlilikleriyle çekti. Wing Biddlebaum’un onlarla bir günde 132 kilo kadar fazla çilek toplamışlığı vardı. Elleri onu ayrı kılan özelliği, ününün kaynağı oldular ve hâlihazırda garip ve çekingen bir şahsiyeti daha da garip kıldılar. Winesburg, Wing Biddlebaum’un elleriyle, bankacı White’ın yeni taş eviyle ve Wesley Moyer’in Cleveland’daki iki on beşlik sonbahar koşularını kazanmış doru aygırı Tony Tip’le duyduğu gururun aynısını duyuyordu. George Willard’a gelince: birçok defa Wing’in elleri hakkında sorular sormak istedi. Zaman zaman karşı konulamaz bir meraka kapılıyordu. Ellerin garip hareketliliğinin ve sahiplerinin onları gizleme eğiliminin bir sebebi olması gerektiğini hissediyor, onu aklındaki soruları yumurtlamaktan sadece Wing Biddlebaum’a beslediği, gün geçtikçe büyüyen saygı alıkoyuyordu. Bir defasında az daha konuyu açacaktı. İkisi bir yaz akşamüstü tarlalarda yürüdükten sonra çimenlik bir tümseğe oturmak için durmuşlardı. Wing Biddlebaum bütün öğleden sonra boyunca ateşli ateşli konuşmuştu. Bir çitin dibinde durakladıklarında, bir yandan elleriyle en üst çıtayı dev bir ağaçkakanmışçasına dövmüş, bir yandan da George Willard’ı çevresindekilerden çok fazla etkilenmesi eğiliminden dolayı azarlamıştı. “Kendini mahvediyorsun,” demişti. “Yalnız olmaya ve hayal kurmaya eğilimlisin ve hayallerden korkuyorsun. Kasabadaki diğerleri gibi olmaya çalışıyorsun. Onların konuşmalarını duyuyor ve onları taklit ediyorsun.” Çimenlik tümsekte Wing Biddlebaum anlatmaya çalıştığı şeyin önemini bir kez daha vurgulamaya çalıştı. Sesi yumuşayıp geçmişi yâd edercesine bir tınıya büründü ve gevşediğine delalet bir iç geçirişle, bir rüyaya dalmışçasına, uzun ve dağınık bir demece başladı. Wing Biddlebaum daldığı rüyayı George Willard’a tasvir etti. Rüyasında insanlar tekrar bir çeşit kırsal altın çağ yaşıyorlardı. Kimisi yaya, kimisi atlarının üzerinde endamlı ve genç delikanlılar yeşil ve uçsuz bucaksız bir kırsalda toplanıyorlardı. Akın akın gelen delikanlılar küçük bir bahçedeki bir ağacın altında oturan yaşlı bir adamın ayakucunda toplanıp, adamın anlattıklarını dinliyorlardı. Wing Biddlebaum iyice hararetlenmişti. Bir anlığına da olsa ellerini unutmuştu. Elleri usulca uzanıp George Willard’ın omuzlarına vardılar. Konuşan sese yeni ve cüretkâr bir şey sızmıştı. Yaşlı adam, “Öğrendiğin her şeyi unutmaya çalışmalısın” dedi. ”Hayal kurmaya başlamalısın. Artık kulaklarını seslerin kükremelerine tıkamalısın.” Wing Biddlebaum konuşmasına ara verdi, George Willard’a uzunca ve içtenlikle baktı. Gözleri parlıyordu. Delikanlıyı okşamak için elini tekrar kaldırdığı sırada yüzünü bir dehşet dalgası kaplamaya başladı. Wing Biddlebaum çırpınırcasına ayağa fırlayıp ellerini pantolonunun ceplerine tıkıştırdı. Gözleri yaşardı. Tedirgince “Eve dönmeliyim. Seninle daha fazla konuşamam” dedi. Yaşlı adam oğlanı tümsekte şaşkın ve korkmuş bir halde bırakıp arkasına bakmadan bayırdan indi, otlaklığı aceleyle aştı. Oğlan korkudan titreyerek doğruldu ve kasabaya uzanan yola koyuldu. Adamın gözlerinde gördüğü dehşeti hatırlayarak “Ona elleriyle ilgili hiçbir şey sormayacağım” diye düşündü. “Bir terslik var, ama ne olduğunu bilmek istemiyorum. Benden ve herkesten korkmasının arkasında elleriyle ilgili bir şeyler yatıyor.” George Willard haklıydı. İzninizle, ellerin hikâyesinden kısaca bahsedelim. Belki de böylece, bize içinde ellerin ancak umudun çırpınan bayrakları rolünü oynayabildiği, insanların birbirlerine etkilerinin gizli ve şaşırtıcı hikâyesini anlatabilecek bir şairi heveslendirebiliriz. Wing Biddlebaum gençliğinde Pennysylvania’daki bir kasabada öğretmendi. O zamanlar Wing Biddlebaum adıyla değil, nispeten daha ahenksiz Adolph Myers adıyla tanınıyordu. Adolph Myers olduğu zamanlar okulundaki öğrenciler tarafından çok seviliyordu. Tabiat Adolph Myers’e öğretmenliği buyruk etmişti. Az bulunan, az anlaşılan cinsten, göz ardı edilebilir bir zayıflık sanılabilecek kadar nazik bir güçle hükmeden adamlardandı. Böylesi adamların sorumluluklarındaki çocuklara karşı hislerinin, zarif kadınların erkeklerine besledikleri sevginin kendi içlerinde uyandırdıklarından bir farkı yoktur. Fakat bütün bunların böylesi anlatılması yavan oldu. Bahsettiğimiz şairin dokunuşlarına ihtiyacı var. Adolph Myers akşamüstleri bazen öğrencileriyle beraber yürüyüşe çıkar, bazen de günbatımına kadar okulun önündeki merdivenlerinde onlarla oturup rüyaya dalmışçasına sohbet ederdi. Elleri bir o yana, bir bu yana oynar, çocukların omuzlarını okşar, dağılmış saçları arasında gezinirdi. Konuştukça sesi yumuşar, ahenge bürünürdü. Sesinin yumuşaması da bir çeşit okşama barındırırdı. Sesi, elleri, omuzları okşayış ve saçlarla oynayış biçimi bir bakıma öğretmenin genç zihinlere hayaller aşılama çabasının bir parçasıydı. Parmaklarının nazikliği, kendini ifade etme şeklinin bir parçasıydı. İçinde hayatı yaratan güçlerin yoğunlaşmak yerine dağınıklaştığı erkeklerden biriydi. Elleri, öğrencilerinin zihinlerindeki kaygı ve şüpheleri dokunuşlarıyla dağıtır ve öğrencileri de hayaller kurmaya başlardı. Ve, sonrası felaket. Okuldaki yarım akıllı çocuklardan biri genç öğretmene tutuldu. Gece yatağında ağıza alınamayacak şeyler düşledi ve sabah kalktığında bunları gerçeklermişçesine anlattı. Gevşek dudaklarından tuhaf, berbat suçlamalar döküldü. Pennsylvania kasabasından bir ürperti geçti. Kasabanın erkeklerinin Adolph Myers hakkında duydukları, o güne değin zihinlerinin gölgelerinde gizlenmiş şüpheleri kanaatlere dönüştü. Felaket oyalanmadı, uzamadı. Titreyen gençler yataklarından kaldırılıp sorguya çekildi. Biri “Bana sarıldı” dedi. Diğeri “Hep saçlarımla oynuyordu” dedi. Bir akşamüstü kasaba sakinlerinden meyhane işletmecisi Henry Bradford okulun kapısına geldi. Adolph Myers’ı bahçeye çağırdıktan sonra onu yumruklamaya başladı. Öğretmenin suratına indirdiği her yumrukla meyhanecinin öfkesi daha da arttı. Dehşete kapılan çocuklar çığlık çığlığa, böcekler gibi sağa sola kaçıştılar. Öğretmeni yumruklamaktan yorulan meyhaneci, onu tekmelemeye başlarken “Oğluma el sürmek ne demekmiş öğreteceğim sana, canavar herif” diye kükredi. Adolph Myers Pennsylvania’daki kasabadan o gece sürüldü. Ellerinde fenerleriyle bir düzine adam yaşadığı evin kapısına geldi ve giyinip dışarı çıkmasını emretti. Yağmur yağıyordu ve adamlardan birinin elinde bir halat vardı.

Öğretmeni asmaya niyetlenmişlerdi, fakat suretindeki küçük, soluk ve acınası bir şey kalplerine dokundu ve kaçmasına izin verdiler. O karanlığa kaçarken adamlar bu zayıflıklarına tövbe edip peşinden söverek koşmaya, karanlığın içine haykırarak, gittikçe hızlanarak ilerleyen surete ellerindeki sopaları ve yerden aldıkları yumuşak çamurdan kütleleri fırlatmaya başladılar. Adolph Myers Winesburg’da yirmi yıl bir başına yaşadı. Daha kırkındaydı, ama altmış beşinde gösteriyordu. Biddlebaum ismini Ohio’nun doğusundaki bir kasabadan aceleyle geçerken, yük istasyonlarından birindeki bir kolinin üzerinde görmüştü. Winesburg’da yaşayan bir teyzesi vardı – dişleri kararmış, tavuk yetiştiren yaşlı bir kadın. Kadının vefatına kadar onunla yaşadı. Pennsylvania’da başına gelenlerden sonra bir sene hasta yattı ve iyileştikten sonra tarlalarda çekingence, ellerini saklamaya gayret ederek yevmiyeli işçi olarak çalıştı. Başına geleni anlayamadığı halde, asıl suçlunun elleri olduğunu düşünüyordu. Öğrencilerin babaları inatla ellerinden bahsetmişlerdi. Meyhaneci okulun bahçesinde öfkesinden tepinirken “Ellerine hâkim ol” diye kükremişti. Wing Biddlebaum güneş batıp da tarlanın ötesindeki yol gri gölgelerde kaybolana kadar vadinin sırtındaki evinin verandasını bir aşağı bir yukarı adımlamaya devam etti. Sonra eve girip bir somun ekmekten dilimler kesti, üzerlerine bal sürdü. Günün meyve hasadıyla dolu yük vagonlarını çeken akşam treni geçip, gürültüsü yerini yeniden yaz gecesinin sessizliğine bıraktıktan sonra tekrar verandayı adımlamaya çıktı. Karanlıkta ellerini göremiyordu, susmuşlardı. Üzerinden insanlığa duyduğu sevgiyi dışa vurduğu oğlanın varlığının özlemini çekiyordu, ama bu çektiği özlem tekrar yalnızlığının ve bekleyişinin bir parçasına dönüşmüştü. Wing Biddlebaum bir lamba yaktıktan sonra sade öğününü yerken kirlettiği birkaç parça bulaşığı yıkadı ve katlanır yatağını verandaya açılan sinekliğin önüne açıp yatmak için soyunmaya hazırlandı. Masanın altında, yeni temizlenmiş döşemenin üzerinde birkaç tane beyaz ekmek kırıntısı vardı; lambayı alçak bir tabureye koydu ve yerdeki kırıntıları inanılmaz bir hızla toplayıp ağzına götürmeye başladı. Masanın altındaki yoğun ışık huzmesi, diz çökmüş suretini kilisesinde bir ayin yürüten bir papazınkine benzetmişti. Gölgelerden ışığa atlayıp geri çekilen tedirgin, hareketli parmaklarını bir sofunun on yıllardır hızla çeke çeke tespihini aşındırmış parmaklarıyla karıştırmak işten bile değildi.

KAĞIT HAPLAR

Aksakallı, elleri ve burnu büyük, yaşlı bir adamdı. Bizim onu tanıyacağımız günlerin çok öncelerinde doktorluk yapıyor, Winesburg sokaklarında evden eve bezgin beyaz atının çektiği arabasıyla gidiyordu. Sonraları paralı bir kızla evlendi. Kıza babasının vefatından sonra büyük ve bereketli bir çiftlik miras kalmıştı. Kız sessiz, uzun, esmer ve birçoğuna göre de çok güzeldi. Winesburg’un tüm sakinleri doktorla evlenmiş olmasına şaşırıyordu. Evliliklerinin ilk yılında vefat etti. Doktorun parmaklarını ellerine bağlayan eklemleri fevkalade büyüktü. Ellerini yumduğunda çelik çubuklarla birbirine bağlanmış, ceviz büyüklüğünde ham ahşaptan küreleri andırıyorlardı. Mısır koçanından oyma bir pipo içerdi ve karısının vefatından sonra günlerini boş ofisinde örümcek ağlarıyla örtülü bir pencerenin kenarında oturarak geçirirdi. Pencereyi hiç açmazdı. Sıcak bir Ağustos günü açmayı denemişti, fakat pencerenin sıkıştığını gördü ve sonra da konuyu tamamen unuttu. Winesburg yaşlı adamı unutmuştu, fakat Doktor Reefy’nin içinde oldukça ince bir şeylerin tohumları vardı. Heffner Binası’nda, Paris Dokuma Şirketi’nin üstündeki köhne ofisinde bir başına durmaksızın çalışır, bir şeyler inşa eder, sonra da onları yıkardı. Küçük gerçek piramitleri yükseltir ve tamamladıktan sonra, yükseltebileceği başka gerçeklere yer açmak için bunları tekrar alaşağı ederdi. Doktor Reefy uzun boylu bir adamdı, on yıldır aynı takım elbiseyi giyiyordu. Takımın yenleri aşınmış, diz ve dirseklerinde küçük delikler açılmıştı. Ofisindeyken üzerine bir de koca ceplerini durmaksızın kâğıt parçalarıyla doldurduğu keten önlüğünü giyerdi ve önlüğün cepleri dolduğunda kâğıt parçalarını yerlere boşaltırdı. On yıl boyunca tek bir arkadaş edinmişti: John Spaniard adında, fidanlık sahibi yaşlı bir adam. Bazen, kendini oyunbaz hissettiği zamanlarda, yaşlı Doktor Reefy cebinde yuvarladığı kâğıt parçalarından bir avuç alıp fidanlığın sahibine savururdu. Sarsıla sarsıla gülerken “Al, bunlar da şaşkına dönesin diye, seni gidi hisli, zırvacı bunak” diye bağırırdı. Doktor Reefy’nin ve daha sonra kendisiyle evlenip, mirasını ona bırakacak uzun esmer kızla flörtlerinin hikâyesi oldukça ilginç bir hikâye. Winesburg’un meyveliklerinde yetişen yumru elmalar gibi lezzetli. Sonbaharda bu meyve….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıWinesburg, Ohio
  • Sayfa Sayısı
  • YazarSherwood Anderson
  • ISBN9786058050006
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviYedi Yayınları / 2019

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Okul Sıkıntısı ~ Daniel PennacOkul Sıkıntısı

    Okul Sıkıntısı

    Daniel Pennac

    Okul Sıkıntısı, tembel bir öğrenci olan Daniel Pennac’ın kendi deneyimlerinden ve yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı otobiyografik bir roman. Günümüz Fransız edebiyatının en başarılı...

  2. Kalpsiz ~ Anne StuartKalpsiz

    Kalpsiz

    Anne Stuart

    Tutku Her Zaman Kazanır Cennet Konağı’nda işlenen karanlık günahlara çok az insan tanık olabilir. Ancak sürgüne gönderilmiş İngiliz aristokratların bedensel tutkularını özgürce tatmin etmek...

  3. İntihar Dükkânı ~ Jean Teuleİntihar Dükkânı

    İntihar Dükkânı

    Jean Teule

    Karanlığın içinde tabelası parıldıyor: İntihar Dükkânı. Hayatın yüküne dayanamayanlar son alışverişlerini yapıyorlar. Zehirler, ipler, tıraş bıçakları ya da daha ilginç intihar yöntemi paketleri… Nesillerdir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur